Masal İçinde Masal (Sanem YARDIMCI)

Masal anlatıcıları artık yaşamlarımızı terk etmeye başlasa da, masal gündelik dilde olumlu ve olumsuz anlamlar içeren bir ifade olarak varlığını sürdürmeye devam eder. Beğendiğimiz bir resmi, yaşadığımız güzel bir ânı “masal gibi” diye anlatırken, gerçekliğinden ya da bizi kandırmaya yönelik olduğundan şüphelendiğimiz bir konuyu “masal anlatma” ifadesiyle savuştururuz.

Masalın gündelik yaşamda edindiği bu ikili anlamı, masalları hangi çerçevede anlamamız gerektiğine dair yaklaşımlar da sürdürür. Masallar iyilerin ve kötülerin net olduğu, mücadeleyi her daim iyilerin kazandığı, bir kahraman ve masalın sonunda kurtarılacak kişinin ekseninde gelişen olayları anlatırlar. Bunu yaparken yazılmamış, veri kabul edilmiş toplumsal konumlar ve normlar oldukları gibi korunur. Sözgelimi bir kadın karakter için mutlu son evliliktir ve bu son ailenin kurulmasıyla taçlanır. Bu haliyle masallar, topluluğun olduğu gibi sürmesini sağlayan, toplumsal konumları sabitleyen anlatılardır. Öte yandan aynı masallar Walter Benjamin’in ifadesiyle mitosların yarattığı korku dolu atmosfere karşılık, insanların sığınağı olmuştur. Güçsüz karakterler -evin en küçük oğlu gibi- kurnazlıkla devleri alt ederler, karmaşık görünen sorular basit düşüncelerle yanıtlanır. Masallar, hayal gücüne yaptıkları çağrıyla olanın içinde olması arzulanana da işaret ederler.

Masalların bize söyledikleri üzerine düşünürken, değerlendirmeye katılması gereken bir konu da, bilinen en eski anlatı türü olan masalların dönüşüm geçirdiğidir. Sözlü anlatı geleneğinin bir parçası olan masallar, kolektif belleğin üretimiydiler. Topluluğun üyelerinin tamamına yönelik anlatılan masallar açısından, öne çıkan masal anlatıcısının anlatı yeteneğiydi. Zira içerik, anlatıcı tarafından şekillendirilmiyordu. Orta Çağ kentlerinde ise masallar daha çok alt sınıfların özlemlerinin taşıyıcılığını üstlendiler. Avrupa’da bilinen ilk masal derleyicisi Giovanni Francesco Straparola 1550 yılında masalları yazılı hale getirdi.

Sanayileşme ve kapitalizmin yıkıcı etkilerinin hissedilmeye başladığı dönemde, masallar için artık yetişkinlerin dünyasında yer yoktu. Masallar bir yandan derlenip yazılı hale getirilirken, diğer yandan çocukların dünyası için anlatılara dönüştürüldüler. Bu bağlamda 19. yüzyılda, sanayileşmeye ve kapitalizme karşı geliştirilen romantik eleştirinin kendisini ifade ederken masalları seçmesi tesadüf değildir. Büyüsü bozulmuş dünyayı yeniden büyüleme çabası, masalların düşlerle kurduğu ilişki ile bağlı olduğu kadar, masalların alt sınıfların anlatıları olmasıyla da ilgilidir.

Masal dosyasını hazırlama fikriyle yola çıktığımızda, masallarda rastlanacak türden, ucu bucağı belirsiz, ürkütücü, güven veren, kadim ağaçların ev sahipliğini üstlendiği bir ormanın kıyısında durduğumuzun farkındaydık. Belki de her tema için geçerli olanı bir de burada dillendirelim. Bu ormanı tümüyle kapsamak dosyanın amaçlarından biri değildi, amacımız daha çok masalların bize ne anlattığını değerlendirmekti. Masal ormanının kıyısından, düşlere, insani olana, varlığa yani masala dair düşüncelerimizi bir araya getirdik.

Bize kadar ulaşan, bilinen ilk sözlü masal Binbir Gece Masallarıdır. Dosya kapsamında artık Ankaralı olan şair Achim Wagner, Şehrazad’ın masallarının günümüze ulaşma serüvenini kaleme aldı. Elif Kanca masalların kendisi gibi bir antropoloğa ne anlattığına dair genel bir çerçeve oluştururken, “başı sonu insan olan masalın” topluluğu hangi hamlelerle var kıldığını anlatıyor.

Romantik geleneğin masalları sahiplenmesiyle literatürde sanat masalları olarak da anılan, yazanı belli masalların ünlü temsilcilerinden üç yazar da bu dosya kapsamında tanıtılıyor. Özge Yalta Yandaş, Ernst Theodor Amadeus Hoffmann’ın ve Hermann Hesse’nin kaleme aldıkları iki masalı karşılaştırırken, gerçekliğin çölünde düşlemenin gücünü hatırlatıyor. Zerrin Yılmaz ise Lewis Carrol’un Harikalar Diyarı’na açılan gizli geçidin sorgulamaya, merak etmeye ve düşünmeye yönelik davetini…

Zeliha Etöz, masal ve zaman üzerine kaleme aldığı denemede, şimdiye uyarlanmamış geçmiş, şimdi ve şimdiye uyarlanmamış gelecek olarak zamanın ancak masal dinlerken bütünüyle hissedildiğini ve varlık olmanın nasıl bir hal olduğunun masal dinlerken anlaşıldığını anlatıyor. Zeynep Ceren Eren, Masallar ve Toplumsal Cinsiyet kitabı ekseninde, masalların anlattıklarını toplumsal cinsiyet üzerinden eleştirirken, yan yana kendi masallarımızı yazmaya çağırıyor.


Ve Şehrazat anlatmaya başlar... Halk ve sanat masallarına dair (Achim WAGNER)

Bir zamanlar bir adada bir sultan hüküm sürer; Sultan Şehriyar. Karısı kendisini aldatınca, Sultan Şehriyar onu öldürtür. Bugünden sonra, Veziri, ona her akşam, sabahında idam edilecek bir genç kadın getirecektir. Bu durum, Vezir’in kızı Şehrazat’ın Sultan’ın cinayetlerine son vermek için babasından kendisini ona götürmesini istemesine kadar böyle sürer. Ve Şehrazat, Sultan’ın devamını merak etmesi için, sabah en heyecanlı yerinde keseceği hikayesini anlatmaya başlar...

Şehrazat ve Sultan arasında geçenleri anlatan 1001 Gece Masalları dünyaca ünlü masallardır. Dünya edebiyatının önde gelen eserleri arasında sayılan masalların pek çok farklı versiyonu ve çevirisi bulunuyor. Yaklaşık 2000 yaşındaki bu masalların kökleri Hindistan’a kadar uzanıyor. Masallar Pers ülkesinde de anlatılmaya devam edildi, ilaveler yapıldı ve kaydedildi. Sonra Arap coğrafyasının yolunu tuttu bu masallar. Orada, muhtemelen 8. yüzyılda Arapçaya çevrildiler, ve her şeyden önce İslami öğelerle zenginleştirildiler. Tüm metnin kaynaklandığı orijinal metin yok ortada. 1001 Gece sayısız versiyonuyla orta yerde duran açık bir masal koleksiyonu. El yazısı, fragman şeklinde korunan en eski metin, Arapça el yazılı olarak, 15. yüzyıla ait ve 282. gecede aniden sona eriyor. Bu metin, 18. yüzyılda, çevrilmek üzere, Fransız oryantalist Antonie Galland’a sunuluyor. Galland, bu masalları, ona Suriyeli kaynaklardan ulaştırılan hikayelerle tamamlıyor. 1001 Gece’nin Galland versiyonu, bu masal koleksiyonunun önemli bir karakteristik özelliği olan erotik pasajları dışarıda bırakır. Bunun yerine basit, daha anlaşılır ve öncelikle çocuklara yönelik olan yapmacık bir dil hakimdi bu versiyona. Galland’ın uyarlaması ve düzenlemeleri, yalnızca Avrupa’da değil, Arapçaya yapılan yeniden çevirilerle, Arap ülkelerinde de, 1001 Gece’nin izleyen baskıları üzerinde uzun bir dönem boyunca etkili oldu.

Galland ile benzer şekilde 19. Yüzyılda, Almanya’da, araştırmalarına çok şey borçlu olduğumuz ünlü Jacob ve Wilhelm Grimm kardeşler masal bilgisini bilime dönüştürerek masalları derlemeye başladılar. Çoğunlukla yalnızca ağızdan ağza anlatılan hikayeleri bir araya getiriyorlardı. Araştırmalarını yaparken kendilerini Almanca konuşulan yerlerle sınırlı tutmadılar. Grimm Kardeşler, kuzey ve güney Avrupalı kaynakları da bir araya getiriyorlardı. Başta masal koleksiyonları olmak üzere pek çok söylenceyi derleyen Grimm Kardeşler, bu metinlere çok fazla müdahalede bulundular. Özellikle erotik ve dönemin bakış açısından yüz kızartıcı gibi görülen pasajları çıkardılar ve masal koleksiyonlarını adım adım, “çocuklara uygun” bir hale getirdiler. Günümüzde göze batan masallarda sıkça karşılaşılan vahşilik dönemin bakışıyla çocuklara uygundu.

Masallar üst başlığı halk masalları ve sanat masalları olmak üzere ikiye ayrılır. Yukarıda anılan örneklerdeki masal koleksiyonlarının oluşumu da gösteriyor ki, esas olarak, sözlü anlatı olan ve çoğunlukla pek çok biçimde söylenegelen halk masalları, dönemin koleksiyoncuları ya da çevirmenlerinin yeniden işlemeleri ve belirli bir edebi, “sanatsal” etkiyle onlarla ilgilenmeleri sonucu korundular. “Sanat masalları” ise bir yazarın kaleminden çıkar. Çoğunlukla kendi anlatım tarzlarına göre bir yönelimleri olur ve içerikleri daha önce “halk masalların”da olanlarla uzlaşır. Ama sıklıkla daha karmaşık bir tema işleniyor sanat masallarında. Öne çıkan ve edebiyat bilimi açısından önem taşıyan üç örnek olarak, Jonathan Swift’in Gulliver’in Seyahatleri (1726), Lewis Carrol’un Alice Harikalar Diyarında (1856) ve Antonie de Saint-Exupéry’nin Küçük Prens adlı eserleri anılır. Ama, halk masalları ve sanat masalları arasındaki geçişlerin nasıl da akışkan olduğu, ünlü Danimarkalı yazarlardan Hans-Chiristian Andersen (1805-1875) örneğinde gösterir.

Seyahatleri, onu Osmanlı İmparatorluğu’nun içlerine kadar götüren Andersen de, Grimm Kardeşler gibi halk masallarını topladı. Daha sonra bunları kendisine has edebi tasavvuruna uygun bir şekilde düzenledi ve kendi masal koleksiyonlarına koyduğu Kralın Yeni Giysisi öyküsünde olduğu gibi, söylenegelen maddi sanat masalların etkisiyle yeniden yazdı. Böylece şunu görüyoruz ki, bugün halk masalları olarak tanımladıklarımız, kendi dönemlerindeki derleyen, yayıma hazırlayan ve yayımlayanlarının, ciddi şekilde düzeltici, değiştirici ve ayrıca sorgulayıcı etkisi sonucu ortaya çıkıyorlar. Özellikle, çocuklara yönelik bu eğilim ilk dönemlerdeki müdahalenin sonucudur.

1001 Gece örneğinde Alman oryantalist Claudia Ott, 21. yüzyılın başlarında, Galland’ın da kullandığı ve Arap el yazması versiyonun orijinaline mümkün olan en sadık halini düzenledi ve en azından bilinen ilk yazılı haline filtresiz bir geçiş sağladı ve bu eserin yayınlanmasını sağladı. Ve Claudia Ott, 2010’da Tübingen Üniversite Kütüphanesi’nde spektaküler bir araştırma bulgusu ele geçirdiğini duyurdu: 100 yıl kadar öncesinden, 242. Gece’den 542. Gece’ye kadar olan metne ait el yazması Arapça bir kayıt. Bu kısa bir zaman içerisinde (2012) çevrilip yayınlandı.

1001 Gece’nin ilk anlatılan hikayelerinin nasıl dinlendiği, kimin kime, tam olarak ne zaman, nerede ve ne niyetle anlattığı, daha sonra nasıl başkalarına aktarıldığı, nasıl sürekli yeniden yayıldığı ve nasıl ilaveler yapılarak anlatılmaya devam edildiği, cevabını yalnızca her masalın memleketi olan kendi hayal dünyamızda bulur.

Almancadan Çeviren: Bülent Özçelik 

BİNBİR GECE MASALLARI, Antonie Galland, Çev. : Âlim Şerif Onaran, Yapı Kredi Yayınları, Mayıs 2001


Masalın Anlattıkları, Antropoloğun Anladıkları (Elif KANCA)

Başlangıçlar: Varoluş Yokoluş Eşiği 

Masal, her dilde, “kendine özgü söylenme biçimi”yle başlar. Bu nedenle hemen herkes, kendi diline ait kalıp-sözü duyduğunda, bir masalın başlamak üzere olduğunu anlar. Bir varmış, bir yokmuş… Böylece masal ile yaşam/gerçek/kutsal yani kalan her şey arasındaki sınır çizilir; sıra dışı bir şeyler başlamak üzeredir. “Öteki” dünyanın yolunu bilen masalcı, dinleyenlere “dünyaları ayıran engeli” aşırıp kontrollü bir gezi yaptırır. Masalcının anlattığı öyküler, insanların ana hatlarını zaten bildiği öykülerdir: Masal kahramanları başlangıçta bir kötülüğe, haksızlığa uğrarsalar da, sonuç iyilikten yana olacak, kahraman mutlaka mutlu sona ulaşacaktır. Giriş ve sonuç klişeleri bunun garantisidir. Çerçevesi bu kadar net çizilmiş bir anlatıya zihni her seferinde yönelten, merakı cezbeden, masal geleneği, karşısında çaresiz kalınmış kötülüğün, iyiliğe dönüşüm “mucize”sini sunmaktadır. Masalın başlamasıyla, kalan her şey bulanıklaşır; seslendiren ve dinleyen çerçevenin en dışındaki gölgelere dönüşür. Artık dünya, mucizeleri yapacak sözündür.

Kendini Anlattıran Masal 

Borges’e göre herkesin bildiği masallar Şehrazad’ın masalının içinde yer alır. Bin bir gece boyunca masal anlatan Şehrazad, aslında ana masalın ve bu masalı kuran temel tez’in kişileşmiş hali olan hükümdar Şehriyar’ın, anti-tezi olan kişidir ve kendisi de bir masal karakteridir. Şehrazad, masal geleneğini inşa eden ve yeniden üreten masalcıların dehasının sembolüdür: Masalcı bir masal kahramanı!... Çünkü masal gerçekliğinin kabulüyle, varoluş ancak masalda olmayla mümkündür; masalları masallara bağlayarak anlatan Şehrazad, böylelikle ölümü erteleyebilmektedir. Masal, kuralları öylesine zorlayıcı bir anlatı türüdür ki, anlatının masal olabilmesi, bağlı olduğu geleneğin dışına çıkmamayı gerektirmektedir. S. Lem’in ifadesiyle masalcı, “baştan kesin olarak kabul ettiği belirli aksiyomlar”la masalını inşa etmektedir. Masal anlatıcısının yaratıcılığı, en güzel masalı yaratmakta değil, icra esnasında kalıp-söz sistemlerini (ölçü formülleri, uzlaşmalı sunuş kurallarını) en iyi kullanan olmasında, “sabit yapılarla” sanatlarını icra etmesindedir. Calvino’ya göre masal, “belleğin ve unutmanın gece”sinde filizlenir. Masalcı, kolektif bellekte olanları çıkarır, unutulanları anımsatır. Benjamin, masalcının yeteneğini hayatını anlatabilmesinde, farklılığını baştan sona bütün hayatları anlatabilmesinde görmektedir. Şu halde masal, masalcının bir aracı olarak gelenek vasıtasıyla toplumsal bellekte olanı sunduğu bir anlatıdır.

Masal’daki Olağanüstü ya da Homo Faber’in Düşleri

“İmkânsız görünen, hatta mahsus imkânsız olarak kurulan” masal evrenine girişle beraber, masalın gerçekliğine dâhil olma başlar. Masalın ayırıcı yönü, aşılması olanaksız engeller değil, engelleri “aşabilme yeteneği”dir. Masallarda engelleri kuran ve aşmayı sağlayan vasıtalar olarak büyülü nesneler, gündelik hayatı kolaylaştıracak ihtiyaçların ikameleri olarak karşımıza çıkarlar. Bu ihtiyacı oluşturan arzunun kaynağı ise, insanın doğasıyla getirdiği eksikliklerdir. Bu eksikliklerin telafileri olarak “kendi kendine diken iğne, kendiliğinden yemeği ocağa koyup pişen tencere” gibi büyülü masal nesneleri Bloch’un çarpıcı ifadesiyle “teknik arzu imgeleri”dir. İnsanın doğa karşısında yetersiz kaldığı her durum için, masallarda en kısa yoldan bir yanıt vardır. Masal nesnelerinin “büyüsü”, doğa nedenselliğini bozma gücüne sahip olmasındandır. Lévi-Strauss için anlatılar, “bazı araçların belirli bir amaca ulaşmak için nasıl olanak sunduğunu” açıklamaktadır. Kültürel dünya, teknik araçlar vasıtasıyla doğanın “üstüne” inşa edilmiş, “insan böylelikle insan olabilmiştir”. İmkânsızla kültürünü ören insanın aynadaki yansıması, olanaksızı gerçekleştiren masal kahramanıdır. Tolkien’in dediği gibi: “perilerin tersine doğaüstü olan insandır”.

Ötekinin yeniden inşası: İyi ve Kötünün Savaşı

Jameson’a göre, iyi ve kötü arasındaki kavramsal karşıtlık, anlatıları kuran temel düzenleyici kategorilerdir ve “öteki türden bütün öznitelikler ve imgeler (aydınlık ile karanlık, yüksek ile alçak vb)” iyi ile kötü altında toplanabilir. Masalları, “İyi ile kötünün savaşı” olarak okuduğumuzda, senaryo oldukça basitleşir: Başlangıçtaki kötülükle yaşadığı toplumdan sürülen çaresizleşmiş masal kahramanı, sonunda kötülüğü yener, kazandığı hazinelerle evine döner. İnsan için en eski düşünce biçimlerinden biri olan ve hemen bütün sözlü anlatı türlerinde tekrarlanan iyi-kötü çatışması çok önemli bir işlevi yerine getirir: “Kötü kavramı, ötekilik kavramı ile birdir”. “Kötü, benden kökten farklı olan her ne ise, onu; tam da bu farklılık yüzünden benim varoluşuma son derece somut ve acil bir tehdit oluşturuyor görünen neyse, onu nitelendirir”.

Masalın kurucu öyküsünü oluşturan iyi-kötü savaşı, aslında biz ve ötekinin sınırlarının sembolik boyutta, bizim lehimize çizilmiş halidir. Topluluğun inşası ve sürekliliğinde etkili bir faktör olan sınır, masalda sembolik düzeyde iyi-kötü karşıtlığı ile kurulur ve pekiştirilir. Sınırın dışında kalan, bilinmeyen dünyanın, muğlâklığının topluluk için anlaşılır kılınması, merkezin bilinen tanımlamalarından hareketle oluşturulur. Bilinen dünyanın sınırları dışında kalan –doğa ve “öteki” toplumlar- ile ara açıldıkça, zamansal ve mekânsal uzaklık arttıkça, olağanüstünün hatları keskinleşmeye başlar. İyi ile kötünün çatışmasıyla anlatılan, sıradan bir maceradan öte, topluluğun temel değerlerinin dinleyenin zihninde sembolik inşası ve pekiştirilmesidir.

Onlar ermiş muradına… 

Calvino, masalların iki türlü sonlandığını anlatır: “Her türlü sınavdan geçtikten sonra erkek kahraman ile kadın kahraman evlenirler, evlenemiyorlarsa ölürler. Bütün öykülerden çıkan kıssanın iki yönü vardır: Biri yaşamın sürekliliği, öteki ölümün kaçınılmazlığı”dır. Masal, “bir varmış, bir yokmuş”larıyla, yaşam ve ölüm arasında gidip gelen bir sarkaçtır… varoluş-yokoluş eşiğindeki insanın yaşadıklarıdır. “Mitolojik kâbus” ile önce çatışacak, sonra da uzlaşacak olan, sıradan insanı bu uzlaşmaya götüren yol, olağanüstülüklerin yaşandığı ormandan geçer. Masal kahramanı düşmanı/kötülüğü yendiğinde değil de, başlangıç noktasına “zaferle" dönebildiği zaman masal mutlu sona ulaşır. Masal kişisi, “neredeyse” alt edemeyeceği olanaksızlıklarla kurulmuş ve bu nedenle olağanüstü olan dünyadaki yolculuğu, olağan dünyaya yani evine ulaştığında kahraman olabilir. Kahramanlığının tanınacağı yer ise, başlangıçta terk etmeye zorlandığı evi ve/veya yaşadığı toplumdur.

Masal kahramanın yolculuğunu tamamlamasını sağlamayan, dâhil olacağı toplumsal sistemin ve ilişkiler ağının “aklı”dır. Oskay’ın ifadesiyle, masal kahramanı “ileride bir gün ‘Kaf dağının arkasındaki ülkelere’ varmak ve oranın adil hükümdarlarının açacağı yarışmaları kazanarak yoksulluktan kurtulmayı düşler”. Bu haliyle masal, “gündelik hayatta insana yeten uslamlamaların ötesine geçemez”, “masalın aklı, tanımlayabildiği sistemi için araçsallaştırılmış akıldır”, bu nedenle “(v)erili toplumsal sistemin rasyonelliğine vakıf olabilme, kabullenme, onun parçası olabilme yeteneği kazandırır”. Masalla, olağanüstü ile gerçekliğin yani “toplumsal/kültürel” olanın sınırı çizilir. Dolayısıyla masalın olağanüstülükleri ve akıl yürütmeleri yaratıcı değil, dâhil edicidir. S. Lem’in söylediği gibi, masalların içsel anlamı, gerçek dünyanın ontolojik özellikleriyle arasındaki karşıtlıktan türemektedir. Tam da bu nedenle, Boratav’ın ifadesiyle, masal, başı sonu olan “insan” macerasını anlatmaktadır.

Masal ve Zaman ya da Varlık ve Zaman (Zeliha ETÖZ)

Masal üzerine çalışan üstatlar, ayırt edici özellikleriyle belirsiz bir zamanda, belirsiz bir mekânda gerçekleşmiş, kişileştirilemeyen –peri, cin, dev, vs- karakterler de dahil, bir duygu ya da özelliğin –iyi-kötü, güçlü, vs- tecessüsü olan karakterlerin yer aldığı bir anlatı tanımında birleşiyorlar. Her anlamda gerçeklikle ilişkisi olmayan hayali bir hikaye karşımızdaki. Demek ki gerçeklikle ilişkili olan şey, belirli bir zamanla, belirli bir mekânla, aralarında gerilimler de olsa birçok duyguya haiz canlı-kanlı kişilerle ilişkilidir. Burada dikkati çeken şey, zaman ve mekân mefhumlarının nasıl ele alındığının gerçeklikle kurduğumuz ilişki açısından önemli bir parametre oluşu. O zaman şu mefhumlara bir parça bakmak, ardından masalın zamanının içerimlerine değinmek, bunun da üzerine çalışanların kabullerinin sınırlılıklarını nasıl gözler önüne serdiğini tespit etmek bize başka bir masal resmi sağlar galiba.

Gündelik hayatta zaman, dahil olduğumuz, bizim dışımızda, ölçülebilen bir şey gibi değerlendirilir. Bu objektif veya doğal denilen de zaman anlayışı. Benzer bir durum mekân için de geçerli. Kant da diyor ki zaman da mekân da bize ait görü formları, dünyayı seyrettiğimiz gözlüklerimiz. Bu anlamda ister ‘içimizde’ isterse ‘dışımızda’ olsun her ikisi de bir sabite. Ancak Görecelik Kuramı, zaman ve mekânın kendi başlarına hiçbir şey olduklarını, mutlak olmadıklarını, zamanın olayların akışından ibaret olmasına karşılık mekânın bedenlerin ve enerjilerin var oluşlarının teşekkülü olduğunu söylüyor. Buradan çıkarılabilecek bir sonuç, zamanın ve mekânın belirliliğinin doğrudan deneyimle ilgili olduğu. Ne deneyimi, tabii ki insani varlığın deneyimi. Şimdi deneyim, insani varlığın hem ürettiği hem de üretildiği bir şey, yani ontolojik bir kategori. Dolayısıyla zamanın içinde olmak ve bir de zamanı olmak veya zamanı deneylemek gibi iki halden söz etmek mümkün. Aslında her halde zamanın içindeyiz, ancak zamanı olmak ve zamanı deneylemek bir parça farklı gibi. Her günkü gidiş gelişlerde, uğraşlarda, saatlerle örgütlenmiş gündeliğin içinde zamanın içindeyiz. İnsani varlığın mevcudiyet hali, şimdiye kapılanmış durumu. Dolayısıyla belli birilerinin yapıp ettiklerinin ‘mütemmim cüzü’. Buradaki deneyim doğrudan varoluşumuzla ilgili. Bu hay huyda geçmiş ve gelecek yok, var da hep saat vs ile ölçülmüş, şimdi endeksli. Bunun değeri elbette var; insani varoluşun kendini sürdürmesinin, varolmasının, ölümlüğüne karşın varlıkta diretmesinin bir yönünü gösterir, ama asıl karakterini değil. İnsani varlığın asıl vasfını açık edecek olan, ölçülen zamanda olmaklıkda değil, ama zamanı deneylemededir. Belki gündeliğin içinde insani varlığın asıl vasfının gücül halde olduğunu, edimsel hale gelemediğini söylemeyi de eklemek gerek. O zaman zamanı deneylemek, zamanı olmak nasıl mümkün? Şimdide kalmayıp geçmişe demir atıp geleceğe yönelmeyle. Bu ne menem bir deneyim içinde olma halidir o halde? Öncelikle an’da olma halidir, bu hiçbir şeyin mevcut olmadığı, ancak mevcut olacaklarla karşılaşmaya açık olma halidir, varolma imkanlarıyla, minvalleriyle neredeyse ‘saf’ hallerinde karşılaşma, duyumlama durumudur. Bu sözün içinde olma halidir. Hayır mistik bir deneyimden söz etmiyorum. Çok ‘alelade’ bir yaşantıdan bahsediyorum: masal dinlemekten, bugün neredeyse aleladeliği bile kalmamış bir durumdan.

Şimdi, insani varlığın asıl vasfını nasıl oluyor da masal açık ediyor? Öncelikle ölçülebilir zamanı askıya almakla, sürekli ötelemekle, aynı şekilde belirsiz zamanın tamamlayanı belirsiz mekânı seferber edişiyle. ‘Bir ormana gitmek’ örneğin, mekânın belirliliğini göstermiyor, hem zaman hem mekân olaylarla, edimlerle teşekkül ediyor, edimlerde anlamını kazanıyor. Ek olarak hatırlanırsa masalda olayların anlatımı geniş zamanda veya mişli geçmiş zamanda dile gelir. Tabii bir de masalların geleneksel başlangıcını, hikayenin gidişatında geçen zamanın ifade ediliş tarzını unutmamak gerekir ki ölçülen zamanı, dolayısıyla zamanda olmaklığı hep askıya almak ve an’da olma halini mümkün kılmak söz konusu. Üstelik olaylardaki edimlerin her biri kim oldukları hiç de önemli olmayan birilerince gerçekleşir, tam da bu nedenle masallarda asıl önemli olan kişilerden ziyade işlevlerdir. Kişiler ve nitelikleri hikayeye renk katar; bunun masalın anlatıcısı ile dinleyicisi arasındaki bağla ve tabii masalın sözlü kültürün ürünü olmasıyla özel bir ilgisi de vardır. İnsani varlığı asıl açık edenin masal olduğunu ve bunun özellikle masal dinleme durumunda zamanı duyumsamanın nasıl yaşantılandığına bakalım: Masal dinleme, şimdiden, her gün olup bitenden uzaklaşmak demek önce, söze dalmak, sözde olmak demek ki insani varlıkla hasbıhal etmek anlamına geliyor, insanı varlığın hallerinde, imkanlarında eyleşmek. Heidegger’in dediği gibi, “söz, hep varolana dair söyleşmek demek”. Her sözde bir düşünce içerildiğini ve masalın sözünün sahibinin masal anlatıcısına ait olmadığını, onun sözü aktaran olduğunu ekleyelim. Hikayede edimler, ya da masal araştırmacılarının deyişiyle işlevler, doğrudan insani varlığın hallerine, imkanlarına işaret ediyor, dolayısıyla bunlar doğrudan varolmaklıkla, varolmaklığı duyumsamakla ilişkili, hatta abartılı gelecek belki ama bu halde Heideggerci ‘korku’nun bile duyumsandığını söyleyebiliriz. Sonuç olarak hikayenin akışına katılmakla geçmişle geleceği şimdiye endekslemeden deneyleyebilmek. Ancak denecektir ki masal dinleyen genellikle çocuktur, dolayısıyla insani varlığın asıl vasfını açık edenin masal olduğunu söylemek pek de bir anlam ifade etmiyor. Masal dinlemenin çocuklara has bir edim olmasının doğrudan modernliğin bir sonucu olması bir yana, bu hatalı gerçek bile varolmanın ne olduğunu ancak ‘çocuk olma halinde’ deneylenebildiğini gösteriyor. Modernlikte insani varlığın asıl vasfını yakalayabilmenin, zamanı deneylemenin ya da Heideggerci ifade ile varolmanın zamansallığını duyumsamanın imkanları oldukça kısıtlı. Masalla edinilen insani varlığa ilişkin deneyimin benzerlerine mitoslarda ve ritüellerde rastlamak mümkün. Sözlü kültürün ürünü olarak mitosları bir kenara bırakırsak, elimizde ritüeller kalıyor, onlara da modernlikte bir parça da olsa yaklaşan tiyatro galiba, ama hangi tiyatro diye de sormak gerekiyor. Tamamıyla sinema değil ama bazı filmler belki, ama belki de en çok şiir:

Ne içindeyim zamanın
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare geniş bir anın
Parçalanmış akışında,
Bir garip rüya rengiyle
Uyumuş gibi her şekil,
Rüzgarda uçan tüy bile
Benim kadar hafif değil.

Ahmet Hamdi Tanpınar



Alice Harikalar Diyarında ve Aynadan İçeri: Masal mı Kara Mizah mı (Zerrin YILMAZ)

Masalların, inatçı çocukları, tatlı rüyalarına uğurlamaktan fazla bir şey olduğunu Alice ile yeniden tanışınca anladım. Aynı zamanda, nihayetinde bir yetişkin yaratıcılığı ürünü olan masal kitaplarının alt metinlerine dikkat edilmesi gerektiğini de. Yıllar sonra beni yeniden Alice’in Harikalar Diyarıyla tanıştıran, Kıymet Erzincan Kına’nın çevirisiyle İthaki Yayınlarından çıkan “Alice Harikalar Diyarında ve Aynadan İçeri” kitapları oldu. Hafızamda kalan o incecik masal kitabından oldukça farklıydı.

Kitapların ön sözlerini okumakla ilgili ön yargımı ilk birkaç sayfadan sonra kırma zorunluluğu hissettim. Kitabın sunuş bölümü ve çeviri sürecine ilişkin saptamalar dikkate değerdi. Çünkü çeviride eserin orijinaline sadık kalmak kadar, eseri çeviri yapılacak olan dilin yapısına uyarlamak da o derece önemlidir. Sanırım, birçoğumuzun çocukluk anılarında kalan haliyle Alice’i okumak, çocuk yaratıcılığını ve aklını hafife almak anlamına geliyordu. Bunun nedeninin, çevirilerin çoğunda kritik bölümleri atlanmış olan Alice Harikalar Diyarında’nın çocuklar için sadece bir “oyalama” aracı olarak kalması olduğunu söyleyebiliriz. Bu hem küçük okuyucuların henüz gerçeklikle uyuşmamış olan zihinlerine hem de her detayı bütünün ayrılamaz bir parçası olan eserin orijinaline haksızlık etmek değil midir? Bu anlamda, acaba yetişkin yaratıcılığı gerçekliğin gölgesinden ne derece sıyrılabilir? Bu belki belli bir noktaya kadar mümkün olabilir ancak Alice Harikalar Diyarı için bunu söylemek güçtür.

Kitabın yazarı matematikçi Charles Lutwidge Dodgson (1832-1889) ya da edebiyatta bilinen adıyla Lewis Carrol, Viktorya Dönemi yazarlarından. Viktorya döneminin gerçekçi çocuk edebiyatına karşın Carroll, Alice Harikalar Diyarında (1865) ve Aynadan İçeri (1871) kitaplarında söz konusu dönem gerçekliğini ironik bir dille eleştirmiş. Adını Kraliçe Viktorya’dan alan dönem, İngiltere’de sanayi devrimiyle birlikte, ekonomik alandaki yenilik ve değişimlerin, yeni sosyal sınıfların oluşumunun doğal sonucu olarak toplumsal yaşamda da çalkantıların ve çelişkilerin belirgin biçimde gözlenebildiği bir dönem olarak karşımıza çıkıyor. 

Mina Urgan’a göre söz konusu toplumsal yapının belirgin özellikleri; ailevi değerlerle saygıdeğer olma merakı ve bunun getirdiği ikiyüzlülük, toplumsal durumlardan ve bireysel koşullardan aptalcasına memnuniyet, cinsel konularda yapay çekingenlik ve sevgisiz evliliklerin saygıdeğer bulunması, para/madde severlik ve alt sınıfların değersiz bulunması, plansız gelişen sanayileşme ve haksızlıklarla dolu çalışma şartları, sanatın salt eğlence aracı olması şeklinde belirleniyor. İşte Carroll da Alice Harikalar Diyarında’da eğitim sisteminden, otoriteye, bilimden sanata döneminin başlıca çelişkilerini ve değişen koşullara uyum sağlama sancılarını ironik bir dille eleştiriyor. Bilimsel ilerlemeyi destekleyen genel politikaya karşın, sorgulama ve eleştirel düşünmeye yönelik temkinli duruş, kitabın dokuzuncu bölümünde Alice ve Düşes arasında geçen şu diyalogla vücut buluyor: “Düşünmeye hiç mi hakkım yok,” dedi Alice, sert bir şekilde, artık canı birazcık sıkılmaya başlamıştı. “Domuzların uçmaya ne kadar hakkı varsa,” dedi Düşes.

Alice yalnızca, düşünen, sorgulayan, merak eden zihni temsil etmiyor. Aynı zamanda, otoriteye itaati de sorguluyor, çocuk saflığı gibi görünen parlak bir zihin ve doğal bir eşitlik anlayışıyla… Örneğin, kraliçenin geçeceği bir tören alanında herkesin yerlere kadar eğilip, kraliçeyi selamlamasını ve “saygıdan” böylece kalarak töreni izleyememesini saçma buluyor Alice: “Herkes izleyemeyecekse bu kadar hazırlık neden yapılmış ki?”

Carroll’un Alice Harikalar Diyarında’dan yedi yıl sonra yazdığı Aynadan İçeri adlı kitabında ise, yazarın mantıkçı ve matematikçi yönünün biraz daha ön plana çıktığını görürüz. Kitabın başlangıç bölümünde bir satranç tahtası ve oyunun (!) bileşenlerinin olduğu olağan dışı bir dünya okuyucuya sunulur. Burada olup biten her şey, adeta bir satranç oyunu gibi kurgulanır. Diğer bir deyişle; buradaki dünya, bir satranç masası üzerinde konumlanmış gibidir. Kitabın her bölümü, Alice’in satranç tahtası üzerindeki hamlelerini anlatmaktadır.

Alice Harikalar Diyarında masal mı, yoksa bir tür kara mizah örneği mi? Tüm bunların ışığında değerlendirildiğinde, Alice Harikalar Diyarında ve Aynadan İçeri kitaplarını tek başına masal kitabı olarak görebilmek mümkün olmuyor. Tam da masalların olağandışılığına sığınıp gerçekliğe kısa bir ara vermek istediğim bir anda, Alice’in ardından atladığım tavşan deliğinin beni böylesi bir toplumsal eleştiri ve dönem değerlendirmesinin tam ortasına bırakacağını bilmiyordum. Kitaptaki her karakterin, döneme ait çelişkili bir durumu ya da saçma bulunan bir ögeyi temsil ettiğini gördüğünüzde, yazarın yaşadığı döneme ilişkin eleştirel saptamalarıyla da karşılaşmış oluyorsunuz. Aslına bakılırsa bu saptamalar yalnızca Viktorya Dönemi özelliklerini yansıtmakla kalmıyor. Belki de Alice’i yeniden okumanın en keyifli ve ilginç yanı, bugünün toplumsal dinamiklerinde de tıpkı Alice’in yaşadıklarına benzer şaşkınlık verici unsurların bulunuyor olmasıdır. Ceketinin cebinden çıkardığı köstekli saatine bakarak telaşla koşan tavşanı düşünün, tanıdık geliyor mu?

Kitabın sonunda Alice, gerçeklikten mi uyanıyor yoksa gerçekliğe mi uyanıyor? Kim bilir, belki bir kez daha koşmak gerek Alice’in ardı sıra… Tavşan deliğinden aşağıya doğru yola çıkıp, aynadan içeri geçerek alışılmışın farklı yüzleriyle karşılaşmak gerek belki… Ne dersiniz?

ALİCE HARİKALAR DİYARINDA ve AYNADAN İÇERİ, Lewis Carroll, Çev.: Kıymet Erzincan Kına, İthaki Yayınları, Mart 2010


Müskürümü Sultan, Keten Eğiren Kadınlar ve Kocakarılar (Zeynep Ceren EREN)

Ben küçük bir kız çocuğuyken, video hayatlarımıza yeni girmişti. Büyükler kadar, küçüklere de hitap ediyordu, VHS kasetlerde uyarlanmış masalları izleyebiliyorduk. Bir tanesi de -tahmin edebileceğiniz gibi- bir Sindrella uyarlamasıydı. Belli sahneler aklımda canlılığını hâlâ koruyor: Masalın sonunda Sindrella’nın kim olduğunu bulmak isteyen Prens’in hizmetkârları Sindrella’nın üvey annesi ve kardeşleri ile beraber yaşadığı eve geliyorlardı. Sindrella’nın meşhur camdan ayakkabısını evdekilere denetmekti amaç; küçücük ayakkabının ayaklarına olmayacağını bilen üvey kız kardeşler içinse yapılacak belliydi. Büyük ve keskin bir bıçakla ayaklarının fazlalıklarını kesmek! Burada bittiğini sanıp da rahatlamayın, ayaklar kesiliyor ve üvey kardeşlerden biri ayakkabıyı giyiyordu. Ayakkabı ayağına tam oluyor, işler yolunda gibi gözüküyordu. Ta ki ayaklarından kanlar sızmaya başlayana kadar… İşin tuhafı, şu an sizi okurken dehşete düşüren bu sahneler, masalın içinde ‘normal bir şekilde’ akıp gidiyordu. Peki, kadınların başlarına gelenler nasıl bu kadar normal olabiliyordu?

Melek Özlem Sezer, “Masallar ve Toplumsal Cinsiyet” isimli çalışmasını tam da bu soru üzerinden kuruyor. Nasıl oluyor da, dans eden sihirli ayakkabılarının verdiği azaptan kurtulmak için ayaklarını kestiren küçük kız Karin’in ya da kötü kalpli kurt tarafından önce yenen, sonra avcı tarafından kurdun karnı yarılmak suretiyle dışarı çıkartılan Kırmızı Başlıklı Kız’ın masalını dinlerken kanımız donmuyor? Sezer’e göre, bunun çeşitli nedenleri var. Bir tanesi evrensel bilinçaltında masalın, simgelerin kendilerine yer bulması ve dinleyenler tarafından anlaşılır olması. Bunun bir örneğine dişilik ve annelik üzerinden kendini üreten arkaik kadın korkusunun masallarda yer alan simgelerinde rastlıyoruz. Masalların dehşetiyle beraber sürüp gitmesinin bir diğer nedeniyse, zamanımızın toplumsal kodları ile uyumlu olması. Zira masalların yazarın deyişiyle bir “hayal disiplini” olarak tanımlanmasının yanında, masalların hâkim kodları onaylayarak düzeni korumaya yönelik çabasını da göz ardı etmek mümkün değil. Belki de bu ikili hali, gelgitli doğası masalları bunca ilginç kılan. Bir taraftan özgürleştirici, düşünmenin ve hayal etmenin önünü açan, diğer taraftansa disipline edici, kontrol eden, sınırlayan masallar. Bir tarafı neredeyse değişmez kalan, hep belirli ortak temalar etrafında dönen, diğer tarafı değişen, dönüşen, zamanın toplumsal koşullarına uygun unsurları içererek ruhunu yenileyen masallar. İyi, kötü, doğru ve yanlışı iktidarın kodlarına göre öğreten klasik, ehlileşmiş masallar, öte yandan “karşı”, “yenilikçi/devrimci”, “aykırı” masallar ya da kocakarı masalları üretip geleneksel kodları tersyüz eden, kendi kuyusunu kazan masallar.

Yazar, masalların bu ikili halini toplumsal cinsiyet bağlamında ele alıyor. Ortak temalardan bahsederken, en çok cinsiyetçi masalların kemikleşmiş olduğunun altını çiziyor. Çalışmanın “İlk öpüşme ve erginlenme törenleri”, “Yuvadan ayrılmanın anlamı” ya da “Kahramanlık miti ve kadınlar”, “Evlilik” gibi alt başlıklarında masal mühendisliğinin hayrete düşüren tekrarlarına tanık oluyoruz: kadınlar ya öpüldüklerinin farkında değiller, ya da canavarları/hayvanları öpmek zorunda kalıyorlar. Yuvadan ayrılarak kendi iktidarını kuran erkek, kahramanlığını kanıtlıyor ama kadın asla kendi isteği ile evden ayrılmıyor, ya üvey anne onu evden atıyor, ya kaçırılıyor, zor durumlara düşüyor ve haliyle kurtarılıyor, korunuyor. Diğer yandan kadın kahraman olmanın ciddi koşulları var: hikâyede erkek evladı olmayan yaşlı bir baba varsa, erkek elbiseleri içinde bir kadın kahraman belirebiliyor, ta ki aşkıyla karşılaşıp evcilleşinceye kadar. Masalın sonu mutlaka evlilikle bitiyor. Yazarın evliliği her derdin devası olarak tanımlaması boşuna değil. Bu arada üvey anne ve kardeşler yerden yere vurulur, yamyamlık (gerçek anlamda) yapar, yasak arzuların peşinde cinselliklerini istedikleri gibi yaşar ve öz babaya çocuklarını öldürtürken, saf ve masum güzel bütün sessizliği/dilsizliği, başına geleni kabullenişi ve çilekeşliği ama sonunda hep kazanması ile genç zihinlere kazınıyor. Tekrar tekrar. Yazarın dikkat çektiği önemli bir istisnayı atlamayalım: Öz anneye pek toz kondurulmuyor. Bunca kadın nefreti içinde yara almadan sıyrılan neredeyse tek kadınlık hali.

Yukarıda bahsedilen türden ortak temalar, kabul gören ve reddedilen kadınlık ve erkeklik rollerine ilişkin çarpıcı örnekler sunsa da, yazara göre modernleşme sürecinde kadının değişen toplumsal pozisyonu masalın ikili doğasını, barındırdığı çelişkili hali daha da besliyor. Örneğin masalın “güzellik ve baht” ile ilgili geleneksel önermesi “evlilik ödülü” iken, kadının kamusallaşması ve dışarıya çıkması ile bu türden içeriye/özel alana dair ödüllerin masalda bir iç çatışma yaratmasından bahsediyor. Yazar bu durumu iki kategori/kadın tipi ile anlatıyor: bağımlı kadın ve bağımsız kadın. Tahmin edileceği gibi bağımlı kadın daha çok özel alanda var olan ve “geleneksel” bir yaşantı süren ev kadını tipini temsil ederken, bağımsız kadın yazarın tanımıyla “kendinden emin, iddialı, geleneksel yaşantıyı andıran her şeye alayla bakan, hatta hor gören, hovarda” kadınları temsil eder. Bağımsız kadın eğitimli ve kariyer sahibi kadındır. Lakin kendi öz niteliklerini geliştiren bağımsız kadın yalnızlığa mahkûmdur, çünkü “ortalama/sıradan” erkeğin “bağımlı kadın arzusu” sıklıkla daha baskın çıkar. Bağımsız kadın, kendi içinde de çelişkiye düşmektedir; zira yazarın “çağdaş kadının bağımsızlık korkusu” olarak adlandırdığı duruma, bağımsız kadının içindeki bağımlı kadın sebep olur.

Diğer yandan “Bugünün kadını/erkeği” şeklinde yapılan yuvarlak analizler, tuhaf bir çelişkiye düşüyor sanki. İki uç pozisyona yerleştirilen kadınlık halleri, kendi içinde öngörülmeyen bir hiyerarşi yaratıyor. Bağımlı kadın ve yaşadığı hayat adı üstünde “bağımlı” olarak tanımlarken, “bağımsız” olanın kendini gerçekleştirmek adına fersah fersah yol gittiğini düşünüyoruz. Bağımsız kadın, bağımlı kadına bir noktada örnek teşkil ediyor sanki. Hâlbuki biliyoruz ki, asıl mesele mücadeleyse, bağımlı kadınlar gündelik hayatlarının o ellerini kollarını bağlayan koşulları içerisinde de direniyor, kendilerine alan açıyorlar. Ayrıca, piyasanın kıyıcı ve sömürücü ilişkilerine bağımlı olan bağımsız kadının bağımsızlığını neye göre tanımlayacağız? Amacım kadınlık hallerinin farklılıklarını silmek değil fakat daha kapsayıcı, kategorileştirmeyen bir feminist bakış açısına ihtiyaç, bu çalışmada kendini hissettiriyor. Bağımlı da olsa kadının özne pozisyonunu veya özne pozisyonu potansiyelini göz ardı etmek, bizi bağımlı kadınların bağımsız kadınlar tarafından kurtarıldığı yeni bir masala götürebilir. Oysaki bir kahramana ihtiyacımız yok! Çünkü kendi masalımızı kendimiz yazabiliriz. Sadece masallarımızı yazmaya çalışırken yan yana durmayı öğrenebilelim, yeter.

MASALLAR ve TOPLUMSAL CİNSİYET, Melek Özlem Sezer, Evrensel Yayınları, Kasım 2010

Gerçeklik Çölünden Cennetler Yaratmak: Hoffmann ve Hesse'den Masallar (Özge Yalta YANDAŞ)

Gaston Bachelard, Düşlemenin Poetikası adlı kitabında, hayal gücünün, “kendine yaraşan dünyayı keşfeden bir ruha tanıklık ettiğini” söyler (2012:18). Bachelard’ın bu tespiti, hem Ernst Theodor Amadeus Hoffmann, hem de Hermann Hesse’nin harikulâde masallarının esin şelâlesinin fenomenolojik coğrafyası hakkında bizlere önemli ipuçları sunar. Bachelard, bu coğrafyanın iklimine dair şunları ekler; “Gerçek bir dünya karşısında insan…dünyanın olumsuzluğuna teslim olur, dünya…insanca olanın yokluğu olup çıkar. Gerçeğe ilişkin işlevimizin gerekleri, kendimizi gerçeğe uyarlamak zorunda bırakır bizi, kendimizi bir gerçeklik olarak kurmak…zorunda kalırız. Ama düş-kurma, kendi özü gereği, gerçeğin işlevinden kurtarmaz mı bizi?...hayal-gücü yoluyla güven dünyasına, güvenen varlığın dünyasına, düşlemenin kendi dünyasına geri döneriz” (2012:15-16).

Alman Romantizminin öne çıkan temsilcilerinden E.T.A. Hoffmann’ın (1776-1822) masalların estetik ve siyasal potansiyellerine yönelik en dahiyane katkıyı yapmış olan masallarının, Napolyon Savaşları’nın sonunda, kapitalist piyasa koşullarının katı olan herşeyi buharlaştığı bir dönemde kaleme alınmış olması, Bachelard’ın tespiti ışığında değerlendirildiğinde, bir rastlantı olmaktan uzaktır (Zipes,1975:132). Onun şiirsellik ile gerçekliği ironik bir tarzda birleştiren masalları, onları Türkçe’ye kazandıran İris Kantemir’in deyişiyle, “günlük sıradan yaşamın içinde sıkışıp kalmış ancak içindeki daha yüce bir düzeye erişme özlemini bastıramayan insanın” ruh halinin çeşitli vehçelerini yansıtan aynalar sunar bizlere (2008: viii).

Hoffmann’ın 1814 yılında yayımladığı Altın Saksı: Zamanımızda geçen bir peri masalı adlı eseri, bu bağlamda, özellikle dikkat çekicidir. Hoffmann’ın rüyalar, hayaller, mitler ve gerçekliği biraraya getiren bu muhteşem eserinin baş kahramanı, kendisini, iki farklı yaşam biçimine uzanan bir yol ayrımında bulan Anselmus’tur. Anselmus, bir yandan rektör yardımcısı Paulmann, kayıt işleri müdürü Heerbrand ve yaşlı cadının temsil ettiği rasyonalizm, yararcılık ve baskının şekillendirdiği düzenli ve kısıtlayıcı bir burjuva hayatına davet edilmekte ve hanım hanımcık Veronika ile evlenmeye teşvik edilmektedir; diğer yandan arşivci Lindhorst’un temsil ettiği yaratıcılık, hayalgücü ve özgürlüğe kışkırtılmakta, içindeki yazarı keşfetmekte ve Serpentina’ya duyduğu tutkulu aşkın izinde kayıp cennet Atlantis’e adım adım yaklaşmaktadır (Zipes, 1975: 133). Bu yol ayrımının yarattığı çatışmalı ruh halleri, masalı oluşturan on iki gece nöbeti çerçevesinde, fanteziler, rüyalar ve gerçekliğin şiirsel anlatımının içiçe geçtiği bir girdap biçiminde tasvir edilir. Sonunda, yaratıcılık – hayalgücü - özgürlük; rasyonalizm - yararcılık - baskıya üstün gelir. Anselmus, gerçekliğin çölünden tutkulu aşkının izinden giderek kurtulur; içindeki sanatçıya ulaşarak, göz kamaştırıcı Atlantis’e de adım atmış olur.

Hoffmann’dan yüzyıl sonra, 19. yüzyıl Alman Romantizminin izinde, çok çeşitli düş dünyaları yaratan Hermann Hesse’nin (1877-1962) masallarının gerçeklik ve hayal gücü arasında kurduğu ilişkinin de, Bachelard’ın işaret ettiği iklimden beslendiği ileri sürülebilir. Peter Heller’ın dikkat çektiği üzere, Hesse, gerçekliğin her zaman hayal kırıklığı yarattığını düşünür; gerçeklikle baş etmenin en uygun yolunun, ondan daha güçlü olduğumuzu düşlerden yapılmış cennetler yaratarak göstermekten geçtiği kanısındadır (1954: 137-138). Hesse’nin, Birinci Dünya Savaşı’nın tan kızıllığında kaleme almaya başladığı masallar, işte bu kavrayış çerçevesinde, Hoffmann’ın ironik tarzını bir adım öteye taşır. Hesse’nin hayal kırıklığı kuşkusuz Hoffmann’ın deneyimlediğinden daha derindir çünkü içerisinde yaşadığı Avrupa, bir dünya savaşının kıyısında durmakta ve bir diğer dünya savaşının içine yuvarlanmak üzere emin adımlarla ilerlemektedir.

Hesse’nin 1918 yılında yayımladığı Avrupalı adlı masal, onun içerisinde kıvrandığı bu hayal kırıklığının emareleri ile dolup taşar. Masalın ilk cümleleri mânidardır: “Sonunda Tanrı onları gördü ve kanlı bir savaş nedeniyle dünyanın tükenen günlerini, büyük bir sel yollayarak kendisi sona erdirdi. Sel baskını bu eski gezegenin utanç duyduğu her şeyi yıkayıp götürdü. Kanlı karlarla kaplı savaş alanlarını…çevrelerinde onlar için ağlayanlarla birlikte çürümüş ölüleri…öldürmeye istekli olanları, yoksul düşenleri, açlıktan ölmek üzere olanları…” (1993:153). 18. ve 19. yüzyıl boyunca, şiir, müzik, edebiyat ve felsefe eken Avrupa kültürünün, 20. yüzyıla gelindiğinde bütüncül bir çılgınlığın pençesine düşerek ölüm üretmekten kaçınamayışını hazmedemeyen Hesse (von Strukrad, 2010: 88), masalın ilerleyen satırlarında, bu gidişatın mihenk taşlarını örmekten sorumlu tuttuğu araçsal aklın ve endüstri devriminin evlatlarından Avrupa teknolojisinin sel baskını karşısında verdiği yılmaz mücadeleyle eş zamanlı yürüttüğü savaşı alaya alarak, yaşadığı hayal kırıklığını ironiyle bastırmaya çalışır (Wilde, 1999: 88). Hesse’nin, insanın günden güne ruhunu kaybetmesine yol açan yıkıcı ve kaotik kuvvetlerle yüklü modern dünya kavrayışı, masalın geri kalanında, dünyadaki her bir canlıdan bir çift örneğin yer aldığı Nuh’un gemisinde kendisine yer bulmayı başaran yegâne Avrupalı’nın gemide yer alan diğer insanlarla ve canlılarla yaşadığı uyumsuzluğa yaptığı vurguda daha da belirginleşir. Avrupalı’nın insanlığın mutluluğunun kendilerine bağlı olduğunu ileri sürdüğü analitik güçlerine dayanarak diğer canlıların ve insanların becerilerini küçümseyen, yargılayan tavrının yalnızlaştıcı etkileri masal boyunca işlenir. Ne var ki, Hesse, bir karamsar değildir. Sihirli bir mekâna, kutsal dağın doruğunda yeni bir yaşama yelken açan masalın sonunda, Hesse’nin modern zamanların yarattığı terörün panzehiri olarak ileri sürdüğü hümanizminin, insanca olanı doğa ile aklın arasına yerleştirdiğini; Avrupalı’nın yalnızlaştırıcı analitik yeteneklerinin ancak ve ancak diğer dünya insanlarının becerileriyle dengelenerek ve doğa ile bütünleşerek yararlı olabileceğini; ancak ve ancak dışlayıcılığın her türlüsünden uzaklaşılarak, çeşitliliğe kucak açılarak insanlığın bir çıkış imkanına sahip olabileceğini düşündüğünü kavrarız.

Peki biz bugün, Hoffmann’ın masallarından iki yüzyıl ve Hesse’ninkilerden yaklaşık yüzyıl sonra neredeyiz ve nereye gitmekteyiz? Bu zor sorunun cevabını, kendilerine yaraşan dünyalar keşfeden ruhlara tanıklık eden ve gerçeklik kavrayışımızı kuran yeni yollar keşfetmeye devam edecek olan masallara bırakalım dilerseniz.

SEÇME MASALLAR, E.T.A. Hoffmann, Çev: İris Kantemir, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Temmuz 2008
MASALLAR, Hermann Hesse, Çev.: İris Kantemir, Can Yayınları, Ocak 1994


Değirmenci ile Baykuş

Yalnız bir değirmenci ile yaralı bir baykuşun yolu masmavi sularla çevrili bir adada kesişti. Değirmenci, küçük baykuşu çok sevdi. Yalnızlığını paylaştığı deniz fenerinin yerini alan baykuşun yaraları iyileşince de dostlukları sürecek mi hikayenin sonunda göreceğiz. Göknil Genç’in yazdığı ve Vaqar Aqaei’nin resimlediği bu hikaye dostluğu anlatırken yalnızlığı da çok güzel betimliyor.

Değirmenci ile Baykuş
Yazan: Göknil Genç
Çizen: Vaqar Aqaei

Ayı Yavrusunun Uykusu Nereye Kaçtı?

Sizin hiç uykunuz kaçtı mı?

Uzun kış uykusuna yatmak üzereyken, kötü davrandığı için uykusu tarafından terk edilen yavru aycığın can sıkıntısını görünce, uykunuzun kıymetini anlayacaksınız. Ayı yavrusu, mimik fil ve fındık faresinin, uykularının peşinde sürdükleri nefes kesen serüvenlerini okuyunca güzel bir uyku çekeceksiniz.

“Küçükler kadar büyükler de bu harika öyküyü çok beğenerek okuyacaklar.”


Ayı Yavrusunun Uykusu Nereye Kaçtı?
Yazan : Z. Suna Dölek
Resimleyen : Sedat Girgin

Memo ve Ay

Mavi Bulut Yayınları’nın ilk öyküler kitabının beşinci kitabı “Memo ve Ay” çocuk kitaplarında temel bir konu olan anne sevgisini işliyor. Küçük Memo gerçekten küçücük; boyu da küçücük, yaşı da… Küçük Memo’nun pek de küçük olmayan bir annesi var. Memo tüm çocuklar gibi annesini çok seviyor ve ne kadar çok sevdiğini göstermek için annesine kocaman bir hediye vermek istiyor. Gece pencereden bakarken annesine alacağı hediyeyi buluyor: Ay!

Memo herkes gibi en değerli hediyeyi vermek istiyor annesine. Ama Ay’ı elde etmek o kadar da kolay değil. Bunun için kendisine yardım edecek bir sürü kişi bulması gerekiyor.

Memo ve Ay
Yazan: Alice Briére – Haquet
Çizen: Célia Chauffrey
Çeviren: Sumru Ağıryürüyen
Mavi Bulut Yayınları

Mahir Çayan: Toplu Yazılar

Türkiye devrimci hareketinin tarihine damgasını vuran Mahir Çayan'ın 'Toplu Yazılar' kitabı, BirGün Kitap tarafından yayına hazırlandı. Devrimci Yol'un baskısını takip ederek yayına hazırlanan 'Toplu Yazılar"ın bir anlamda 35 yıl sonra ikinci baskısı yapıldı. Mahir Çayan'ın yazıları, 72'de Kızıldere'de katledilmesinin ardından o dönemin devrimcileri arasında 'teksirlerle çoğaltılarak' okunup tartışıldı. Ocak 1978'de Devrimci Yol yayınları tarafından bunlar derlenerek, Mahir Çayan'ın “el yazmaları” üzerinden yapılan bir çalışma sonucunda “Toplu Yazılar” olarak yayınlandı.

İsteme Adresi: Atatürk Bulvarı No:127 Kat:10 Bakanlıklar-Ankara Tel: 0312 425 13 16

Toplu Yazılar
Yazar: Mahir Çayan
Yayınevi: Birgün Kitap

Şeytanın Çocuğu

Kitapta, küçük yaşta bakımevine bırakılan Jerry Coyne’un şiddet ve tacizle geçen çocukluğunun gerçek hikayesi anlatılıyor. Yaşadığı dehşet dolu günlerin ve sonrasındaki hukuk mücadelesinin kaleme alınmasında Coyne’un en büyük destekçisiyse kitabın gölge yazarı Jane Smith. Coyne, Türk okuyucusuna ithafen yazdığı mektubun bir bölümünde şöyle diyor: “Yazdıklarım tek bir kişiyi bile adaleti aramaya yüreklendirirse kitabım amacına ulaşmış demektir. Türkiye’de ve tüm dünyada istismara maruz kalan çocuklar ‘normal’ bir yetişkin olma şanslarını yitirmişlerdir. Bizler, çocukluğumuzun kâbuslarıyla ve kafamızın içindeki iblislerle yaşarız. Bu güvensizlik ve utanç duygusunu hafifletebilmenin tek yoluysa, bize yapılanları saklamak yerine, sesimizi duyurmaya çalışmak ve hakkımızı aramaktır.”

Şeytanın Çocuğu
Yazar: Jerry Coyne
Yayınevi: Trend Yayınevi

Yeni Kültürel Çalışmalar: Kuramsal Serüvenler

Arkadaşımız Onur KARTAL tarafından çevirisi yapılan “Yeni Kültürel Çalışmalar: Kuramsal Serüvenler”, yeni kuramsal serüvenler, yeni kuramcılar, yeni dönüşümler ve yeni serüvenler ana başlıkları altında yaşadığımız yüzyılın kuramla olan ilişkisine farklı açılardan bir bakış getiriyor. Kültürel çalışmalar alanında, “kuram”ın geçmişe, bugüne ve geleceğe dair rolünü belirlemeye çalışırken yeni yönler ve çalışma alanlarını keşfe çıkıyor. Yapısöküm, Post-Marksizm, Etik ve Alman Medya Kuramı üzerinden genel çerçeveyi çizerken, Deleuze, Agamben, Badiou ve Zizek’in felsefeleriyle kültürel çalışmalar arasında her biri farklı akademisyenler tarafından ele alınmış makalelerle bağlantı kuruyor.

Yeni Kültürel Çalışmalar: Kuramsal Serüvenler
Derleyenler: Gary Hall Ve Clare Birchall
Yayınevi: Say Yayıncılık 

Kapital’i Sahnelemek

Kapital’i Sahnelemek’te Fredric Jameson hem eser üzerine tartışmaları yeniden ele alıyor hem de metne sadık kalarak yeni bir çeviri sürecine girişiyor ve Kapital’in aslında işsizlik üzerine bir kitap olduğu gibi çarpıcı sonuçlar çıkarıyor: “Kapitalizmin her aşaması bir yandan onun özüyle ve yapısıyla uyumlu iken (kâr güdüsü, birikim, genişleme ve ücretli emek sömürüsü) aynı zamanda kültür ve gündelik hayatta, toplumsal kurumlarda ve insan ilişkilerinde bir başkalaşmaya işaret ediyor. Bugün Kapital’e yönelik yapılacak yaratıcı bir okuma, bir tür çeviri süreci olarak görülebilir.”

Kapital’i Sahnelemek
Yazar: Fredric Jameson
Yayınevi: Sel Yayıncılık

Sinema ve 12 Eylül

Türk Sineması üzerine röportaj, yazı ve belgesel filmler üreten Mesut Kara’nın ´Sinema ve 12 Eylül´ adlı kitabı Agora Kitaplığı Yayınları tarafından satışa sunuldu. 12 Eylül Darbesinin sinemaya olan etkileri ele alınan kitapta, toplumsal bellek açısından önemli olup, ‘siyasal dönem filmleri’ olarak da değerlendirilen filmlerin, ele aldıkları dönemi, o döneme ait olguları, yaşanmışlıkları işleme, dönemle hesaplaşma açısından yetersiz ve etkisiz kaldıklarını, yaklaşımlarının yüzeysel olduğu tespit ediliyor. Mesut Kara’ya göre 12 Eylül’deki yenilginin yarattığı yılgınlık ve umutsuzluk, ‘gelecek düşü’nü, başka bir dünya düşünü de yok etmiştir; gelecek yoktur.

Sinema Ve 12 Eylül
Yazar: Mesut Kara
Yayınevi: Agora Kitaplığı

Gözetim Çalışmaları

Kitapta kapalı devre televizyon, radyo frekansı aracılığıyla teşhis ve biyometri alanındaki teknik gelişmeler üzerinden doğrudan yerel gözetim konusundan gözetim sistemlerini uluslararası çapta bütünleştiren küresel yaklaşımlara kadar tüm gözetim çalışmalarını enine boyuna inceliyor. Gözetim kavramı, “koruma”dan “denetleme”ye dek birden fazla anlamıyla ele alınıyor ve gözetlenenin “görünürlüğü” en az araştırma, tasnif ve yargılama güçleri kadar ciddiye alınıyor. Kitap, uluslararası örneklere ve birkaç disiplinin bakış açısına eğiliyor. Sosyologlar, siyaset bilimcileri ve coğrafyacılar kendi eserlerindeki belli başlı konuları burada bulabilirler.

Gözetim Çalışmaları
Yazar: Davin Lyon
Yayınevi: Kalkedon Yayınları

AKP Devri: Türkiye Siyaseti, İslâmcılık, Arap Baharı

Yüksel Taşkın, AKP Devri’nde bir araya getirilen yazılarında Türkiye’deki sağ ve İslâmcı gelenek içinde bu siyasal partinin özgünlüğü meselesini tartışırken, bir yandan da İslâmcılık düşüncesinin geçirdiği dönüşüme odaklanıyor. Milli Görüş çizgisinden neo-liberal bir sağ muhafazakâr partiye giden yolculuğun geçtiği aşamaları, partinin kendi gelenek ve tarihiyle, “küresel durum”a verdiği yanıtlar arasındaki gerilimler üzerinden anlamaya çalışıyor. Kitabın son bölümünü oluşturan ve Ortadoğu genel bağlamı içinde Arap Baharı dönemine odaklanan yazılar ise AKP devrine denk düşen, Arap coğrafyasını ve İslâmcı siyasal hareketleri de etkileyen mücadeleleri Tunus, Mısır ve İran üzerinden inceliyor.

AKP Devri: Türkiye Siyaseti, İslâmcılık, Arap Baharı
Yazar: Yüksel Taşkın
Yayınevi: Birikim Yayınları

Düğümlere Üfleyen Kadınlar

Ece Temelkuran’ın Tunus’ta geçirdiği dönem içerisinde kaleme aldığı “Düğümlere Üfleyen Kadınlar” romanı, Everest Yayınları tarafından yayınlandı. Bir kadının kalbini fena kırmış bir adam... O adamı öldürmek için çölü geçmeyi göze almış dört kadın... Düğümlere Üfleyen Kadınlar bu yolculuğun romanı. Ne kadar sevilse de tamir olmayan o yaralı coğrafyada, Ortadoğu’da geçiyor. Saraylar devrilip, meydanlar dolarken sorular kalıyor geriye. Her yola en az bir soruyla çıkılır çünkü: Bir kadın ya da bir ülke nasıl sevilir sahiden?

Düğümlere Üfleyen Kadınlar
Yazar: Ece Temelkuran
Yayınevi: Everest Yayınları 

Kürt Kadınların Penceresinden

Kürt kadınların 1990’lardan beri sürdürdükleri mücadele hem resmî hem de gayri resmî kimlik politikalarına karşı çok katmanlı bir hak ve eşitlik talebine dönüştü. Kürt kadınların siyasal katılımından ve temsilinden yola çıkan Handan Çağlayan, savaşın tahribatının bütün boyutlarıyla sergilenmesi ve gerçek bir barışın inşa edilebilmesi açısından, bu çabanın ne kadar değerli olduğunu gösteriyor. Handan Çağlayan’ın 2006-2011 yılları arasında yaptığı çalışmalara dayanan makaleler, milliyetçilik, resmî kimlik politikaları ve toplumsal cinsiyet arasındaki ilişkiyi irdelerken, direnç noktalarımızı ve kördüğümlerimizi apaçık ortaya koyuyor.

Kürt Kadınların Penceresinden
Yazar: Handan Çağlayan
Yayınevi: İletişim Yayınları 

Bir Solgun Kadın: Selçuk Baran (Tomris SAKMAN - Tayfun TOPRAKTEPE)

60’lı yılların ortalarında “Haykırmalıyım,” diyerek başlamıştı yazmaya Selçuk Baran. “Söylemeliyim. Sonra da bu yetmemeli. Haykıracak sözüm olmalı. Haykırmalıyım. Ve söyleyecek sözüm başkaları için olmalı. Kendim için söyleyeceklerimi ancak çok sonra başkalarına duyurabilirim.” Edebiyat dünyasına adım attığında -erken yaşlarda başlamıştı yazmaya ama okurlarla paylaşması ancak 1968’de, otuz beş yaşında olabilmişti- büyük bir coşkuyla karşılandı Selçuk Baran. İlk romanı Bir Solgun Adam, 1974’te Milliyet Yayınları Roman Yarışması’nda mansiyon aldı ve bir yıl sonra basıldı. 1977’de yayınlanan Anaların Hakkı adlı öykü kitabıyla 1978 yılında Sait Faik Hikâye Armağanı’nı Adnan Özyalçıner’le paylaştı. Bu öykü kitabını 1984’de Kış Yolculuğu, yine 1984’de Tortu, 1989’da Yelkovan Yokuşu ve 1992 yılında Arjantin Tangoları adlı öykü kitapları izledi. Orhan Pamuk’la Mehmet Eroğlu’nun birinciliği paylaştığı 1979 Milliyet Yayınları Roman Yarışması’nda, Bozkır Çiçekleri adlı romanı mansiyon aldı. Ama Baran bu romanı ancak 1987 yılında bastırabildi.

BİR YAZMA KIRGINI

İnci Aral’ın cümlesiyle “Bir yazma kırgını”dır Selçuk Baran. Necip Tosun ise onunla ilgili bir yazısında düşüncelerini şöyle belirtir: “Dergilerde düzenli olarak yazan, yazı kurullarında yer alan, öykü davası güden bir yazar değildi. Ne kendi sanatı hakkında konuştu ne de genel sanat ortamında boy gösterdi. Dergilerden, yayınevlerinden hep uzak durdu. Bir edebiyat mahfilinde yer almadı. Daha çok kitaplarıyla göründü. Önemsenmek için özel gayretleri, çıkışları olmadı. Belki de günümüz yazarlık imgesini beğenmedi, önemsemedi. Ama kıyıcı edebiyat dünyası bu inceliği fark edemedi.”

KENDİ CÜMLELERİYLE SELÇUK BARAN

Hukuk kariyerini yarıda bırakan Selçuk Baran’ın büyük bir aşkla evlendiği eşiyle arasındaki çözülmez sorunlar, aradığı mutluluğu evlilik hayatında da bulamamasına neden olur. Çünkü Arjantin Tangoları’nda da yazdığı gibi, “Aşk, evlilik için kullanılmaz.” Küçük yaşlardan beri yazmaya-okumaya duyduğu ilgi, eşiyle aşkının getirdiği mutsuzluk, çocukların ve evin sorumluluğunun Selçuk Baran’ı sürüklediği nokta umutsuzluktu. Günlüklerine karaladığı cümleler ise bu umutsuzluğun seslenişleriydi: “Kitap okumayalı küçük şeyler düşünmeye alıştım, ufkum daraldı. Hayatı kıyasıya yaşayamadığımdan şikâyetçiyim. Buna sebep, derinliğine duyuşlardan yoksun oluşum mu, yoksa çok çeşitli duygular arasında bocalayışım mı? Bazen uslu, akıllı bir kedicik oluveriyorum. Çocuklarım ve kocamın sevgisinden başka bir şey istemem gibime geliyor. Sonra çapraşık, ne olduğunu tam kestiremediğim fikirler; ne olduğu meçhul hisler beni sımsıkı kavrayıveriyor. Onları çözebilsem belki rahat ederdim. Ama o kadar az vaktim var ki. Hepsini şuurumun altına itiyorum. Orada boğuşup duruyorlar. Bu boğuşmadan vücudum yorgun ve halsiz düşüyor.”

Kitaplarında şimdiyle geçmiş arasından doğan çatışmaları, kaybedilen, biten sevgileri, hayatın yorduğu umutsuz insanların iç sıkıntılarını, geçmişle hesaplaşmalarını anlatmayı tercih eden Selçuk Baran’ın kişisel hayatı da eserlerinden farklı değildir: “Geçenlerde yaşamam için mutlu olmamam gerektiğine karar vermiştim. Şimdi de insanları sevmek için onlarla duygu alışverişinde bulunmamın gereksizliğine inanıyorum. Böylece dostluk önemini yitirdi. (tabii böyle olunca aşk da...) Galiba hiç dostum yok benim. Yalnız bazen sessiz bir okur olmaktan sıkılıyorum. Sadece karşımdaki söylemesin, beni de dinlesinler istiyorum. Bir gün hiçbir işe yaramadığımı kabul etmiştim. İşte şimdi de en bilinçli, en gerçek haliyle yalnızlığı kabul ediyorum. Ama bu yalnızlık ucuz edebiyatçıların sıka sıka suyunu çıkarttıkları o gizliden gizliye özlenen yalnızlık değil. Benim yalın katıksız durumum. Bundan ne kurtulmaya ne de yararlanmaya kalkışacak değilim. Sadece gereklerine uygun olarak yaşayacağım yalnızlığımı.”

Selçuk Baran edebiyat dünyasında coşkuyla karşılanmış ve ödüller almıştı ama o, okuyucularına yakın duramamanın mutsuzluğunu yaşıyordu. Yazdıklarını edebiyat çevrelerinin ve ödüllerin değil okuyucuların tartmasını istiyordu. Hem yukarıda Necip Tosun’un cümlelerinde geçen sebeplerden hem de okuyucusuna yakın duramadığı kaygısıyla Selçuk Baran 1994 yılında artık yazmamayı seçti. Ölümünden birkaç ay önce, Tanzimat’tan Günümüze Yazarlar Ansiklopedisi ekibi tarafından kendisine gönderilen Bilgi Formunun 'Eklemek istediğiniz başka bilgiler' bölümüne düştüğü not şöyleydi: “Başarısız bir yazar olduğumu kabullendiğimden, 1994'te yazmamaya karar verdim. O günden beri, herhangi biri olarak hayattan keyif alıyorum.” Gazeteci-yazar Berat Günçıkan'ın "Gölgenin Kadınları” kitabında da Selçuk Baran’ın yazmayı bırakmasıyla ilgili şu cümleleri yer alır: “Bir fikir veriminin etki yapabilmesi için, der Thomas Mann, eser sahibinin kişisel hayatıyla çağdaş neslin genel kaderi arasında gizli bir yakınlık, hatta eşitlik bulunmalıdır. Toplum, kendisinin, bir sanat eserini niçin şöhrete ulaştırdığını bilmez. (...) ama alkışın asıl sebebi, tartıya gelmeyen bir şeydir: Yakınlık duygusu. Demek ki ben, okuruma yakın olmayı beceremedim. Bu yüzden çekilmeyi yeğledim. Gerçi insan başkaları için değil, kendisi için yazar. Ama kendim için yazdığım sekiz kitap, yalnız kendim için olacaksa, yeterlidir diyorum.”

BİR SOLGUN ADAM

Bir Solgun Adam romanı belki de Selçuk Baran’ın kendi yalnızlık destanıdır. Baran, kendisi için çok özel bir çalışma olduğunu söylediği Bir Solgun Adam’la ilgili olarak konuşurken kendini anlatmaktadır: “Biliyorum, umutsuzluğu kimseler üstüne almıyor. Öyle ya, sosyalizm varsa umutsuzluk gündem dışı olmalı. Ama ben umutsuzum. Solgun Adam’ı yaşıyorum her gün. Dünyada bir yabancıyım. Her sabah yabancı gözlerle uyanıyorum. Gün boyu kendimi gizleyerek insanlarla ilişkimi sürdürüyorum; yabancılığımı bir günah gibi taşıyarak ve gizleyerek. Korkunç çabalar harcıyorum. Akşama doğru başkalarını kandırdığım gibi kendimi de kandırmayı başarıyorum; öykülerdeki umut dolu karşı koyuşu yaşıyorum.”

SELÇUK BARAN ÖYKÜ ÖDÜLÜ

1999 yılında hayata sessiz ve küskün veda eden Selçuk Baran adına İstanbul Galapera Kültür ve Sanat Derneği tarafından bu yıl birincisi gerçekleşen öykü ödülünün ilk sahibi “Ocakta Yemeğim Var” adlı dosyasıyla Hakkı İnanç oldu. Ödül seçici kurullarında yer almama kararını “Yaşarken ve yazarken inceliği, duyarlığı, değeri handiyse çiğnenmiş sevgili dost” dediği Selçuk Baran için bozan Selim İleri, ödülün seçici kurul başkanlığında yer aldı. Kurulun diğer üyeleri ise Sezer Ateş Ayvaz, İlknur Özdemir, Mehmet Zaman Saçlıoğlu ve Turhan Günay’dı.

“Bir an önce unutun beni. Tek istediğim, bir zamanlar yaşamış olduğumu unutmak.” diyen Selçuk Baran’ı unutmamak, insanın içinde saklı dramlara incelikle dokunan cümleleriyle tanışmak isteyenler yazarın tüm kitaplarını Yapı Kredi Yayıncılık etiketiyle bulabilirler.