İstanbul Öyküleri: Düş ve Gerçek (Metin Yeğin'le Röportaj: Merve Tuba TANOK)

Meksika’da yerlilerin, Zapatistaların isyanını ele aldığı “Marcos’la 10 Gün”, Uruguay, Brezilya, Arjantin’deki fabrika işgallerini anlattığı “Patronsuzlar”, Brezilya’da topraksız köylülerin direnişini konu aldığı ‘Topraksızlar”, Guatemala, El Salvador ve Nikaragua’daki barış sürecini ele alan “Gerilla’nın Barışı” ve sokağın serüvenini anlatan “Dünyanın Sokakları”ndan sonra, bu kez bir öykü kitabıyla okuyucuları ile buluştu Metin Yeğin. “İstanbul Öyküleri”. Ancak bu kez uzamın sokaklarında… 

Sizi politik yazılarınız ve kitaplarınızla tanıyoruz, Firari İstanbul’dan sonra çıkan ikinci öykü kitabınız “İstanbul Öyküleri” oldu. Öykü kitapları yazmaya iten nedir sizi, yoksa bütün bu dünyanın içinde yazar olarak kendinize açtığınız bir nefes yolu mu? 

Aslına bakarsanız Firari İstanbul’da da sadece bir uzun öykü vardı ama uzun zamandır “kurmaca” bir şeyler yapmak istiyorum ya da yapıyordum demek daha doğru. Yüzlerce belgeselin ardından çektiğim kurmaca film “D” de böyle bir şeydi. Belki de bu alçak dünyanın alçak gerçekliğinden bir kaçıştır sizin sözünü ettiğiniz “nefes yolu”. Tabi ki kurmaca da ne kadar kurmaca, ona da bakmak gerek. Kitabın başına koyduğum Boris Vian’ın “Anlattıklarımın hepsi gerçek. Çünkü ben uydurdum.” sözü gibi. Bu öykülerin hepsi gerçek aslında! Daha doğrusu bu tereddüdü seviyorum. İnsanın ağzında güzel bir tat bırakıyor bana kalırsa. Mesela “Firari Aşk” öyküsünde bir küçük dolandırıcılık vardı. Bir avukat yıllar önce bana gelip, “gerçekten yaptınız mı” diye sordu. “Bu yapılabilir eminim” diyordu ya da bir yazar arkadaşım, gene o öyküde geçen bir minarenin hangi cami olduğunu soruyordu. Bunu seviyorum. Bence hayat da kendinizi sistemin akışından sıyırıp bakabildiğinizde, çok öyküsel binlerce ayrıntıyla kaplı. Gerçek mi tabi ki gerçek. Kurmaca mı tabi ki kurmaca.

Aslında kitaplarınızı politik ve öykü olarak birbirinden apayrıymış gibi görünen iki dala indirgemek istemem çünkü bütün yazılarınızda öyküsel bir lezzetin varlığı hep söz konusu ve bunun yanı sıra İstanbul Öyküleri’nde de toplumsal ve politik konuların işlendiğini görüyoruz. 

Herşey politiktir diyeceğim ama bu sefer kapsamlı bir genelleme olacak ama bu doğru. Yalnız politik olanı didaktik bir biçimde aktarmak da, bana kalırsa bir başka politik cinayet. Marx’ın Kapital’de 19. yüzyıl işçi sınıfını anlattığı bölümleri bence çok etkili, çok edebi metinlerdir. Benim biçimim bu ama özellikle bu kitaba, bu tadı veren İstanbul. Çünkü İstanbul tam anlamıyla böyle bir kent. Belki de gerçekten son kozmopolitik kentti İstanbul. Daha sonra mesela bugün Londra’da ya da Paris’te birçok halk birlikte yaşamaktadır ama kozmopolit değildir. Yani farklı yerlerden gelmelerine rağmen ya standart kapitalist kültürle aynileşmiştirler ya da birbirinin yanında ama farklı gettolarda, kompartımanlarda yaşamaktadırlar. İstanbul bu yüzden toplumsal ve politik açıdan, her biri başkasına izini bırakmış birçok sürecin toplamıdır. Mesela şimdi hollywood panellerinin arkasında yıkılan, talan edilen Tarlabaşı’nı; Bizans’ı, İstanbul’un Rum halkını, mübadeleyi, 6-7 Eylül’ü, faşizmi, Çingeneleri, Kürtleri ve kentsel dönüşüm denilen neo-liberal kent inşasını anlatmadan geçmek mümkün mü? İşte bütün bu saydıklarım ve çok daha fazlası, o aptal hollywood panellerin arkasında. Bu nedenle bana göre özellikle “İstanbul öyküleri” toplumsal ve politik yanları olmadan “hikâye” olurlar. (Gülüyor.)

İstanbul’da bir zaman-mekan yolculuğuna çıkarıyorsunuz bu kitabınızla bizi. Peki, bu öykülerin arka planından biraz bahsedebilir misiniz, yani kaç yıllık serüvenin sonucu olarak ortaya çıktı bu öyküler? Ne kadarlık bir süreçte yazıldılar?

Yüzyıllar ve onlarca yıl diyebilirim. Sevdiğim bir sözü vardır Huxley’in; “Dünyada keşfedilmemiş hiçbir mekân kalmadı ama keşfedilmemiş uzam, zamanlar var” diyor. “İstanbul Öyküleri” işte bu keşfedilmemiş zaman içinde bir yolculuk bu sefer. Hala izleri duruyor bir sürü yerde. Hunharca saldırılsa da, hala İstanbul geçmişini bir yerlerde saklıyor ya da henüz diyebilirim en azından. Mesela sadece İstiklal Caddesi’ndeki Narmanlı Han bile yüzlerce öyküyle dolu. Troçki’den beyaz Ruslara, onunla temas kurmak isteyen sosyalistlerden, onu sürekli izleyen Sovyet ajanlarına, “devrimci mi? karşı devrimci mi? Alman ajanı mı?” diye tartışılan Pavlus efendiye, yüzlerce yüzlerce öykü sadece Narmanlı Han’ın keşfedilmemiş zamanında saklı aslında. Bu yüzden yüzlerce yıl. İstanbul sokaklarında Mohikanlar gibi ateşler yaktığımız ilk gençlik yıllarından, cezaevlerine, kâğıt oynadığımız kahvelere, benim için onlarca yıl. Ha evet, yazılması derseniz, bunların yanında hiçbir şeydi. Kısa bir süreydi ama üstünden bayağı bir zaman da geçti. Gariptir ama bu kitabın parası bana üç kez ödendi. Bir yazar için de verimli bir kitap.

Aşk ve halleri, sosyal ilişkiler, din, kent, direnişler, sokaklar ve katliamlar gibi birçok konuyu barındıran öykülerin her birinden kıssadan hisse edinmişimdir. Öykülerinizin mesaj kaygısı taşıdığınızı söyleyebilir miyiz? 

Bu bir kaygı değil aslına bakarsanız yani ben şöyle bir öykü yazıyım da sonunda şunu hissetsinler diye düşünmüyorum. Etkili olması benim için daha önemli. Bir öyküyü okuyan bir arkadaş, öykünün sonunda “karnımın ortasına bir yumruk yedim gibi hissettim” demişti. Bunun gibi bir duygu yaratmak istiyorum daha çok ya da insanın ağzına bir tat vermesi gerekiyor hoş ya da acı. Böyle duygusal bir durum, birçok doğrudan verilmiş mesajdan daha etkili bence. Bazen alaycı, bazen çok yalın bir şeyi anlattığınız da, o daha çarpıcı oluyor. Her şeyin havalarda uçuştuğu bir zamanda, bilginin nasıl olsa google’dan hemen öğrenebilir (!) ve dolayısıyla hemen unutulur olduğu bir dönemde öykülerle yaralama çabası belki. Sadece bu.

Bu kısa ama dolu dolu olan öykü kitabınızda da dünya hallerinden dem vurmayı ihmal etmemişsiniz. Öykülerinizde bazı yaşanmış toplumsal olaylar dikkat çekiyor. Örneğin “U” isimli öykünüzde İstanbul Üniversitesi önünde 7 öğrencinin ölümü ile sonuçlanan 16 Mart katliamına göndermede bulunuyorsunuz. Öykülerinizde gerçeklik payı var mı ya da ne derece gerçeklik payı taşıyor? 

Sizce? Sizce gerçek mi? Başta söylediğim tam olarak buydu zaten.

Düş ve gerçekliği başarılı bir biçimde buluşturduğunuzu görüyoruz. Bu sefer farklı zamanların sokaklarını anlattınız bize. Yine çatışma kokan gerçek sokaklardı. Sokakları yazmaktan hiç vazgeçmeyeceksiniz sanırım?

Kesinlikle hayır. Çünkü egemenlerin hegemonyasından hala geriye kalan sadece sokaklar ve aynı zamanda bu hegemonyayı da yıkacak olanlar da sokaklar. Bu yüzden vazgeçmeyeceğim tabi ki, belgesel ya da kurmaca olarak. Muhtemelen bu yazı yayınlandığında Kolombiya’daki gerillanın, FARC-EP’in Kolombiya devleti ile barış görüşmelerini yazmak için Küba’da, Venezüella’da ve gerilla ile birlikte Kolombiya dağlarında olacağım. “Gerillanın Barışı II-FARC-EP” kitabıyla, bu sefer Kolombiya sokaklarını anlatmak istiyorum. Kurmaca ya da belgesel, film ya da yazı, öykü, roman ve hatta yakında çizgi roman olarak, sokakları anlatmaya devam etmek istiyoruz. Yani sokaklar bizim…


Metin YEĞİN, 1963’te İstanbul’da doğdu. İ.Ü. Hukuk Fakültesi’nin bitirdi. Cambridge Üniversitesi’nde sinema eğitimi aldı. Yazar, belgeselci, gazeteci, sinemacı, işçi, avukat, seyyah… Dünyanın birçok ülkesinde avukatlık, bulaşıkçılık, taksi şoförlüğü, sandviççilik yaptı. Meksika’da Chiapas’ta insan hakları gözlemcisi, Ekvador’da bambu ev yapımında işçi, Guatemala yerli halkları kongresinde katılımcı, Nikaragua’da karides avcısıydı. Son yıllarda “Viranşehir Ax u Av Komünü” örgütlenmesine öncülük etti, evsiz aileler ile barınma hakları için kerpiç evler yaptı. Bu kerpiç ev yöntemini Buenos Aires’te gecekondu mahallelerinde inşa ettiği alternatif okullara taşıdı. İtalya’da Il Manifesto’ya, İngiltere’de Nerve’ye, Arjantin’de Pais’e yazdı. Türkiye’de Radikal, Özgür Gündem, Özgür Politika ile birçok dergi ve gazeteye yazdı, ayrıca duvarlara yazı yazmaya devam ediyor. Belgeselleri ve televizyon programlarıyla dünyanın sokaklarındaki isyan ve direnişleri anlattı. Yaptığı filmler 55 ülkenin festivallerinde oynarken, her festivalde, otel ve kahvaltı karşılığında o ülkelerin filmlerini yapmaya devam etti. “D” filmi ile belgeselde yaptıklarını kurmaca filmde de gerçekleştirmeye çalıştı. Sadece dayanışma ile film endüstrisine karşı bağımsız film yapmak için yüzden fazla insanla birlikte yaptıkları bu film, Ahmet Uluçay Bağımsız Film Ödülü’nü aldı. 2001’de ölüm orucu sonunda cezaevinden çıkanlarla birlikte bir grup sinemacıyı buluşturan “film kolektifi” oluşumuna öncülük etti. Bu çalışma sonunda belgeseller yapıldı, ödüller alındı. BarışaRock Festivali ile Uluslararası İşçi Filmleri Festivali’nin ilk örgütlenmelerinde yer aldı. Dünyanın her yerinde sempozyumlarda, kongrelerde, fabrikalarda, üniversitelerde, mitinglerde konuştu ve deneyimleri birbirleri ile buluşturdu.

Kitapları; Marcos'la 10 gün (1999), Firari İstanbul (2001), Topraksızlar (2004), Patronsuzlar (2006),
Topraksızlar/Bir Şenlikti Uzun Yürüyüş (2006), Likya Yolu (2007), Gerillanın Barışı (2010), Dünyanın Sokakları (2010).

Çektiği yüzden fazla belgesel ve filmlerinden bazıları; Ölüm orucu süreci ve sonuçlarını konu alan ve bu süreci dünyaya anlatan “F” (2001) ve “After/Sonra” (2002) filmleri, Brezilya Topraksız İşçi Hareketi'ni anlatan “Topraksızlar”, Brezilya, Uruguay, Arjantin'de işgal fabrikalarını ve Piqueteros Hareketi’ni anlatan “Patronsuzlar”, El Salvador, Guatemala ve Meksika'daki gerillanın barış sürecini anlatan “Gerillanın Barışı”, Venezüella'da altın madenleri konulu “Altın Yerli Kızların Saçlarından Yapılır”, Doğa belgeselleri “Likya Yolu” (2000) ve “Üç Kıtada Devrialem” (2001), Galler'deki işgal madenleri ile Bolu-Mengen maden direnişinin paralel öykülerini işleyen “Güzel Günler Göreceğiz” (2003), Kuzey Arjantin'de ekolojik yıkımı anlatan “Para Pachamama” (2003) ve çocuklarını yitiren Arjantinli ve Türkiyeli anneleri anlatan “Çocuklarından Doğan Anneler” (2005), Mısır'da Nisan 2009 isyanını ve büyük grevi anlatan “El Mahalla” (2009).

0 yorum:

Yorum Gönder