Edebiyattan Televizyona (A. Ömer TÜRKEŞ)

Televizyon kanallarının edebiyata el atıp bir zamanların klasiklerini ya da günümüzün çoksatarlarını TV dizisi haline getirmesi tartışmalara yol açıyor. Sevdikleri romanların TV dizilerinde kesilip biçilmesine, günümüze uyarlanıp deforme edilmesine karşı çıkanlar haksız olmasalar bile karşılaştığımız bu durum ne yeni ne de yalnızca bize özgü. Edebi metinlerle sinema/tiyatro/televizyon arasındaki ilişki çok eskilere uzanıyor. Sinema tarihine baktığımızda iyisiyle kötüsüyle yüzlerce roman ve film adı sayabiliriz. Birebir metne bağlı uyarlamalardan tutun da zamanla, mekânla, hatta karakterlerin cinsiyetleriyle oynandığı yüzlerce eser. Kimisi edebi metnin ruhuna sadık kalmış kimisi metinden yola çıkıp kendi dünyasını yaratmış. Elbette edebiyatı yağmalayan, yazarların kemiklerini sızlatan örneklerse çok daha fazla.

Eleştiriler de yeni sayılmaz. Bugün bizim yaptığımız tartışmalar 20.yüzyıl boyunca sıklıkla tekrarlanmıştı. Senaryo metne bağlı kalmalı mı, roman uyarlamaları edebiyatın aleyhine bir durum yaratıyor mu, yazarın eserinin uyarlanmasına itiraz etme hakkı olabilir mi tarzında sorular etrafında yapılan hararetli tartışmalar belki popüler kültürü etkilemedi ama sinemayı sanat sayanların ufkunu genişlettiğinden hiç kuşkum yok.

Sinema ve TV endüstrisinin açlığı doymak bilmediği, maddi çıkar sağlamak uğruna her türlü ahlaki ilke çiğnendiği sürece tartışmalar sürüp gidecek. 

Benzerlik nerede?

Sanat niteliği ön plana çıktığı zamanlarda bile sinema endüstrisini sıkıştıran bu sorular, bütünüyle popüler kültür alanına giren TV dizilerine yöneldiğinde kolayca yanıtlanabilir. Kestirmeden gidelim; öncelikle üst başlık anlamına gelecek bir yanıtla başlamak istiyorum: Televizyon kanalları için hazırlanan diziler özgün metinlerle hiçbir şekilde ilişkilendirilmemeli. Bu diziler uyarlaması olduğu iddia edilen edebiyat ürünleriyle hiç bir şekilde kıyaslanmamalı. Hele ki belli tarihsel dönemlere ilişkin romanların dekor ve kostüm kısıtlamalarından kurtulabilmek için günümüze uyarlanmış halleriyle özgün metinleri -mesela Reşat Nuri Güntekin’in, Halit Ziya Uşaklıgil’in, Orhan Kemal’in romanlarını- kıyaslamak yazarlara yapılacak büyük bir haksızlık.

Kuşkusuz sadece yerli edebiyatımızı kast etmiyorum. Dünya edebiyatından yapılan adaptasyonlar da karikatüre dönüşüyor. Mesela Alexandre Dumas’nın ünlü romanı “Monte Kristo Kontu” geçtiğimiz yıllarda Ezel dizisi sayesinde yeniden gündeme gelmiş, dizinin senaryosunun Dumas’nın romanından uyarlandığı ya da esinlendiği konusunda herkes fikir birliği etmişti. Doğrudur, çok genel hatlarıyla bir benzerlik söz konusu ama ayrıntılara girildiğinde benzerliğin esinlenmeden öteye geçmediğini, “Ezel”in senaryosunun Dumas'ın romanından yapılacak bir özetle pek çok noktada kesiştiği söylenebilir. Ama altını çizerek tekrarlayalım; yalnızca özetiyle kesişiyor. Ayrıntılara girildiğinde çıkış ve varış noktalarının bambaşka olduğunu, “İhanet Onları Ayırdı, İntikam Birleştirecek” dizi sloganının romana hiç uymadığını kolayca fark ediyoruz.

Romanla diziyi ayıran en önemli nokta, romanda ele alınan insani ve ahlaki meselelerin dizide bahis konusu bile edilmemesinde... Her ne kadar edebiyattan önce piyasayı düşünse bile, Alexandre Dumas’ın romanı Aydınlanma çağının ürünüdür ve çağın fikriyatını taşır. Bu fikriyatı cisimlendiren roman kahramanı Dantes, masum bir adam; adaletsiz, çürümüş bir düzenin kurbanı. Topluma geri dönüşünü, kabulünü ve yükselmesini sağlayan –maddi gücün yanında- Papaz Faria’nın eğitiminden geçerek bilgilenmesi, aydınlanması, modern birey haline gelmesi. İşte bu nedenle intikamını alırken –bir zamanlar kendisini mağdur eden- yasaları çiğnemeyecektir. Böylelikle Dumas, modern hukuk sistemi arayışını ve insanların eğitimle değişeceğine duyulan inancı dile getirmiştir. Ezel ise mafyöz bir kişilik. Suçu açıkça sabit. O da değişiyor hapiste, ama onu değiştiren mafyöz abisinden aldığı racon kesme talimi, delikanlılık eğitimi. Davranışlarını yönlendiren bilgisi ya da adalet talebi değil, kaba bir intikam duygusu. Dantes’in tersine, Ezel ve arkadaşlarının toplumsal alana kabulünü sağlayan yegane güç para. Sahip oldukları evlerle, arabalarla, yanlarında gezdirdikleri güzel kadınlarla yeraltından yeryüzüne çıkıyorlar…

Bir başka örnek Halit Ziya'nın "Aşk-ı Memnu"su. Son adaptasyonunda zaman günümüze çekilmiş, zenginlik imgeleri gözümüze sokulmuş, romandan geriye boş bir romantizm kalmıştı. İçi boşaltılmış bir nostaljiyle geçmişin romantik imgesini yakalamaya çalışmanın ne denli beyhude bir çaba olduğunu kanıtlanıştı dizi. Yani bir dönemin toplumsal hayatından kaynaklanan sevme biçimlerinin, fedakarlığın, namus kavramının, ar ve haya duygularının bambaşka bir toplumsal hayatın sürdürüldüğü günümüze yamanmasının imkansızlığını. Aşkın evrensel bir duygu olduğu söylenegelir. Oysaki aşkın ritüelleri çağdan çağa, coğrafyadan coğrafyaya büyük bir değişim göstermiştir. Türkiye toplumunun 19.yüzyıl sonlarından 20.yüzyılın başlarına kadar geçen sürede ortaya çıkan aşkların, sevme biçimlerinin anlatıldığı söz konusu romanların hikayelerinin kılık kıyafet değiştirilerek 21.yüzyıl Türkiye’sine taşınması elbette gerçeklik duygularını zorlayan, yapay hikayeler çıkaracaktır ortaya.

Taklit ve klişe

Dumas'ın "yanlış" okunması Halit Ziya'nın, Orhan Kemal'in hatta kendisi rahatsız olmamakla birlikte Emrah Serbes'in başına gelmişti. Ama seyirci açısından bu bir şey ifade etmez. Çünkü TV dizilerinin seyircisi orijinal metinleri okumuş değil ki? Olsa olsa adını duymuş ya da başka bir uyarlamasını izlemiştir. Seyirci açısından önemli olan hislerine hitap eden bir hikâye izlemek, oyalanmak.

Televizyon dizilerinin yapımcıları da böyle bir kesime, popüler kültür tüketicisine hitap etmeyi amaçladıkları için kolay anlaşılır hikâyeler peşinde koşuyorlar. Çok açık ve net bir hikâyesi, keskin çizgilerle belirlenmiş tipleri, kahramanları olmalı. Klasik anlatı kalıpları buna uygun. Bu nedenle özellikle 19.yüzyıl klasiklerinin uyarlanması daha kolay oluyor. Bu durum Türk romanı için de geçerli. Klasik anlatı dilini kullanan, giriş-gelişme-sonuç kalıplarına uygun romanlar seçiliyor. Romanlardaki hikâyelerin uzun bir diziye tek başına kaynaklık etmesi mümkün olamayacağından asıl hikâyeler yan hikâyeciklerle "genişletiliyor". İşte bu "genişletme" operasyonu sırasında ne roman kalıyor geriye ne yazarın dünya görüşü ne üzerinde durduğu temalar. Çoğu dizide ana hikâye yan hikayeciklerin gölgesinde kalıyor ve romanla dizi arasında ilişki bütünüyle buharlaşıyor.

Dizilerin romanın ruhunu yansıtamamasında önemli bir başka neden romanlardaki karakterlerin dizilerde karikatürleşmesinde. Klasik roman geleneğinde yazılan romanlarda "tip" kavramı önemlidir. Çağının ve toplumunun genel insani özelliklerini barındıran tipleri yaratmak yazarların edebi gücünü ve toplumu kavrama yeteneğini gösterir. Romanlardaki tiplerin hakkını verebilmek ise büyük oyunculuk yeteneği gerektirir. Oysa TV dizilerinin en zayıf halkası tam da budur; yani oyunculuk. Seyirci ilgisini çekmesi için yakışıklı ve güzel olmaktan gayri hiçbir özelliği olmayan şahıslardan derlenen oyuncu kadrosuyla bu dizilerin romanlara yaklaşması dahi düşünülemez

Çağdaş romanda da hikâye var elbette ama pek çok romanda -bilinç akışı, iç monolog gibi- farklı anlatım kalıplarının kullanılması, başka metinlere yapılan göndermeler, doğrusal bir zaman akışına uyulmaması, tip kavramının terk edilmesi TV dizisi mantığına uygun düşmüyor. Derin meselelere açılan bir roman, ailecek eve gelip TV karşısında sere serpe uzanmış yakışıklı erkeklerle güzel kadınların ihanetlerle dolu aşk hikâyelerini izlemeye alışık seyircilerin ne kadar ilgisini çekebilir? Açıkçası seyirciden/okuyucudan katılım bekleyen metinleri TV dizisi yapamazsınız. Sıkılır seyirci. Ya da aile izlencesi olarak düşünülen diziler için -klasik bir laf edelim- Türk örf ve adetlerine uygun olmayan konuları işleyen romanlar senaryo haline getirilemez. Örf ve adetle başlayan kısıtlama siyasi meselelere kadar genişleyecektir. Yoksulluğu, eşcinselliği, sokak çocuklarını, hele ki Kürt meselesini gerçekçi biçimde işleyen, en azından iğneyi kendine batıran bir roman da uygun değildir aile ortamlarına.

Peki, yakın tarihin bütün romanları böyle mi? Elbette hayır. Bugün izlediğimiz dizilerden farksız romanlar yazılmıyor mu? Evet, yazılıyor. Ama bu romanları ve yazarlarını ne okuyan, var ne bilen. Oysa edebiyat uyarlamaları olarak anılan dizilerin esinlendiği romanlar en azından daha önceleri sinemaya ve daha özenli hazırlanmış TV dizilerine konu edilmiş ve o yıllarda çok ses getirmişlerdi. Yazarları da kulaklara çalınmış isimler. Yani bir nebze de olsa seyirci ve medya tarafından tanınıyorlar. İşte bu nedenle yakın dönem romanlarından bir dizi yapılmak istendiğinde çok satan romanlar öne çıkıveriyor.

İyi bir senaryo çalışmasıyla eski ya da yeni eserlerden esinlenmiş filmler ve diziler çekilmesine itirazım yok. Ancak bu durumda uyarlaması yapılan romanların meselelerine vakıf, onların anlattığı hikâyelerin özüne inebilecek ve böylelikle uyarlanabileceklerle uyarlanamayacaklar arasında bir ayrım yapabilecek yeni yaratıcıların ortaya çıkmasını bekleriz. Ortaya çıkacak ürün ise basit bir taklit, içi boşaltılmış renkleri solmuş bir kopya değil özgün bir yaratım olmalıdır.

Sorun sanat ve edebiyat ürünlerini kapitalizmin çarklarına daha doğrusu açgözlü talanına karşı koruyacak bir güvenlik duvarının bulunmayışında. Piyasa kuralları ahlakı sürüp gittiği sürece, telif haklarını kaybetmiş ya da telif ücreti ödenmiş her sanat ve edebiyat ürününün herkes tarafından ters yüz edilme, eğilip bükülme, uyarlanma hakkına itiraz etmek de mümkün değil.


0 yorum:

Yorum Gönder