Savaş ve Aşkın, Kaçış ve Hayatı Yeniden Keşfedişin Yazarı: María Dueñas (Nilgün BAYRAKDAR)

Günümüz İspanyol yazarlarının romanlarının pek çoğunda, İspanya İç Savaşının ve hemen ardından gelen İkinci Dünya Savaşının izlerini bulmak mümkündür. Çünkü onlar, bu yakın tarihe bizzat tanıklık etmiş ya da tanıklık edenlerin anlattıkları hikâyelerle büyümüş, savaşın mirasını devralmış bir nesil. Onların hikâyesi, savaşla aşkı, ölümle hayatta kalmayı, kaçışla yeni bir hayatı keşfetmeyi bir sarmal içinde yaşayan insanların hikâyesi.

María Dueñas, romanlarında tarihin izini sürmenin mümkün olduğu, günümüzün en ünlü İspanyol yazarlarından birisi. 2009’da yayınlanan “El tiempo entre costuras” (The Time in Between) romanı, bir milyondan fazla satışla, İspanya’da yakın zamanda en çok satan roman olma niteliğine sahip. İspanya’nın 2007’den itibaren içinde bulunduğu ekonomik krizi de göz önüne alırsak, bu oldukça büyük bir rakam. Yazar romanının 25 dilde yayınlanmasından sonra Avrupa’nın da en çok tanınan yazarlarından biri oldu. Romanı okuduktan sonra aslında bu başarıya çok da şaşırmamak gerektiğini anlıyorsunuz. Zira Dueñas, zamanla aşk, tarih, politika ve moda arasında kurduğu müthiş bağı, sürükleyici bir dille süsleyerek okuyucuyu etkisi altına alıyor. Bir nefeste okuduğunuz romanın son sayfasına geldiğinizde, güzel bir rüyadan uyanmanın bıraktığı o hisse kapılıyorsunuz.

“The Time in Between” aslında María Dueñas’ın ilk romanı. 20 yıldır, İspanya’da Murcia Üniversitesinde İngilizce Dil Bilimi dersi veren, 47 yaşındaki yazar, bir bestseller yazarı olacağının daha önce hiç aklından geçmediğini söylüyor. “Her zaman iyi bir okuyucuydum, her zaman dillerin dünyasına merakım vardı ve her zaman canlı bir hayal gücüne sahiptim. Bir gün bu üçünü bir araya getirmeye karar verdim.”

1940 yılında Fas’ta dünyaya gelen annesinin hikâyeleriyle büyüyen yazarın ilk romanının esin kaynağı bu hikâyeler. Roman, İspanya İç Savaşının başladığı yıllardan İkinci Dünya Savaşına uzanan bir zaman diliminde geçiyor. Kitabımızın ana karakteri Sira Quiroga, Madrid’te terzi olan annesinin yanında 20’li yaşlarına kadar çalışır. Mütevazı bir devlet kâtibiyle nişanlanır. Ancak İç Savaşla birlikte her şey değişecektir. Sira Fas’lı yakışıklı bir gence âşık olur ve onun peşinden Fas’a gider. Fas’ta kendini hayal kırıklığı ve terk edilmişliğin içinde bulması, hayatı ve kendisini yeniden keşfetmesine yol açar. Yıllar önce annesinin yanında edindiği terzilik yeteneği ise hayatını yeniden kurmasını sağlayacak ve elinde kalan tek şeydir. İkinci Dünya Savaşının başladığı yıllarda, Sira artık döneminin en önde gelen modacılarından biri olmuştur. Bir Nazi Subayının eşinin modacısı olarak Madrid’e dönmeye ikna olur. Ancak dünyaya kaosun hâkim olduğu, casusluğun ve ihanetin kol gezdiği bu zamanlarda Sira, aşk, ihanet, casusluk ve politika çıkmazının içine hapsolacaktır.

María Dueñas’ın, üç yıldır okuyucuları tarafından dört gözle beklenen ikinci romanı “Misión Olvido”, geçtiğimiz Eylül ayında yayınlandı. Yazar yeni romanında yine başka bir ülkede kendini ve hayatı yeniden keşfetmek için yola çıkan bir kadının hikâyesini konu alıyor. Romanda yine savaşın kekremsi tadını ve tarihin kokusunu almak mümkün. İlk romanındaki başarısını elde etmesinden şüphe duyulmayan Duñas, ikinci romanıyla İspanyol okuyucuları oldukça heyecanlandırmış gibi görünüyor.

Gazetelerin Geleceği Tartışması (Sanem YARDIMCI)

Akıllı telefonlar, tablet bilgisayarlar gazetelerin sonunu mu getiriyor? İnternet haberciliğinin ve sosyal paylaşım sitelerinin gündem üzerinde her geçen daha çok etki etmeye başlaması, gazeteleri bir gün tamamen gereksiz mi kılacak? Almanya’da “Financial Times Deutschland”ın artık yayınlanmayacağı haberine, sosyal demokrat “Frankfurter Rundschau”nun iflası eklenince, internet çağında yayıncılık ve basılı kâğıdın geleceği çeşitli gazetelerde ve internet sitelerinde tartışma konusu oldu.

Tartışmaya basılı gazete tarafından yaklaşanların temel argümanları, ancak basılı yayınlarında kaliteli haberciliğin mümkün olduğu düşüncesi ve internet yayıncılığındaki Amazon, Google gibi büyük şirketlerin belirleyiciliği oldu. Haftalık yayınlanan bilinçli okurun gazetelere sahip çıkacaklarına dair inancı, yavru köpek fotoğrafı ile görsel hale getirmeyi seçen “Die Zeit” gazetesi, geçtiğimiz haftanın manşetini bu konuya ayırdı. “Frankfurter Algemeine Zeitung”tan Frank Schirrmacher ise, geçtiğimiz yıllarda e-kitap okuyucularının telif hakları sorunu nedeniyle bir gecede, satın aldıkları kitapları kaybetmeleri gibi örnekler üzerinden, basılı yayınların hâlâ önemli olduklarının altını çiziyordu. Google ve Amazon gibi büyük şirketlerin Silikon Vadisi kapitalizminin, haber alma özgürlüğüne ket vurmasına izin verilmemesini salık veridi. Schirrmacher’in yazısı, büyük yayınevi patronlarının haber alma özgürlüğü konusunda nerede durduklarını dair soruları yanıtsız bırakırken, Frankfurter Rundschau’nun eski redaktörü Wolfgang Storz, “die Tageszeitung” gazetesinde, gazetelerin demokrasinin önemli bir unsuru olduğu ve dolayısıyla devlet tarafından desteklenmesi gerektiğini dile getirdi.

Devlet desteğinde gazeteciliğin, ne anlama geldiğini iyi bilen Türkiyeli okuru gülümsetecek bu yorumlara karşılık, uzun süredir Almanya’da elitist gazetecilerin, kapitalizm ve tekelcilik argümanlarına sığınmalarını gülünç bulan yorumlar da tartışmada yerini aldı. Bu çerçevede dikkate değer yorumlar yapan Stefan Niggemeier kendi blogunda yavru köpek masumiyetine sığınan kaliteli gazeteciliği masaya yatırdı. Uzun süredir sadece ajans haberlerini yayınlamaya yönelen gazeteciliği bitirenin tek başına internet olmadığını vurguladı. Thomas Knüwer, medya üzerine değerlendirmelerine yer verdiği blogunda, kaliteli gazeteciliğin sadece basılı yayınla mümkün olacağı düşüncesine karşı çıktı. Knüwer, klasik medyanın üst düzey temsilcilerinin son dönemde yaptıkları işlerle geçer not almaktan uzak oldukları tespitine yer verdi.

Bir Ahlak Kuramcısı Olarak Derrida (Onur YILDIZ)

Post-yapısalcı felsefeye yöneltilen temel eleştirilerden biri normativite ile kurduğu muğlak ilişki oldu. Bu eleştiriler, bir yandan post-yapısalcılığın asıl olarak bir yerinden etme felsefesi olduğu ve normatif yanının zayıf olduğunu vurgular iken, diğer yandan ise post-yapısalcılığın büyük anlatıların yerinden edildiği bir çağda kişisel bir farkındalık ve ahlak kuramından daha fazlası olmadığını savladı.

Benoit Peteers’in ‘Derrida: A Biography’ adı ile İngilizce’de yayımlanan kitabı Jacques Derrida’nın felsefesinin ahlak ile olan ilişkisine dair tartışmayı yeniden öne çıkardı. Tery Eagleton ‘Guardian’ gazetesinin internet sayfasında yayınlanan incelemesinde Derrida’yı insanları basitçe ‘gerçek, aşk, kimlik ve otorite’ konularında konuşurken tam olarak neyi kastettiklerine dair küstah bir kesinlikten uzak olmaları konusunda uyaran bir filozof olarak tanımladı. Adam Schatz ise ‘London Book Review’ de yayınlanan yazısında Derrida’nın hayatının son dönemlerinde adeta uzun yıllar boyunca felsefesine karşı yöneltilmiş eleştirilere cevap niteliğinde kendini bir ahlaki figür olarak kendini yeniden kurduğunu belirtti.

Eagleton, Derrida’yı söylemek istediğini yeni bir yazma ve felsefe yapma tarzı icat ederek söyleyen Kierkegaard, Nietzche, Marx, Adorno ve Walter Benjamin gibi ‘anti-filozoflar’ içinde sayarken; filozofu bir eleştirel düşünce geleneği içine yerleştirme ve bu eleştirel pozisyondan bir ahlaki duruş türetmeye çalışıyor. Schatz ise uzun yıllar Batı felsefesi ve metafiziğinin düşmanı olarak bilinen Derrida’nın aslında yeni Avrupa fikrine inanmış, Amerikan emperyalizmi karşıtı, İsrail karşısında Filistin ile birlikte saf tutan ama biraz da kendi kişisel deneyiminden dolayı İsrail karşıtlığının anti-semitik bir söyleme dönüşmemesi hususunda dikkatli bir sosyal-demokrat olduğunu iddia ediyordu.

Hem Eagleton hem de Schatz’ın incelemeleri Derrida’nın tam da kendi felsefesinde sorunsallaştırdığı metin ve anlam ilişkisini, Derrida’nın metinlerinden ne anlamak gerekir sorusu odağında yeniden üretiyor. Peeter’s ın İngilizceye çevrilen Derrida biyografisi Anglo-Sakson dünyasının Derrida’yı kendi diline tercüme etme ve felsefesini bir ahlak kuramı etrafında yeniden okuma çabalarını ortaya çıkarmış görünüyor.

Paris Kitap Fuarı (Balca CELENER)

İstanbul Kitap Fuarı heyecanının etkilerini hâlâ duyduğumuz şu günlerde, Paris de gelecek büyük kitap fuarının hazırlıklarıyla uğraşıyor. 22-25 Mart 2013 tarihlerinde gerçekleşecek fuar bu sene edebiyatın yanı sıra manga ve çizgi romanları da vitrine çıkaracak. Hem yaratıcılık hem de üretkenlik anlamındaki zenginlikleriyle çizgi romanlar, önümüzdeki fuarın ağır toplarından olacak gibi görünüyor. 2011 yılı satış rakamlarına bakılırsa, yüzde on ikilik oranla kendilerine verilen önemin ne kadar hak edilmiş olduğu görünüyor.

Fransız çizgi roman okurlarını özellikle ilgilendirecek bir gelişme de, fuarda sevilen çizgi kahraman Titeuf’ün yirminci yaşının bir sergiyle kutlanacak olması. Zep takma adı ile tanınan Philippe Chappuis tarafından yaratılan kahramanın ilk macerası 1993 yılında yayınlanmış ve sadece bir kaç bin adet satabilmişti. Fuarda satışa sunulacak yeni sayıdan önceki macera ise ilk baskıda bir milyon adet satarak rekor kırdı. Bu durumda sadece Titeuf’un yeni sayısı için bile önemli sayıda okurun önümüzdeki baharı beklediğini söylemek abartılı olmayacaktır.

Her yıl bir ülkenin onur konuğu olarak davetlisi olduğu Paris 2013 kitap fuarına konuk ülke Romanya, konuk şehir ise Barselona olarak belirlendi. Ayrıca kırkı aşkın ülke fuarda temsil edilecek ve Fransız okuyucusunun bu ülkelerden gelen yazarlarla da tanışma fırsatı doğacak.

Fransız edebiyatı ise iki bini aşkın yazar tarafından temsil edilecek. Yakında açıklanması beklenen farklı temalarda dört yüz konferans ve dört bin yazarla imza günü yapılarak okuyucularıyla karşı karşıya getirilmeleri planlanıyor.

Yaklaşan Paris Kitap Fuarı’nın en gösterişli bölümlerinden biri ise hiç şüphesiz Fransızların milli gurur kaynaklarının en başında gelen mutfaklarını da ilgilendiren yemek kitapları bölümü olacak. Altı yüz metrekarenin ayrıldığı bu bölümde hem yemek ve yemek kültürüyle ilgili kitaplar tanıtılacak hem yazarlarla tanışma, tartışma ve sohbet etme fırsatı bulunacak hem de bazı tariflerin uygulamasına tanıklık etmek mümkün olacak. Geçtiğimiz on yıl içinde yemek kitaplarının baskısının iki katına çıktığı düşünülecek olursa bu bölüme gösterilen özen, karşılığını fazlasıyla bulacak gibi görünüyor. Zaten güzel yemek, üstüne iyi bir kitap, insan daha ne ister ki?

Behruz Kia: Lalelere Requem (Onur AKYIL)

Behruz Kia ile şiir okuru 93 yılında Telos Yayıncılık sayesinde tanışmıştı. Tahran’da, 37’de doğan ozanın zaman içinde Türkiye’de ses getiren üretimleri / etkinlikleri yalnızca şiirle sınırlı kalmadı; sergiler, konferanslar, tiyatro metinleri… Disiplinler arası bağlar, dünya vatandaşlığı ve her şeye karşın insan olmanın olumlu olumsuz tüm hallerini sözcüklerin tecrübesine teslim etmesi Kia’yı yalnızca bir ozan olarak değerlendirmeyi, yazdıklarını böyle okumayı elbette imkansız kılıyor; şeylerin kağıt üzerinde değiştirdiği yerleri yakalamak açıkçası emektar bir şiir okuru olmayı gerektiriyor; her ne kadar Kia bu gerçeklikten uzak bir dille kuruyor olsa da şiirlerini. Bu arada şunu da söylemek lazım; Kia’nın şiir dışındaki ilgi / üretim alanlarını burada uzun uzun aktarmak istemiyorum size; zira yerimiz böylesine uzun bir hayat hikayesi için biraz dar…

Ben Kia’yı sizle paylaşırken, şairin Lalelerle Requiem kitabından yola çıkacağım. Kitap Şiirden Yayınları’ndan Ekim 2012’de çıktı. Ozanın 2008-2009 yılları arasında penceresinden gördüğü, içinde yaşadığı, bazen kaçıp saklandığı dünyanın şiirleri ve elbette doğunun büyülü, esrik havasından derin izler taşımakta. Bu sanki yalnızca Kia’ya ait bir özellik / yazınsal bir tercih gibi görünmese de, Kia kendine ait vurgularla bu büyülü, esrik havayı yeniden biçimliyor. Kitabı dilimizde yazansa Müesser Yeniay; kendisi de bir şair olan Yeniay’ın Kia’yı çevirmesi yerinde olmuş; herhangi bir çevirmenin yakalamayacağı ayrıntılar Müesser’in incelikli çevirisi ve şair sezgisiyle, bir de sanki iki şair arasındaki şiire dair duyumsal yakınlıkla son derece başarılı bir işin ortaya çıkmasının doğal nedenlerinden biri olarak görülebilir.

Lalelere Requiem, gerçekten de adı gibi bir yas müziğiyle başlıyor. On Şarkı şiirleriyle açılan kitabın, okuyucuya hissettirdiği / aktardığı / sunduğu ilk puslu yaşam gerçeği On Şarkı’nın ilk şiirinde karşımıza çıkıyor: ‘ Sen yarınki havanın / İyi olacağı haberini getiriyorsun / Ama gök / ufkun önünde kırmızıya dönüyor.’. Eskiden ‘bir şiir dizesi, bir roman yazdırabilmeli’ diyenler vardı; Kia’nın bu dizeleri sanırım bu söyleme en uygun düşen dizeler. Aslında kitabın bütünde de bu dizelerin ağrılığını sırtlanmış şiirler var; her şiir Kia’nın kendisi olarak hayat içre başkalaşmasının altını bu ‘ben ve sen ikimiz de başkasıyız’ yoğunluğuyla işlemesi üzerinden kurulmuş.

Hal böyle olunca ozanın kendi hayatının okunmasına da izin verdiğini anlamak zor değil; kırgınlıklar öylesine birikmiş ve değişimin öznesi olmaya ozanın hayatında öylesine alışmışlar ki, bir yerden sonra sanki yazılan bir şiir değil, olup bitenin şzaten şiirden başka bir şey olmadığı gibi bir hava kaplıyor okuyucunun zihnini: ‘Yarın bütün kuşlar gittiğinde / Sadece rüyası kalır / Bir bulutla uçmanın / Sen sessizliktesin / Göçten önce / Bir kuş gibi.’.

Ancak yine de Kia’nın merkez ben anlayışında ilginç bir nokta var. Ozan şiirlerinde her ne kadar özne olarak kendini görüyor gibi dursa da, öznenin eylemek hadisesi karşısındaki çaresizliğini, öznenin yıkılışı olarak da algılamıyor değil. Böyle olunca da ister istemez, tek bir duygu durumun kontrolünden çıkan, kodların zihninde giderek çoğaldığı bir hayal özneye doğru yol alıyor; e bu da anlayacağınız üzere bir varoluş silsilesi üzerinden şeylerin ve anlamların en azından ozan açısından derinleştiği, dibi görünmeyen bir kuyuya dönüşüyor. Kia bu durumun öylesine farkında ki ‘ Benden sonra dünyanın / Olmaya devam edeceğini düşünmek / Büyük bir sevinç / Ve ne kadar sonsuz bir hüzün /// Bir an parıldarız / bir damla gibi’ dizelerinin yer aldığı şiirin adı Birkaç Düşünce. Bu dizelerde de görüldüğü üzere Kia, savımızı desteklercesine dünyada olmanın ya da olmamanın acısını kendi üzerinden duyarken, dünya durdukça var olacak doğanın parçaları üzerinden anlık bir ışımaya:yaşama aslında bir son biçmeden, yalnızca anlam üreterek değer veriyor / katıyor. Daha açık bir ifadeyle; olmanın bir süreklilik arz edebilmesi için algılananla olduğu kadar algılanamayan ama varlığı kestirilen bir değerler dizgesinin kodlarıyla oluştuğunun altını çiziyor.

Benzer bir söylemin kitabın ilginç şiirlerinden Küçük Beyaz Çiçeğe Veda’da ortaya çıktığını gözlemlemek olası. Kia bu şiirde de şeylerle hem aynı anda, hem de onlara uğramayacak olan sonsuzluk içinde birlikte var olmanın gerçekten sorgulanmaya değer hüznüyle buluşuyor: ‘Rüya beni yol revan ediyor / Uzun ve zamansız bahçede / O beni her sabah selamlayan / Küçük beyaz çiçek / Ona iyi günler dememi bekliyor / Amam bu kez / Belki sadece bir rüya / Ama elveda küçük beyaz çiçek / Söz veriyorum / Gelecek rüyada / Birlikte yolculuk edeceğiz.’.

Tüm bunlarla birlikte, belki de kitapta yer alan Yasak Rüya şiiri, ‘Uzun İnce Bir Yoldayım’ın evrenselleşmiş, başka biçimde, başka bir duyarlılıkla söylenmiş genel / evrensel çözümlemesiyle de Kia’nın artık yaşamı nasıl algıladığı konusunda daha kesin ipuçlarını barındıran bir şiir olarak okunabilir: ‘İki rüya arasında / Yıldızlar kaymaya başladı / Ve iki siyah çizgi / Rüyaların kavşağında buluştu.’ Ozanın başka bir ozana değmesi, mesafelerin / olayların aslında insan olmanın tek ve değişmez duyarlığında, her ozan ne denli farklı yöntemlere başvursa da aynı olduğunun anlaşılması açısından da önemli bu şiir. Kia’nın dünyayı biriktirdiğini söylerken anlatmak istediğim aslında tam da bu.

Sonuç olarak Kia’nın Lalelere Requiem’i, kitabın ardında da yazdığı gibi doğunun doyumsuzluğuyla insan olarak biriktirmenin uyumsuzluğunu harmanlayan; her şeyden önce öznenin şeylerle yer değiştirmesi nihayetinde yolun sonunda insanı bulan / ona varan önemli şiirlerin bir arada olduğu ve okunması gereken bir kitap. İnsan olmak açısından önemli, şiirle içli dışlı olmak açısından önemli ve çoğu zaman söyleyemediğimiz biçimiyle dünyayı söyleyebilmek açısından önemli.

Kia’nın işaret ettiği bir şeyle sonlandıralım; bir durumun sahneye, tuvale hatta perdeye yansıyan şiirini; ancak yalnızca kaleme ihtiyaç duyulmayan bir yazma biçimi bu ve elbette ustalık gerektiriyor. Kia ile birlikte şunu iyice anlamış bulunuyorum usta bir şiir okurunu ancak usta bir şair yaratır. ‘Ay / Gelmeyi unutmuş / Ve biz yalnız kalmıştık / Yıldızların hepsiyle / Pencereyi vuran bir şarkı var / Lütfen bana yaz / dolunaya ne dediğini’.

LALELERE REQUEM, Behruz KİA, Şiirden Yayınları, 2012

Marx'ın hayaleti Bay Kapital'in peşinde! (Funda DEMİR)

Yanlış duymadınız. Yakında iki yüzüncü yaşını kutlayacak olan Karl Marx'ın hayaleti dört bir yanda ki Bay Kapital'leri kovalıyor. Hem de ne kovalamaca."Ama böyle hayalet gibi dolaşmama bakıp beni öldü sanma. Öldüğümü söyleyenlere, dönüp bir daha söyleyenlere, bıkmadan öldüğümü tekrar tekrar söylemeye bayılanlara hiç inanma. İşte çarşafın altında sapasağlam, canlı ve dipdiri duran benim! Bu çarşaf beni avlamak için peşime düşmüş olanları şaşırtıp kurtulmamı sağlıyor.."

Anlatacağım bu hikaye Metis Kitap'ın 8-12 yaş aralığındaki çocuklar için hazırladığı "Küçük Filozoflar" adlı serinin 4.kitabı. Ronan de Calan'ın yazıp Donatien Mary’nin resimlediği Karl Marx’ın Hayaleti dizi içerisinde en çok sevdiğim kitap oldu.“Merhaba, ben Karl Marx… "Ne mi yapıyorum bu çarşafın altında? Uzun hikâyedir bu: Sınıf kavgasının hikâyesi. Acıklı bir hikâye, ama hep birlikte sonunu tatlıya bağlamaya, bir mutlu son yazmaya çalışacağız.” Fark ettiğiniz üzere sık sık kitaptan alıntı yapmaktan alıkoyamıyorum kendimi...

Hikayemiz Avrupa'da dolaşan bir hayaletle başlıyor.Çarşafın altındayken hem peşine düşenlerden gizlenen hem de onların yüreklerine korku salan Marx Amca, genç bir felsefe öğrencisiyken ilk olarak yoksullaştırılan, sömürülen ve öldürülen Silezya'lı köylüleri,dokuma işçilerini görüyor. Bunun üzerine kendine bir söz vererek bütün ömrünü insanı aşağılayan, köleleştiren, çaresizleştiren ve horlayan her şeyi yıkıp devirmeye adıyor. İşte hikayede bahsedilen çarşaf o kavgada yere düşen Silezya'lı dokuma işçilerinin dokuduğu çarşaflardan biri. O günü ve kendine verdiği sözü unutmamak için bu çarşafın altında Karl Marx. Tüm bunlar yaşanırken hiç bir şey olmamış gibi keyif kahvesini içen Bay Kapital gerçekten herkesin refahını isteyen altın kalpli biri mi? Bir mal ya da hizmetin fiyatı neye göre belirlenir? Piyasanın kurallarını kim belirler? Üretim ilişkisi nedir? Tüm bu soruların cevabını çocuklar için veriyor Karl Marx. Bay Kapital'in sömürdüğü bir işçi gördüğünde çarşafının altına saklanarak hayalet kılığına bürünüyor ve kökten çözüm için Bay Kapital'in karşısına dikilip işçi kardeşlerine bu adaletsizliği reddetmelerini öneriyor. Bay Kapital ve Marx arasında okuması oldukça keyifli ve unutmayacağım şu cümlenin de yer aldığı bir söz düellosu başlıyor. "Düşünmek için kafanızı kullanmazsanız kaçmak için bacaklarınızı kullanmak zorunda kalırsınız. Yeterince hızlı kaçabilir misiniz, onu da bilmem."

Buradaki kavga büyüyüp işçiler Bay Kapital'in karşısına dikilmeye başladığında diğer insanların zihinlerine girip onları dürtmesi gereken Marx verdiği söze ortak olduğumuz için çarşafından bir parçayı bize emanet ederek ABD'deki randevusuna yetişmek için yola koyuluyor.

Okuması oldukça keyifli olan Karl Marx'ın Hayaleti dışında serideki diğer kitaplar ise şöyle:
  • Profesör Kant’ın En Çılgın Günü 
  • Descartes Amca’nın Kötü Cini 
  • Bilge Sokrates’in Ölümü 
  • Lao-Tzu: Ejderhanın Yolu 
  • Leibniz: Mümkün Dünyaların En İyisi 
  • Paul Ricoeur’ün Baykuşu 
  • Diyojen: Köpek Adam 
  • Albert Einstein’ın Işığı 
  • Martin Heidegger’in Böceği 
  • Sokrates’in Aşkı 

MESELE Dergisi 71. Sayı (Helin KÜÇÜK)



Bu ayın “MESELE”si Yaşar Kemal.

2012 dünyası’nda ve elbette özel olarak Türkiyesinde Yaşar Kemal’in edebiyat dünyasına nasıl bir ışık tuttuğunu Hasan Turgut “Mübadeleden Çukurova’ya, Bu Topraklardan Yaşar Kemal Geçiyor” yazısıyla bize aktarıyor. Turgut, Yaşar Kemal’i ve edebiyata bakışını şöyle özetliyor: “Yaşar Kemal edebiyatı kendi duvarlarına hapseden bir yazar değildir; tam aksine, bütün mesaisi, üretimi bu duvarların yıkılmasına, yok olmasına adanmıştır”. Eserlerini okurken Yaşar Kemal’in bizde hissettirdiklerini Turgut yazısında şu şekilde belirtiyor:“Bu dünyadan geçerken kuşların, menekşelerin ve deniz kokusunu, dilini, görünümlerini zihinlerimize kazıyor. Bir dengbêjin, bir ozanın kıvraklığı, cesareti ve bilgeliğiyle.”

KAOS GL Dergisi 127. Sayı (Helin KÜÇÜK)


“Eşcinsellerin kurtuluşu, heteroseksüelleri de özgürleştirecek” sloganıyla 127. sayısını çıkartan Kaos Gl dergisi, LGBT bireylerin çalışma alanlarında yaşadıkları zorlukları ve verdikleri mücadeleyi ele alıyor. Sayının dosya konusunu da - 10-15 Aralık’ta Ankara’da gerçekleşecek “Ayrımcılıklara Karşı Sempozyum”da da tartışılacak olan -“Sosyal Politikalar” olarak belirliyor.

Lezbiyen, gey, biseksüel ve trans bireylerin aile içinde başlayıp sosyal yaşamda devam eden ve toplum tarafından “aile değerleri”, “müstehcenlik”, “genel ahlak” kılıflarıyla süslenerek maruz kaldıkları ayrımcılık kendini yakıcı bir biçimde iş alanında da gösteriyor. “Peki bu konuda ne yapmalı?” sorusuna cevap arayan bu sayıda Elif Tuğba Doğan yazısında ilk başta görünürlükleri sebebiyle bu ayrımcılığı en can acıtıcı biçimde yaşayan ve çalışma/yaşam alanlarında devletin göz yummasıyla fiziksel şiddete, nefret cinayetlerine maruz bırakılan trans bireylerin pratiklerini bizimle paylaşıyor.

Yukarı da saydığımız ve dillere pelesenk olmuş kılıflar sebebiyle çalışma alanından dışlanmaları “normalleştirilen” ve çoğu zaman eğitim, barınma, sağlık kısacası yaşama haklarını edinebilmek adına seks işçiliğine mecbur bırakılan trans bireylerin işgücü piyasasından dışlanma pratiklerinin ardından LGB bireylerin bu alanlarda yaşadıkları zorluklar anlatılıyor. Anlatılan şeyler her ne kadar aşikâr olsa da vuruculuğunu okurken yitirmiyor. Çünkü Doğan’ın da yazısında belirttiği gibi mesele “açık olmak” ya da “olmamak” üzerinden dönüyor. Yapılan görüşme ve araştırmaları bizimle paylaşan Doğan’ın yazısında LGB bireylerin büyük ölçüde iş alanında veya başvurular esnasında cinsel yönelimlerini saklamaktan yana olduğunu belirtiliyor. Bireylerin kendilerini görünmez kıldıkları oranda iş ve sosyal hayatta toplum tarafından görünürlüklerinin arttığı yakıcı bir şekilde yazıda sunuluyor.

Bu soru ve sorunların çözümüne dair ise - konunun iyi bir dökümünü yapan ve çözüm yollarını araştıran- yazar yazısını şu cümlelerle bitiriyor “Toplumsal adalet ve barış hedefi tüm kesimlerini içerdiği ölçüde gerçekleşebilir. LGBT örgütleri kadar sendikaların, akademinin ve diğer sivil toplum kuruluşlarının konuya duyarlı olmalarına ihtiyaç vardır.”

Dosya dışı yazılarda ise Cenk Erdem’in Neşe Karaböcek ile yaptığı röportajı ve Selçuk Candansayar’ın “Adalet’in iffeti var mı?” adlı yazısı ilgi çekici.

Nilüfer’in Gülümsemesi

"Garip bir şey olmuştu. Nilüfer gülümsemesini kaybetmişti. Bir sabah uyandı ve gülümsemesini göremedi... Gülümsemesini bulma umuduyla boyama kitabının sayfalarını çevirdi. Çizdiği yüzler ne kadar da somurtkan görünüyordu. Mutsuz çizdiği tüm resimler için kendini çok üzgün hissetti. Şimdi de kendi gülümsemesini kaybetmişti."

Evrensel Çocuk Kitaplığı'ndan Eylül ayında çıkan, İranlı Akram Ghasempour'un Nilüfer'in Gülümsemesi kitabı çocukların bile gülümsemeyi unutturulduğu bir çağda, kaybettiği gülümsemesini arayan küçük bir kızın öyküsünü anlatıyor. Gülümsemesini kaybedince, gözlerindeki yıldızları da kaybedeceğini düşünen Nilüfer'in gülücük peşindeki macerası keyifli bir dil ve Nasim Azadi'nin sevimli resimleriyle aktarılmış. Nilüfer gülümsemesine yaklaştıkça mutlu hissediyorsunuz kendinizi.

Nilüfer’in Gülümsemesi
Evrensel Çocuk Kitaplığı
Yazar: Akram Ghasempour
Resimleyen: Nasim Azadi
Çeviren: Fulya Alikoç

Hödük, Güdük, Bir de Bıdık, Rap Rap Rap!

Yavru bir köpekken bir ailenin yanına taşınan Hödük’ün ev hayatı uzun sürmez: Sahiplerinin hevesinin kaçmasıyla kendini sokakta bulur. Birçok tehlikeyle dolu sokaklarda başıboş dolaşırken, fino cinsi bir köpek olan Güdük ve yavru kedi Bıdık ile tanışır. Evden atıldığını bir türlü kabul edemeyen Güdük’le, ezildiğini bilmediği annesini arayıp duran Bıdık, Hödük’ün dostluğuna sığınırlar. Ancak, sokağın çetin koşullarında pati patiye veren üçlünün peşine Kara Köpek Çetesi düşmüştür...

Hızlı Tosbi, Muhteşem İkili ve Şaşkın Cengâver gibi sevilen çocuk kitaplarının yanı sıra eski Anadolu uygarlıklarını canlandırdığı benzersiz romanlarıyla da tanınan İsmet Bertan, yeni romanında çocukların dikkatini hayvan haklarına çekiyor. Anlık heveslerle eve alınıp, eskimiş bir süs eşyası gibi sokağa atılan hayvanların yaşam mücadelesini onların gözünden aktaran roman, okurunu sokak hayvanlarının zor koşullarına tanık ediyor.

Hödük, Güdük, Bir de Bıdık, Rap Rap Rap!
Günışığı Kitaplığı
Yazar: İsmet Bertan

Bay Morris Lessmore'un Uçan Kitapları

Morris Lessmore kelimeleri, hikâyeleri, en çok da kitapları severdi. Bir gün, beklenmedik bir biçimde Morris'in dünyası darmadağın oldu. Kelimeleri, hatta harfleri bile uçup gitmişti. Birden bir ışık parladı gökyüzünde, ona şans getirecek bir ışık! Mavi gökyüzünde kanat çırpan kitaplar gördü. Uçan kitaplardan birinin peşine takıldı ve bakalım başına neler geldi?

2012 En İyi Kısa Animasyon Film dalında OSCAR ödülü alan bu şaheser, nihayet kitap olarak da çıktı ve raflarda yerini aldı.

Bay Morris Lessmore'un Uçan Kitapları Pearson Yayıncılık 
Yazan : William Joyce 
Çevirmen : Gülbin Baltacıoğlu 
Resimleyen : Joe Bluhm

KAMPFPLATZ Dergisi 1. Sayı (Helin KÜÇÜK)


‘Felsefe bir kavga alanıdır’ gibi iddialı bir şiarla ortaya çıkan Kampfplatz, Türkiye’de kurumlaşmış, uysallaşmış felsefe alanında kesinti yaratabilecek bir kuşağın dergisi olarak ilk sayısını yayımladı. Dergi kuram, polemik, film eleştirisi, kitap eleştirisi ve minör temaslar başlıklı bölümlerden oluşuyor.

Çıkış yazısında mütevazı görünen ama şiarlarından daha iddialı bir ifade ile “asıl vaziyeti anlatanın yayımlanan yazılar ve bu yazılarda serdedilen fikir ve tartışmalar olduğu” belirtiliyor. Derginin temel hedefi ise “ belirli yazılara, olaylara, toplumsal, siyasal, tarihsel ve kültürel olgulara dair tartışmaların, polemiklerin ve bir sürekliliği kovalayan kuramsal ve kuramsal ve polemik yazıların olacağı bir mecra” haline gelmek olarak konuluyor. Başta belirtilen şiarla tutarlı bu hedef felsefe alanında açılacak kavganın mahiyetini de bize gösteriyor: Kendini dışarıya –tarihsel olgulara, siyasal olana- kapatmış olan korunaklı ve korundukça zayıflayan felsefi alanı etkin kılmak. Bu bakımdan hakemli bir derginin tercih edilmemesi doğal. Ayrıca hakem prosedürünün yerini alan tartışmacı bir yayın kurulu etkin kılınarak mutfağa da bir dinamizmin katılması düşünülmüş.

Kuram bölümündeki yazılar, Abdurrahman Aydın, Taner Yelkenci, Kansu Yıldırım, Yasin Karaman ve Onur Kartal’a ait. Kabaca gruplandıracak olursak yazılardan ikisi devlet, ikisi insan-özne-bilgi ve sonuncusu da insan bilimleri eleştirisi olarak karşımıza çıkıyor. Abdurrahman Aydın, siyasal teoloji, siyasal antropoloji ve hukukun sınırlarında devlet, din ve egemenlik üzerine kaleme aldığı yazısında iktidarı ve ötekisini sorunsallaştırıyor. Taner Yelkenci’nin ‘Devlet ve Anayasal İktidar’ başlıklı yazısı klasik düşünürlerin içinden geçerek parlamenter demokrasi ve kuvvetler ayrılığı gibi fikirlere güçlü eleştiriler yöneltiyor. Kansu Yıldırım ise Marksist değişken sermaye kategorisi içinden ‘sadece’ insanı ele alıyor. Marcuse, Hegel, Sevé, Foucault ve Harvey uğraklarından geçerek. Yasin Karaman’ın yazısı, Deleuze ve Balibar’ın Türkçe’ye kazandırılan eserleriyle de dolaşıma sokulan Spinoza’nın ‘ortak mefhumlar’ kavramı üzerine. Onur Kartal, insan bilimlerinin içine düştüğü krizde tam da derginin başta belirttiğimiz hedefleri bağlamında siyasetin yerini sorunlaştırıyor.

Dergi’nin Polemik bölümünde dört yazı var. Sol, ahlak, şiir zeminlerinde yürütülen polemik bölümünün yazarları Bruno Bosteels, Kerem Taştanoyuk, Cenk Ertan ve Utku Özmakas. Film eleştirisi bölümünde Bir Zamanlar Anadolu’da filmine dair farklı konumlar tutan üç yorum var. Dergi, ayrıca Aksu Bora’yla Kürtaj üzerine yapılmış bir söyleşiyi “ilk söyleşi” olarak sunmakta.

Kampflplatz, yılda üç kere çıkacak. Türkiye’nin kapanarak uysallaşmış felsefe dünyasında kavgacı bir sesi ilk sayısından işitmeye başladığımızı söyleyebiliriz.

BİRİKİM Dergisi 283. Sayı (Helin KÜÇÜK)

BİRİKİM
Birikim Dergisi, Kasım sayısını, ‘10. yılında AKP’ başlığı ile çıkardı. Sayının beklentileri karşılamadığını söylememiz mümkün. Türkiye’nin ‘demokratikleşme sürecine’ katkıda bulunmak için gerektiğinde AKP’ye akıl vermekten, onu söylemsel olarak güçlendirecek muhalefet eleştirisinden çekinmemiş bir çevreyle temasını sürdüren Birikim’den daha doyurucu bir sayı beklemek de sanırım hakkımızdı. Ama geçen on yılda çok bir şey değişmediğini söyleyebiliriz. Eleştirinin Kantçı anlamıyla bile bir AKP eleştirisi içermeyen bir dosya ile karşı karşıyayız. Birikim’in eleştirisinin muhatabı AKP ve on yıldır geliştirdiği politikalardan ziyade onu bir türlü anlamayan solcular. Dosyanın hazırlanma amacı belirtilirken bile bunun izlerini aramak mümkün. Örneğin AKP’nin Kürt sorunu bahsinde ‘aldığı’ pozisyondan değil, çekildiği pozisyondan söz ediliyor. Ama yine de amaç alternatifsiz iddiasındaki ‘AKP’ye karşı’ etkin bir alternatifin nasıl oluşturulabileceğine yöneltilmiş. Anlaşılan Birikim çevresi kime akıl vermesi gerektiği konusunda bir tereddüt içinde ama mevcut dilini değiştirmiş değil.

Dosyanın başyazısı tahmin edilebileceği gibi Ömer Laçiner’e ait ve başyazıdan bekleneceği gibi ana hattı da çiziyor. Ancak bu hatta anlam bulanıklığına yol açacak olgusal ve tarihsel karışıklıklar var. İlk cümle 1983-12 Eylül Anayasası ile kurumlaşmış ‘askeri vesayet rejimi’ ifadeleriyle başlıyor. 12 Eylül Anayasası’nın 1982’de kabul olunup aynı yıl yürürlüğe girdiğinin bilinmeyeceğini düşünmediğimizden, askerlerin gölgesindeki mevcut ilk sivil hükümet 1982 Anayasası işbirliğinin kurumsallaştığı mı kastediliyor? Ya da bu vesayet kavramını başımıza çorap gibi örenlerin kavramın tarihsel geçmişini daha yakından serilmemeleri gerekmez mi? Örneğin neden 1971, 1961 ve hatta 1913 değil kurumsallaşma tarihi? Önemli değil, bu noktada nasıl olsa herkes hemfikir: vesayet kavramı bir olguyu kuşatıyor ki ne de olsa herhangi bir devrimci teorinin önünü de kesiyor. Neyse ki 2007’de bu vesayet rejimi bitti, artık önümüz açık!

Laçiner’in yazısındaki olgusal karmaşayı kavramsal bir karmaşa da izliyor. AKP hegemonyasının kaynağını orta sınıf olarak tespit ettikten sonra onun için burjuvazi deyimini kullanmak zorunda olduğumuzu söylüyor. Açıkçası bunun stratejik nedenini anlamış değilim. Bir an acaba Laçiner Marksizm’e rücu mu ediyor diye düşünecekken burjuvazi kavramı da karışıveriyor: orta burjuvazi, otantik burjuvazi, saf orta sınıf zihniyeti gibi hoş kelimeler havada uçuyor.

Otantik-Türk-Sünni-saf-orta burjuvazi, hegemonyanın kaynağı olarak temellendirildikten sonra başyazının asıl amacı ortaya çıkıyor. Mesele AKP değil bu temellendirilen ‘şey’dir. Bu fikirden yola çıkan Laçiner yeni stratejisini ortaya koyuyor. Artık AKP’ye akıl vermenin ve onu dönüştürmeye çalışmanın bir anlamı yok. Kendi ifadesiyle söylersem, mutlak önemde olan görev şimdilik ütopik görünse de onu (Laçiner’in kastettiği yukarıdaki sıfatları haiz burjuvazi) kökten dönüştürmektir. Şimdiye kadar yazılmış bütün ütopyalar adına eseflerimi belirterek Laçiner’e dair değinimizi bitirelim.

Haksızlık etmeden söyleyelim. Dilek Zaptçıoğlu’nun AKP’nin ‘Müslümanların kurtuluşuna’ yönelen dış politika-demokrasi övgüsünü dışarıda tutacak olursak –ki bu değerlendirmedeki sorunlara değinmeye mecalim yok- Laçiner’in çizgisindeki temel hatlar çok fazla zorlanmasa da çeşitli yönleriyle AKP’nin sınırlarını çizen değerlendirmeler mevcut. Aksu Bora’nın kadın meselesini küresel istihdam rejimi bakımından ele aldığı yazısı, Mehmet Gürsan Şenalp’in AKP’yi açıkça bir burjuva partisi olarak değerlendirdiği yazısı ve Kerem Ünüvar’ın Türk sağı içinde AKP analizi belli bakımlardan özellikle okunmaya değer.

Cinselliği Kuramlaştırmak

Cinselliği Kuramlaştırmak, cinselliğe ilişkin olarak toplumsalın merkeziyetini belirten sosyolojik bir yaklaşımı şekillendirir. Yazarlar, kültürel, edebi ve felsefi yaklaşımlar içerisinde yer alan bazı yeni kuramsal trendlerin etkisini dengelemekte, toplumsal cinsiyetin modern cinsel yaşam biçimlerini kavramak açısından sürmekte olan önemini savunmakta ve modern Batılı toplumlardaki gündelik cinsel yaşamları etkileyen cinselliğin, sosyal oluşumuna ilişkin yönlerinin önemini vurgulamaktadırlar. Burada cinsellik, yalnızca "seks eylemleriyle" ya da cinsel kimliklerle sınırlandırılmamış, duyguları ve ilişkileri kendimizi tanımlama biçimlerinin yanı sıra, başkalarının da bizi cinsel olarak tanımlayıp tanımlamadıklarını söyleme biçimlerini de kapsamaktadır. Jackson ve Scott, özellikle evrimsel psikolojide biyolojik belirlemeciliğin giderek büyüyen toplumsal etkilerine ve sosyologların cinselliği etkin bir biçimde sorgulamadaki başarısızlıklarına değinmektedir. Cinselliğin, biyolojik olarak belirlenmiş olmadığını öne sürmekte ve onun, insanlık hallerini ya da toplumsal düzeni kurucu bir niteliği olmadığını da eklemektedirler. Popüler bir evrimsel psikoloji olarak yeniden ortaya çıkan sosyo-biyoloji eleştirisi, yakın gelecekte giderek daha önemli hale geleceği kabul edilen bir konu açısından oldukça önemli bir katkıdır.

Cinselliği Kuramlaştırmak
Yazarlar: Stevi Jackson - Sue Scott
Yayınevi: Notabene Yayınları 

Hikayem Paramparça

“Her Temas İz Bırakır” ve “Son Hafriyat” romanlarını kaleme aldığında sadece müptelalarının tanıdığı bir yazarken, “Behzat Ç. Bir Ankara Polisiyesi” dizisinin televizyondan yayınlanmaya başlamasıyla herkesi polisiye müptelası haline getiren Emrah Serbes yepyeni bir öykü/metin kitabıyla karşımıza çıkıyor. Afilli Filintalar bloğunda yayınlanan farklı içerikli hikayelerini bir araya getiren Serbes, gündelik hayatımızın en derinlerine işlemiş ızdırapların altını çiziyor. Böylece, Behzat Ç. serisi boyunca hissettiğimiz, ve yazarın bir önceki öykü kitabı Erken Kaybedenler’de biraz daha kişiselleştirilerek öne çıkartılan “erkekleri ve erkekliği inşa eden” yaşantılarımıza yeni ve trajik bir boyut ekleniyor.


Hikayem Paramparça
Yazar: Emrah Serbes
Yayınevi: İletişim Yayınları 

Antikapitalist Sözlük

Antikapitalizmin, kapitalizmin kendisi kadar eski olduğunu belirtmek; bazılarına malumun ilanı diğerlerine de totoloji olarak görünebilir. Muhalif gücün soy kütüğü; medyadaki çoğu kişi, üniversiteler ve kurumsallaşmış siyasi partiler tarafından görmezden gelinmiş, karartılmış ya da önemsizleştirilmiştir. Antikapitalist Sözlük, antikapitalist teori ve pratiğin tarihini ve etkilerini yok sayan veya marjinalize eden birçok politika sözlüğüne alternatif olarak tasarlanmıştır. El altındaki bir başvuru kaynağı olarak Antikapitalist Sözlük, kolayca takip edilebilir bir formatta, antikapitalist hareket bağlamında önem taşıyan kavram ve meseleleri açıklayan bağımsız maddeleri içermektedir. Kitabın sunduğu çapraz referanslar yoluyla, eylemlilik, kavramlar, konular ve örgütler arasındaki tarihsel karşılıklı ilişki ortaya koyulmaktadır ve ilerici antikapitalizmin köklerine ve esin kaynaklarına yer verilmesi güncel okuyucuya bağlamsal bir çerçeve sunmaktadır. Aslında kapitalizmi destekleyen fikirler, kurumlar ve hareketleri tanımlayan ya da onlara atıfta bulunan maddeler ise antikapitalizmle ilgileri nedeniyle kitaba dâhil edilmiştir.


Antikapitalist Sözlük
Yazar: David E. LOWES
Yayınevi: Versus Kitap 

Bir Savaşçının Günlüğü

Ernesto Che Guevara’nın tuttuğu Küba Devrimi günlükleri, tam metin olarak Türkçede ilk kez “Bir Savaşçının Günlüğü” adıyla yayımlandı. Kitapta, Che’nin hiç yayımlanmamış 59 fotoğrafı da yer alıyor. Küba Devrimi öncülerinden ve devrim sonrasında eğitim ve kültür bakanlıkları yapan Dr. Armando Hart Dávalos, kitabın önsözünde, okuyucunun, kahramanlığın ve insanın evrensel kurtuluşu amacına adanışın; diğer insanların es geçtiği, unutulmaya mahkûm ettiği ya da zihinlerinin derinliklerine gömdüğü şeylerin, Che’nin sahip olduğu sıra dışı bir entelektüel kapasite, yetenek ve erdemle aktarılışına tanıklık edeceğini belirtiyor. Dávalos, Che’nin, “Sadece radikal bir biçimde gerçeği ortaya çıkarmak ve adaleti sağlamakla görevlendirilmiş insanların sonsuz cömertliği ve şefkatiyle kıyaslanabilecek o sınırsız dürüstlük anlayışı ile keskin ve hassas zekâsından geçen her şeyi” günlüklerinde yazıya döktüğünü anlatıyor. “Bir Savaşçının Günlüğü”, diktatör Batista’ya karşı Küba Devrimi’ni başlatan Fidel Castro liderliğindeki 82 savaşçıyı taşıyan “Granma”nın, Küba’nın doğusundaki Las Coloradas şehrinin kıyılarına yanaştığı 2 Aralık 1956 tarihinde başlıyor ve devrimin zaferle sonuçlandığı 3 Aralık 1958 tarihinde sona eriyor. Che Guevara’nın ifadesiyle “Ateşle vaftiz” olduğu andan zafere kadar devam eden bu gerçek kahramanlık hikâyesi, bir efsane devrimcinin doğuşuna gün gün tanıklık ediyor.

Bir Savaşçının Günlüğü
Yazar: Ernesto Che Guevara
Yayınevi: Akılçelen Kitaplar

Almanya’ya Emek Göçü

2011 Türkiye’den Almanya’ya işçi göçünün başlangıcının 50. yılıydı. Konuyla ilgili ciddi bilimsel ve politik çalışmalar kamuoyuna pek az yansıdı. Bu anlaşılır bir durum aslında. Egemen yaklaşımlar ve çevreler açısından düşünüldüğünde Almanya’da göçmen işçiler olgusuna, bir entegrasyon sorunu, bir “sosyal sorun” olarak bakılıyor ve teknisist çözümler aranıyor. Göçmenlerin başta işçi sınıfı olmak üzere, çoktandır Almanya toplumunun organik bir parçası haline geldiği görmezden geliniyor. Türkiye’de ise 2011 yılı konunun popülerleştirilip magazin haline getirilmesine sahne oldu. Nostalji trenleri kaldırıldı, yetkililer nutuk attı, göçmenlere Türkiye-AB ilişkileri çerçevesinde baskı grubu görevi yüklenmeye kalkışıldı, yüzeysel röportajlar yapılıp yayınlandı. Nâzım Hikmet Akademisi ise bu sığlığın ötesine geçmeye çalıştı, konuyu çeşitli veçheleriyle tartıştı.

Almanya’ya Emek Göçü
Editörler: Ülkü Sözbir Fındıkçıoğlu ve E. Zeynep Güler
Yayınevi: Yazılama Yayınevi 

Devrimin Kızları


Carolyn Cooke, genç kızların ve kadınların yaşamları, babası olmayan kızların yaşadığı dipsiz çaresizlik, radikal bir toplumsal değişimin zirvesindeki seçkin bir New England kasabasındaki paternalist iktidarın yarattığı erozyon hakkında son derece zeki ve duygulara hitap eden bir roman yazmış. Dilinin keskinliği, çizdiği betimlemelerin canlılığı ve yansıttığı ahlaki ve duygusal çıkmazlardan doğan kurnaz kışkırtmalarıyla dikkat çeken Devrimin Kızları sıra dışı bir güce ve güzelliğe sahip. Devrimin Kızları, tarihin önemli anlarını simgeleyen karakterlerle kurulmuş başarılı olay örgüsüyle dramatik bir toplumsal roman. Romanın tek bir cümlesinin bile havada asılı kalmasına izin vermeyen Cooke gerçeği kurguyla öyle iyi harmanlamış ki her bir satırı okura bir tür meydan okuma hissi veriyor; kadınların özgürleşmesinin şafağını, cinsel devrimde seslerini duyurabilmek için verdikleri haklı mücadelelerini hatırlatıyor...

Devrimin Kızları
Yazar: Carolyn COOKE
Yayınevi: Ayrıntı Yayınları

Ahmed Rıza: Bir Jön Türk Liderinin Siyasi-Entelektüel Portresi

On dokuzuncu yüzyılın meşrutiyetçi hareketlerinin önde gelen isimleri arasında diğerlerinden belirgin şekilde ayrılan bir isim vardır: Namık Kemal’den 18 yaş küçük, Enver Paşa’dan 23 yaş büyük olan bu isim, Yeni Osmanlılar ile ittihatçılar arasındaki Jön Türk kuşağının en önemli mensuplarından biri olan Ahmed Rıza’dır. Yeni Osmanlıların siyasal tasarılarının sonraki kuşaktaki taşıyıcısı olan Jön Türk hareketinin birçok bakımdan baş ideoloğu olması ve mutlakıyetçi II. Abdülhamid idaresine karşı verdiği uzun soluklu mücadele, yaşamı boyunca adıyla birlikte anılacak büyük bir saygınlık ve ünü de beraberinde getirmiştir. I. Jön Türk Kongresi’nde iki ana gruptan birinin lideri pozisyonundadır. Meşrutiyet’in ilanından sonra ise yapılan törenlerde “hürriyetçilerin babası” olarak karşılanır. Hayatının belirli dönemlerinde görüş ayrılıkları nedeniyle geri çekilen ya da yer yer siyaseten etkisiz bırakılan Ahmed Rıza’nın yaşamı meşrutiyet hareketinin erken ve geç dönemlerinden izler taşıması açısından da önemlidir. Erdem Sönmez’in bu çalışması, son yıllarda farklı bakış açılarından kaynaklanan eleştirilere de maruz bırakılan Ahmed Rıza’yı hayatı ve düşüncelerinden yola çıkarak ele alırken, çoğu tek yönlü olan bu eleştirilere yönelik farklı bir tarihsel bağlam ve bakış açısı öneriyor.

Ahmed Rıza: Bir Jön Türk Liderinin Siyasi-Entelektüel Portresi 
Yazar: Erdem SÖNMEZ 
Yayınevi: Tarih Vakfı