Hollandalı yazar Gerbrand Bakker’a ait Dolambaç adlı yapıt Türkay Yalnız tarafından dilimize çevrildi, geçtiğimiz günlerde Metis tarafından yayınlandı.
Dolambaç, gerçek adını romanın sonuna kadar öğrenemediğimiz bir kadının kaçış öyküsü. Bu kaçış soyguncuların ya da casusların heyecan verici kovalamaca öykülerine benzemiyor elbette. Kendinden kendine yol alış, bazıları için bol hareketli Grange romanlarından daha ilgi çekici olabilir. Benim için de öyle. Kişinin içsesinin casusluğundan daha ilgi çekici ne olabilir ki? Bu türden bir casusluk öyküsü insanı hem kendisinin hem de ötekilerin düğümlerinin çözümüne götürebilir. Sonunda okuyucunun da ortak edildiği üstü kapalı bir aydınlanma da vardır. “Dolambaç” bu türden romanlardan.
Gücünü olaylardaki gerilimden değil, karakterin zihninde olan biteni anlatışındaki içtenlikten alıyor. Anlatım üçüncü tekil kişi olmasına karşın, içten içe anlatıcıyla anlatanın aynı kişi olduğu seziliyor. Bu durumda bir erkeğin sesiyle kadınınki karışır gibi oluyor. Hatta bu iki ses bütünleşiyor. Sayfalar ilerledikçe anlatılanın bir kadın olduğunu öğreniyoruz. Ancak görünen o ki kadının belleği toplumun kodladığı biçimde çalışmıyor. Kahramanın zihninde dolaştıkça toplumun kodlarının onu özünden uzaklaştırdığını, böyle bir durumda toprağın, bitkinin, hayvanın bütünlüğüne katılmanın sağaltıcı olabileceği fark ediliyor.
Dolambaç’ın anlatımında ve konusunda Coetzee’nin Utanç romanındaki ses duyuluyor. Bu ses, şehrin bizi kendimize yabancı kılan ikiyüzlülüğünden kıra, toprağa başka bir deyişle yalın olana ve “iyi”liğin özüne götüren ortaklık. Gerbrand Bakker’ın ve Coetzee’nin yapıtında öğrencisiyle birlikte olan öğretmen karakterleriyle karşılaşıyoruz. Her ikisinde de kahraman hem kendinden hem de toplumdan kaçışı doğayla bütünleşmede buluyor. Bu kaçış aynı zamanda bir dönüşü de içeriyor. Kendine, özüne dönüş. İki karakterin farkı birinin kadın, diğerinin erkek olması. Bu fark iki romanın dilini birbirinden ayırmasa da kahramanların “son”undaki ayrım bundan kaynaklanıyor olabilir. Kadın kahraman, Utanç’taki Lurie gibi yalnızca toplumun değil, kocasının da tahakkümü altındadır. Romanların “son”undaki ayrımı yaratan da kadının çifte “kıstırılmışlık” halidir.
Bu kıstırılmışlık kapitalizmin her ülkeyi, bütünüyle olmasa bile, aynılaştırdığı dünyada gittikçe anonimleşiyor. Her birimiz farkındayız kendimizi yabancıladığımızın. Her birimiz bir sahil kasabasında bir avuç toprak düşlüyoruz. Bu düşü gerçekleştirmek için daha da yabancılaşıyoruz özümüze. Çünkü bir avuç toprak dünyanın parası, o paraya ulaşmak için daha çok çalışmalıyız, kendimizi unutana dek çalışmalıyız ki bahçeli bir evde oturabilelim, yaşadığımız yetmiş ya da yüz yetmiş metrekarelik hücrelerimizden kurtulabilelim. Kanser bizi tutmadan toprağa basabilelim. Hücrelerden kurtulmak için, nefes alabilmek için belki de yalnızlığımızı unutmak için bedenimizi başka insanlara savurabiliriz. Bunun uygun olup olmadığını düşünmeyebiliriz. Belirlenmişin dışına çıkmak isteyebiliriz. Ama bu kısır döngüdür. Böyle bir durumda, yaşadığımız toplumun kalkık kaşı bizi markajına alıverir. Dolambaç’ın kadın kahramanının yaşadığı gibi. “ ‘Saygıdeğer’ çeviribilim okutmanımız önüne gelenle yatıyor. O pek sevdiği Emily Dickinson'la uzaktan yakından alakası yok: Vicdansız bir sürtük o.” Böyle bir nota dönüşebilir bu markaj. Kocanız bu notların her yerde olduğunu görebilir. Notlar şart değil, sizin hakkınızda söylenenleri duyabilir. Bir Ortadoğu ülkesindeyseniz yolculuğunuz varoluşunuza olamaz, belirlenmişin dışına çıktığınız andan itibaren(çıkmasanız bile) ölüsünüzdür zaten. Ancak kısmen şanslıysanız , Dolambaç’ın kadın kahramanı gibi Hollanda’da yaşıyorsanız kendinizi anlamaya çalışma, uzaklaşma, ikiyüzlülülüğe karşı koymak için doğaya dönme, toprakla uğraşma seçeneklerini deneyebilirsiniz.
Dolambaç’ın kadın karakteri de öyle yapıyor. Çeviribilim okutmanı kadın, öğrencisiyle yattığı için kendisini aşağılayan toplumdan, ölen yaşlı bir kadının kır evini kiralayarak evin bahçesini düzenleyerek kaçıyor. Bu kaçışta “kocakarı” olmaktan korkan “kendisi”yle karşılaşıyor. Yine de toplumu değil kendini doğruluyor, isyanında haklılığını kanıtlıyor genç çocuk Bradwen’le yatarak. Çünkü kadın, toplumun ona rolünü biçtiği “Agnes” değil çok sevdiği şair “Emily” olmayı tercih ediyor. Romanın sonunda kahramanın adının “Agnes” olduğunu öğreniyoruz. Ancak, kadın kahraman kaçtığı kır evinin çevresindekilere kendisini “Emily” diye tanıtıyor, kocasının onu “Agnes” olduğu koşullara döndüreceğini anladığı an, doğanın döngüsüne katılmayı seçiyor.
Biz de gittikçe nefesimizin daraldığını hissediyorduk, gittikçe… Öpüşmeyin, içmeyin, kırmızı ruj sürmeyin, esrimeyin, bilmem kaç metrekarelik evlerinizi mülk edinebilmek için çalışın, ağaç istemeyin, gölge istemeyin, alışveriş merkezlerinin heybetinde eriyin, mağazaların vitrin camlarında içi boş gövdelerinizin de o binalar kadar heybetli olduğu yanılsamasıyla idare edin diyorlardı. Ama insan insanlığının ağaçta, toprakta süreceğini, gerçek yansısını vitrin camlarında değil, ancak başka bir insanda görebileceğini biliyor. Aynı Utanç’taki Lurie ve kızı gibi, Dolambaç’taki Emily gibi. İşte bu yüzden hep birlikte, hep bir ağızdan ağaçlara sarılarak, köpeklerin gaz bombalarından yaşaran gözlerini silerek, “diren” diye bağırarak birbirimize ve özümüze çıktığımız bir yolculuktayız. Sonunu düşünen kim, yenen ve yenilenin kim olduğu çok tartışılacaktır. Bizim gibiler için bu kavramlar çok bir şey ifade etmiyor. Önemli olan “yol”da geçireceğimiz zaman. Yolda kendimiz olacağız. Emily olmayı tercih eden Agnes gibi.
0 yorum:
Yorum Gönder