Amerikan Edebiyatı’nın en verimli yazarlarından biridir Oates. Bu yüzden dilimize çevrilen eserlerine bir yenisi eklendikçe heyecan duymamak elde değil. Kurmaca ve gerçekliğin sınırlarını zorlayan, yalın anlatımıyla etkili bir derinlik yaratabilen, müthiş bir gerilim içinde okuru hep insanın kuytularında gezdiren baş döndürücü bir yazardır o. Tecavüz, ensest, çocuk istismarı, intihar, şiddet, aşağılama gibi insana özgü kötülükleri soğuk bir nesnellikle değil insancıl bir anlama ihtiyacı içinde anlatır. Gotik bir evrende korku, yasak ve günah kavramlarını sorgularken bilinemez olanın kapılarını aralar.
Alev Bulut “Joyce Carol Oates’un Öykü Dünyası” adlı makalesinde Oates’un öyküleri hakkında şunları belirtir:
“Oates, sınıflama ölçütü ne olursa olsun bütün öykülerinde genel olarak her gün herkesin başından geçen ya da geçebilecek şeylerden, günlük yaşantımızın satır aralarından, çok sıradan, tanıdık yaşantılardan süzdükleriyle aslında bizi bizle yüzleştirir. Örneğin gotik türdeki öykülerinde bizi sanki bizimle korkutur, hiçbir şeyin insanın sahip olduğu en temel güdülerden, şiddet dürtüsünde daha korkunç olamayacağını göstererek korkuyu çok uzaklarda aramamıza gerek olmadığını hatırlatır. Düşünüp de dile getiremediklerimiz, düşünmeye bile çekindiklerimiz bu öykülerde pervasızca gezinir.”
Kendisine kulak verirsek neden insanın bu karanlık sınırlarında gezindiğini daha iyi anlayabiliriz:
“Bana yön veren dürtüler hemen her zaman insanları, doğayı, bir olayı ya da derinliğine ancak sanatın dingiliğinde inilebilecek, içinden çıkılması güç bir deneyimi anıtlaştırma isteği gibi şeyler olmuştur. Buna bir de kendini savunamayacak olanların “yaşadıklarına tanıklık edebilme” ve genel çizgileriyle tanımlamakta çok zorlandığım gizemleri, sırf varlıkları kabul edilsin diye ortak yaşantılara dönüştürme, onları kâğıt üzerinde kalıcı bir hale getirme isteğimi eklemeliyim. Çünkü bizi birbirimize bağlayan şeyler en temel deneyimlerimiz - duylarımız – dürtülerimizdir - bunların çok karmaşık bir dili de yoktur.”
Öyleyse, insanın yaralarına ışık tutmak, kötülüğün derinliklerindeki iyiliği çekip çıkarabilmek gibi bir çaba içindedir diyebiliriz onun için.
Elbette bunlarla sınırlı değildir Oates’un yazma uğraşı. Yalın bir anlatımla görkemli bir etkiyi çoğaltmayı başarır. Bunu anlatıcının öykü evrenini olağanüstü bir yakınlıktan kurmasına borçlu olduğunu söylemek mümkün. Her kurgusunda bir yaşanmışlık etkisiyle okura yalan söylemediğini sezdirir. Bu mesafeyi o kadar ustalıkla ve yöntemsel bir sezgiyle ayarlar ki artık kurgu çok katmanlı bir gerçeklik algısıyla hapseder okuru. Tıpkı İlk Aşk da olduğu gibi.
On bir yaşlarında bir kızdır Josie. Genç ve güzel annesi Delia’nın babasından ayrılması üzerine Ransomville’ye Esther Teyze’nin yanına taşınmışlardır. Josie bütün duyularıyla algılamaya başlar bu yeni yaşamını. Böylece Presbiteryen Kilisesi’nin gelecek papaz adayı olarak yetiştirilen Jared’ın bambaşka deneyimlerle dolu dünyasına adım atar.
Dünyayı annesinin anlattıklarından tanımaya çalışıp, merakını annesine sorduğu sorularla giderirken kuzeni Jared, İbrahim’in Tanrı’ya itaat etmesi gibi bir etki yaratır Josie’de. Korku dolu, esrarengiz ve anlaşılması zor bir esaret başlar.
“Mücadele edemeyecek kadar zayıf ve âşıksın. Jared seni, küçük kız, kontrol altında tutmadı mı, kendi deyişiyle incitmedi mi? Bataklıkta ve eski köprünün yıkıntılarında kim bilir kaç kez. Ve şimdi, büyükannesinin mutfağından yürüttüğü ve daha dayanıklı olsun diye defalarca kıvırdığı tülbent şeritleriyle senin el ve ayak bileklerini bağlıyor.” (s.56)
Josie hep büyüklerin dünyasının bir parçası olduğunu sandığı yasakların, korkuların, yani henüz bir kız çocuğunun tanışmadığı başka türlü şeylerin dünyasına adım atarken, hem meraklı, hem de serüvenci ruhunu dizginlemek istemez. Bunları kimse bilmemelidir. Çıplaklık kan ve cinsel kışkırtıcılık barındıran aşk ritüelleri gibidir yaşadıkları.
Anlatının kahramanları aslında sadece bu küçük kızın gözlemleriyle aktarılsa da önemli ayrıntılar harika fırça darbeleri gibi bütün manzaraya hâkim olmamızı sağlar. Bir çırpıda eski yerleşim yerlerinden geçip, nehrin kıyısındaki sesleri duyarak bir kız çocuğunun yakın akrabasının ürkütücü dünyasına adım atarız. Esiri olduğu şiddete tanık oluruz. Kadın erkek rollerindeki keskin farklılıklara, dinsel yaptırımların gotikleşmiş normlarına dokunuruz. Mekânın derinliği, kasaba ve şehir yaşamının ayrıntıları üslupsal bir devinim yaratır.
Suç vardır ortada, Josie sonunda bunu anlar, itaat etmekten kurtarır kendisini ama suçlu yoktur. Bu coşku dolu bir ilk aşktır sadece.
Sonuç olarak, Joyce Carol Oates’un yazınına küçük ve unutulmaz bir ilk adım için okunulması gereken en güzel öykülerden biridir İlk Aşk. Erhan Sunar’ın çevirisi de özgün dildeki anlam katmanlarını ve biçimsel hareketliliği dilimize oldukça başarılı bir şekilde aktardığı için kaçırılmaması gereken bir fırsat olsa gerek. Alakarga’dan…
İLK AŞK, Joyce Carol Oates, Çev.: Erhan Sunar, Alakarga, 2015.
0 yorum:
Yorum Gönder