Bir roman düşünün ki 1897 yılında kaleme alınmış olsun ve halen ilk günkü heyecanıyla okuru sarsın sarmalasın. Üstelik bir de aynı isim ile sinemaya uyarlanan ilk yapım olsun. Tabii ki Bram Stoker’ın Dracula romanından söz ediyorum. Transilvanya’da yaşayan, ölümsüz vampir Kont Vlad Dracula… Yıllarca birçok farklı versiyonu çekilen Dracula, ilk olarak 1931’de Tod Browning tarafından beyazperdeye uyarlandı. İlk Dracula’yı ise Bela Lugosi oynadı.
Yaşımdan dolayı benim ilk Dracula’m ise 1992’de cesur sahnelerle çekilen filmdeki Gary Oldman idi. Jonathan Harker’ı Keanu Reeves oynarken, Van Helsing’e usta oyuncu Anthony Hopkins can vermişti. Roman, Harker’ın günlüğü ile bizi bir tren yolculuğu ile karşılarken, 92 yapım film Dracula’nın hüzünlü geçmişine götürüyordu. Prensin eşi Elizabetha’ya Dracula’nın savaşta öldüğüne dair bir mektup ulaşıyordu. Bu mektubun imzası ise Türklere aitti. Eşinin öldüğüne inanan prenses kendini nehre atıyordu ve işte onun ölümüyle prens Tanrı’ya isyan ederek, kan içiyor ve ölüp karanlıklar içinde yeniden diriliyordu. Aslında epey acıklı bir hikayeydi, o yıllarda beni çok etkilemişti. Fakat yıllar sonra, aynı filmi izlerken çekim teknikleri nedeniyle ancak gülümseyebiliyorum.
İlk Dracula’dan beş yıl sonra, ilk filmin tam olarak bittiği yerden başlayan Dracula’nın Kızı sinemaseverlere “merhaba” dedi. Ardından 1943’te Dracula’nın Oğlu geldi. En son versiyonu ise 2000 yılında izleyiciyle buluştu. Doğrusu Hollywood’un içinde bulunduğu senaryo krizi düşünülürse, çok yakında üç boyutlu bir Dracula’ya kavuşacağımıza eminim.
Romanı okuduktan ve filmini izledikten yıllar sonra, Romanya’ya Dracula’nın Şatosuna gitmek nasip olduğunda, yaşadığım heyecanı anlatmaya kelimelerim yetmeyebilir. Şatoya çıkan yokuş kadar, şatonun gizli yerlerindeki -yalnızca bir silahın sığabileceği- küçük pencereler beni dehşete düşürmüştü. Rivayete göre Dracula, daha yokuşun başında düşmanlarını bu pencerelerden görüyor ve yolu tamamlamadan en acımasız şekilde öldürüyordu. Şato’nun içindeki yatağının boyutları, onun sanılanın aksine epey ufak tefek bir adam olduğunu gösteriyordu aslında.
Dracula pek çok farklı katmanı olan, derinlikli bir roman, bana kalırsa. Örneğin, özgür iradeye yaptığı göndermeler çok açıktır. Hala dini, cinsel kimlikleri tartıştığımız bu günlerde, her şeyin kişinin kendi özgür iradesiyle mümkün olduğunun altını Dracula çok incelikle çizer. Şatonun kapısında Dracula tarafından karşılanan Harker’ın ilk duyduğu söz, “Özgürce, kendi iradenizle içeri girin” dir. Eşikten geçmeyi bize bırakan bir canavar! Keza kont, konuğunu başka odalarda uyumaması konusunda da uyarmıştır fakat Harker, kendi merakına yenilip başka odalara gitmiş ve uykuya, kabuslara, iblis kadınlara yenik düşmüştür. Kont, beyaz atlı prens bekleyen kadınlara farklı bir seçenek sunuyordu belki de. Kadınların karanlık tiplere ilgi duyduğu bir gerçek ise, Bram Stoker bunu ilk fark edenlerden olmalı.
Daha çok günlükler ve mektuplaşmalarla kurgulanmış bir romanı sinemaya uyarlamak belki zor bir iş olabilir ama Dracula öylesine özel bir öyküdür ki, ne okurlar ne de sinemaseverler ondan uzak kalmamalıdır. Âşık olacağımız kişiyi seçemeyeceğimize dair ilginç göndermeleri olan roman, günümüzün romantik vampir tiplemelerinden oldukça uzak fakat içerdiği duygusal metinler nedeniyle onlardan daha farklı, ulaşılamaz konumdadır.
Hain Evlat: Frankenstein
İngilizce olarak ilk kez 1818’de yayınlanan Frankenstein, Mary Shelley tarafından kaleme alınmıştır. Tıpkı Dracula gibi pek çok kez hem tiyatroya hem de sinemaya uyarlanmıştır. Frankenstein benim için Dracula gibi, yalnızca bir korku romanı değil, aynı zamanda felsefik bir romandır. Romana da ismini veren “Frankenstein” ise hiçbir ölümlünün görüntüsünün dehşetine dayanamayacağı yaratığın değil, yaratıcısının adıdır aslında. Hastalıklara son vermek için insanı yeniden yapmayı isteyen tıp öğrencisi Victor, ölümsüzlüğü arzularken Tanrı’ya da başkaldırmaktadır. Çeşitli mezar ve mahzenlerden topladığı ceset parçalarını bir araya getirerek ulaştığı şey ise adeta bir ucube olur. Yaratığın kendi yaratıcısını babası olarak görmesi, sevgisizlik içinde çırpınması, bu bağlamda insanın iki temel duygusuna; şiddet ve sevgi ihtiyacına vurgu yapması son derece önemlidir. Sanki yazar bizi yaratan Tanrı’ya kendi romanı aracılığıyla sorular sormakta, kendini değersiz, yalnız ve terk edilmiş hissettiğini haykırmaktadır. Benim için Frankenstein bir kayboluş romanıdır aynı zamanda. Yıllardır kendimize sorduğumuz, felsefenin de üzerinde sıklıkla durduğu ama yanıtlayamadığı, ben kimim ve neden buradayım, sorularının içtenlikle yinelenmesidir. Ayrıca Frankenstein kurban ve katilin nasıl kolaylıkla yer değiştirebileceğini de ustalıkla gösteren bir romandır.
Edebiyat dünyasına farklı bir karakter hediye eden Mary Shelley’nin Frankenstein’ını sinemada ilk olarak, 1994 yapımı bir filmle izledim. Robert De Niro’ya ilk hayranlığım da bu filmle başladı. Filmin yönetmenliğini de yapan Kenneth Baranagh ise doktor Frankenstein rolündeydi.
Roman, Kuzey Kutbuna keşif yolculuğu yapan Robert Walton’un mektuplarıyla başlıyordu. Aslında tüm öyküyü, ilk başta hikâyeyle ilgisiz gibi gözüken Walton’un bu mektuplarından öğreniyoruz. Çünkü onların gemisine sığınan Doktor Frankenstein, başına gelenleri ve neden kuzey kutbunda olduğunu ona anlatıyor. Sinemada bu kısımlar sona saklanmış olsa da, içerik uyumluydu. Bu da bir okuru mutlu eden bir detaydı. 1994 yapımı bu uyarlama, aslında romana en sadık olanlardandı. Uyarlamaların genelde okur açısından hayal kırıklığı olduğunu düşünürsek, bu iki film standardın oldukça üzerinde sayılabilir. Bu halleriyle romanların ölümsüzlüğüne katkı sağladıkları bile söylenebilir. Tek endişem ise, gençlerin yalnızca filmi izlemekle yetinmeleri… Sinemanın en çok beslendiği sanatın edebiyat olduğunu söylemek pekala mümkün. Bu durumda okurlara da çok iş düşüyor. Sinema sektöründen roman metinlerine ve yazarlarına sadakat istemek!
Fantastik edebiyata gönül veren yazar adaylarının mutlaka bu iki romanı okumasını öneririm. Yıllar evvel ne kadar cesurca yazıldıklarına hayret ederken, fantastikte, bilimkurguda sınırların nasıl zorlanabileceğini görmek de mümkün bu öykülerde. Genç kuşak yazarlar olarak romanlarımız okurlara ulaşıyor, iyi yayınevleri yazdıklarımızla ilgileniyorsa bunu bu iki yazara da borçluyuz sanıyorum ki.
belgin katılıyorum ilkler özeldir elbette
YanıtlaSil