Bir Meslek Olarak Edebiyat Dilenciliği (Doğuş SARPKAYA)

İhsan Oktay Anar’ın heyecanla beklenen son romanı Yedinci Gün raflardaki yerini alalı iki aydan fazla oluyor. Kitap daha çıkmadan başlayan P&R faaliyetlerinin insanların beklentilerini arşa çıkardığı bir gerçek. Ama kitap çıktıktan sonra, bu beklentilere eşlik eden bir eleştirel tepki geliştirilemedi. Gazetelerdeki tanıtım yazılarının, eleştirilerin sesini bastıran çığırtkanlığı bunun en büyük sebebi.

Pek çok sadık okuyucusunu mutlu eden bir roman yazmış İhsan Oktay Anar. Okuyucu daha önceki romanlarda alıştığı oyunlarla yeniden karşılaşınca sevinmiştir sanırım. Yedinci Gün’ün 1900’ün başlarından 1940’lara uzanan ve içiçe geçmiş hikayelerden oluşan bir roman olduğunu söyleyerek, kitabı özetleme işkencesinden kurtulmayı düşündüğümü de itiraf etmeliyim. Çünkü, İhsan Oktay Anar, yine, özeti yapılaması zor bir kitap yazmayı başarmış.

Benim kafama takılan nokta ise bambaşka: İhsan Oktay Anar neden, kitabın son cümlesi ( “Als İkh Kan”, “elimden gelenin en iyisi” anlamına geliyor) ile sergilediği tevazuyu, onun öncesinde kurduğu “Bu kitabındaki kusurları, rastlayınca sevinip tatmin olsunlar diye onlara sadaka olarak verdi” cümlesi ile dengelemeye çalıştı? Bu iki uyarı farklı ruh hallerini temsil ediyor sanki: Yazar yarattığı esere o kadar güvenmekte ki, eleştiri kabul edemeyeceğini bildirmek zorunda hissediyor ya da daha yazarken kitabının en iyi eseri olmadığının farkına varıp, elimden gelenin en iyisi bu demek istiyor.

Durum birincisiyse, dilenciliği kendimize meslek edinip kitabın kusurları hakkında konuşmaya başlamalıyız. İkincisi ise İOA’ın bu kitapta eksik hissettiği noktaları araştırmalıyız. Çünkü dilimizin bu büyük yazarının kendi içinde yaşadığı çelişki sadık okuyucularını da içine çekmiş durumda. “Yedinci Gün Anar’ın en iyi romanı değil” ya da “bir Puslu Kıtalar Atlası veya Suskunlar değil bu roman” gibi değerlendirmelerin yeterli olmayacağı bir kavşaktayız.

Sonda söyleyeceğimi şimdiden dile getireyim: Yedinci Gün, iyi yazılmış ama bazı noktalarda aksamış bir İhsan Oktay Anar romanı. Bu kısa yazıda, önce “iyi yazılmış” derken neyi kastettiğimi açıklayıp, ardından da romanın aksayan yönlerine bakmayı düşünüyorum.

Üslup, Mizah ve Sürprizler

İhsan Oktay Anar’ı, diğer romancılardan ayıran en önemli noktanın üslubu olduğu hepimiz tarafından kabul edilebilecek bir saptama. Osmanlıca kelimelerin çoğunlukta olduğu, zor ve uzun cümlelerle örülmüş bir masal yazarıdır İhsan Oktay Anar. Yedinci Gün’de yine alışılageldik üslubunu, güçlü mizahıyla harmanlamayı başarmış. Daha önceki kitaplarında da hissettirdiği gülmece unsurları son romanında daha çok yer bulmuş. Buna ek olarak politik eleştirinin daha doğrudan yer aldığı bölümler de bulmak mümkün Yedinci Gün’de.

Kitap, İhsan Oktay Anar’ın önceki kitaplarında alışkın olduğumuz sürprizlerle dolu. Her sürprizin içindeyse şifre avcısı okuyucuları uzun uzun oyalayacak bir sürü nokta var. En basit örnek bölüm başlıkları: Baba, Oğul, Hayalet. Şifre tutkunları Hristiyan teolojisinden Freudyan analize uzanan bir yolculuğa çıkabilir bu başlıklar sayesinde. Psikanalizci okuyucunun, İhsan Said, Ali İhsan ve Amil Zula’nın aynı kişinin id, süper ego ve egosu olduğunu tespit edip, değerlendirmelerini derinleştirmesi beklendik bir davranış olacaktır. Anar’ın roman kişilerini, hayatındaki kişilerle özdeşleştirme çabalarını da tatmin ediyor roman. Daha şimdiden Paşaoğlu’nun kimi temsil ettiğine dair bir dedektiflik faaliyeti başlamış durumda.

Eksik Bir Şey

Yedinci Gün’e dair birçok gazete yazısının bunlara benzer cümlelerle dolu olduğu bir gerçek. Ama ne yazık ki kitaba dair değerlendirmelerin sadece iyimser bir tablo çizmesi bir çok sıkıntının üstünü örtmekten başka bir işe yaramıyor.

Bu sıkıntılardan ilki alışılagelmiş üslubun artık yorucu hale gelmesi. Bu yorgunluğu anlamak için Anar’ın klasikleşmiş biçimi ve üslubu üstüne kelam etmek lazım. İhsan Oktay Anar, biçimsel olarak çerçeve öykü tarzını benimseyen, üslup olarak ise Jameson’ın deyişiyle ‘biçimsel maniyerizmi’ kullanan bir yazar. Maniyerizm, Rönesans sanatçılarınca yetkinleştirilen üslubun abartılması durumu. Maniyerizm'de her şey birbirine karışır ve devinim halindedir. Olayın net olarak anlaşılması biraz zordur. Bu hareketlilik sanatçının fırçasından kaynaklandığı gibi figürlerin uzaması ve çeşitli pozlarla resmedilişinden de kaynaklanır. İhsan Oktay Anar’ın neredeyse bütün metinlerinde karşılaştığımız bir durumdur bu: Anar kahramanları hareket halinde değişik pozlarda betimlenir. Sabit bir karakter özelliği sergilemezler. Böyle bir üslup, çerçeve öykünün parçalı yapısıyla birleşince, bütünlük duygusunun yitirilmesine neden olur. Anar’ın bütünlük yaratma kaygısı yoktur zaten: O bütün dünyasal keşmekeşin içinde okuyucunun sorularla baş başa kalmasını arzular. Ama romanlarındaki soruların çokluğu karşısında okuyucu bir soruyu yanıtlayamadan diğeriyle karşılaşır. Sorulara eşlik eden felsefi ya da teolojik değinmelerin okuyucuyu oyalamaya yöneldiğini hissettiğiniz anda, yazarın soru sorma çabasının samimiyetini sorgulamaya başlıyorsunuz ki Yedinci Gün’de eksikliğini hissettiğim şey tam da bu samimiyet.

Çerçeve öykülerin kimi zaman bütünden tümüyle bağımsızlaşması ise Anar’ın anlatısını farklı bir düzeye taşıyor. Önceki kitaplarında da rastladığımız bu durum Yedinci Gün’de bir eksiklik olarak yaşanıyor sanki. Üsluba ve biçime bu kadar bağlı kalınması yeni bir şey okuduğumuz hissini ortadan kaldırıyor. Üslubun abartılması öyküyü kendi kuyruğunu kovalamaya mahkum ediyor. Bazı bölümlerde kendi üslubuna kapılıyor Anar. Sanki diğer kitapların bir uzantısı Yedinci Gün. Ama bu sefer öyküler arasındaki bağlantılar daha yapay, öykülerin insanda yarattığı şaşkınlık hali daha eksik. Okuyucunun sürekli bir sürpriz beklemesine neden olan bir anlatımı seçmiş olması Anar’ın elini kolunu bağlamış; O’nu, bambaşka bir şey yazmasını engelleyen bir prangaya mahkum etmiş.

Yazının başından beri yaşadığım ikilemi okuyucular fark etmiştir. Bir taraftan kendine özgü bir dil yaratabildiği için Anar’ı överken, diğer taraftan o dilin içinde kaybolmasını eleştiriyorum. Bir taraftan Yedinci Gün’ün mizahını överken diğer taraftan bunun yapaylığından bahsediyorum. Yedinci Gün’ün eksikliği sadece yazarını değil okuyucuyu da çaresiz bırakmasında. Anar’ın elinden gelenin en iyisinin bu olmadığını bilmenin verdiği huzursuzluk ve ikircikli ruh hali, kitabı değerlendirirken de ortaya çıkıyor ne yazık ki.

KÜNYE: YEDİNCİ GÜN, İhsan Oktay Anar, İletişim Yayınları, 2012.

0 yorum:

Yorum Gönder