Gazetecilerin, “sen” diye hitap ettikleri insanlarla yaptıkları röportajlardan şahsen pek hoşlanmıyorum. Biraz sonra okuyacağınız röportaj onlardan biri. Umarım, istisnai biridir. BirGün Kitap’tan öneri geldiğinde, Tuğrul Eryılmaz’ın yanında, Sokak Dergisi’nde, röportaj yapmayı öğrenmiş bir insan olmak hasebiyle, reddedemedim. Eryılmaz, halen Radikal2’nin yayın yönetmeni ve son olarak geçen sene yayınlanan Kayıp Şehir dizisinde proje danışmanlığı yaptı. Daha önce de Bu Kalp Seni Unutur Mu? ve Kasaba’da danışmanlık yapmıştı.
Gazetecilik hayatında pek röportaj yapmadın değil mi?
Çok önceden, Nokta’dayken yaptım. Senede sekiz on tane yapıyordum. Türkan Şoray’la, Bülent Ecevit’le... TRT’deyken muhabirlik de yaptım hatta. Üniversite’yi bırakıp 1982’de Nokta’da gazetecilik yapmaya başladığımda, “Sen bu işleri biliyorsundur,” deyip, doğrudan doğruya editör yaptılar beni. Ama o zamanlar insanlar editör de olsa gazetecilik yapıyordu. Ben editörüm deyip yayılıp oturmuyordun. “Gazeteci” dediğin zaman arada bir sokağa çıkardı insanlar o zamanlar.
Sinemayı çok sevdiğin için mi dizi sektörüne girdin?
Yo, ben dizi sektörüne mali durumumu düzeltmek için kenarından girdim. Gazetecilikten doğru dürüst para kazanamadım. Taksitle bir ev aldım onca yıldan sonra. Ama haklısın, sinemaya hep çok fazla ilgim oldu. Tomris Giritlioğlu, “Gelsene beraber çalışalım,” deyince, sinema bilgimi, kısmen de edebiyat bilgimi kullanarak dizilerde çalışmaya başladım.
Dergi yaparken, “bu dergiyi kime okutacağız?” diye bir soru vardır, dizi yaparken de bir “hedef kitle” var mı?
Dergilerde diziye göre çok daha dar bir kitle söz konusu. Nokta Dergisi, işte efsane şimdi, en baba zamanında 100bin sattı. En saçma sapan diziyi onun iki misli insan seyrediyordur. Diziyi her yaştan, her sınıftan insana izlettirmek zorundasın. Yapımcılar, proje tasarımcılar dizinin hem AB grubunda hem de total’de izlenmesini istiyorlar. Bunu başarabilmek için dehalar lazım. Bak onu söyleyebilirim: Türkiye’de deha eksikliği var. Herkes, ben dahil herkes, senaryo yazıp para kazanma peşinde. Oysa yaratıcılığın çok önemli olduğu bir alan bu. Sağlam, düzgün bir takım insanlar yok mu, var. Ama onlar da iki üç tane diziden sonra ister istemez kendilerini tekrara düşüyorlar, son derece ucuz klişelere ve çatışmalara sığınıyorlar. Mesela, başroldeki kız, sevgilisini sınıf arkadaşı bir kızla konuşurken görüyor, dizinin bir bölümünü, hatta bazen iki bölümü öyle götürüyorlar. “O kızla niye konuştun?” diye tutturuyor. Bir on saniye sussa, olay açıklığa kavuşacak ama 10 saniye susmuyor.
Bu, Yeşilçam’da, 60’larda gidiyordu aslında.
O zaman gidiyordu tabii. Bir de film olunca hiç olmazsa bir buçuk saatte, hadi bilemedin yüz dakikada bitiriyorsun. E şimdi… Sürekli aynı şeyi yeniden, yeniden izliyormuş gibi hissediyorum. Bence televizyoncular şunu düşünmeli: Her şey, herkes değişiyor, onlarsa, hala 60’ları önümüze sürerek bir şey çıkarmaya çalışıyorlar. “Türkiye muhafazakarlaşıyor,” dediler, Huzur Sokağı diye bir dizi yaptılar. O da 60’ların sonlarında yayımlanmış Şule Yüksel Şenler’in romanının uyarlaması. Baştan ilginç de geldi insanlara, türbanlı olan ve olmayanların çatışması gibi oldu çünkü. Ama sonradan o kadar birbirine benzedi ki herkes… O karakterlerin türbanlı veya türbansız olması hiçbir şeyi değiştirmiyor. Aynı yeknesaklık, aynı klişeler… Kanal yöneticilerinden prodüktörlere, senaristlere kadar bir kısır döngünün içine girmiş insanlar, oradan da nadiren çıkabiliyorlar.
Edebiyat uyarlamalarının tam da o kısır döngüden çıkışı sağlaması beklenirken…
Sağlam bir metin olduğu zaman iyi bir senaristle, iyi bir ekiple onu kurtarabilirsin, evet. Ama bizdeki uyarlamalar romanın hazzını vermiyor. Zaten romanlar da darmadağın ediliyor. BBC’nin uyarlamaları gibi yapmıyoruz ki biz. Altı bölümlük Jane Austen da yapıyor, Dickens da… Ama öyle bir dönem işini kotarmak pahalı ve zor bir şey. TRT adam olsa da keşke öyle uyarlamalar yapsa. Tanpınar da yapsa, Yaşar Kemal de, Orhan Pamuk da… Ama TRT dizi yapmaya kalksa hiçbir yazar kendi romanını tanıyamaz. “Onu çıkart, bunu ekle,” diyecekler. Bir de bunlar para isteyen işler. Belli ki Muhteşem Yüzyıl’a biraz para harcanıyor, karşılığını da alıyorlar. Sadece gönül işi değil, idealistlerin işi değil televizyonculuk. İdealist romancı, idealist gazeteci olur, hatta idealist temizlik elemanı da olur. Ama idealist televizyoncu olmaz. İnsanlara kötülük yapmak istemeyen televizyoncu olur ki o da en iyisidir.
Uyarlamalarda temel mesele dizi uzadıkça ortaya çıkıyor gibi geliyor bana. Romanda kurulan dünya bittiği anda dizi bitiyor aslında.
Hatta sinema filmlerinden etkilenerek yapılan dizilerde de öyle oluyor. İşte Suskunlar. Çok parlak başladı dizi ama sinemada öykü bir buçuk, iki saat sonra bitiyor oysa dizide uzatmak zorunda kaldılar, uzadıkça da… Uyarlamayı hakkını vererek yapmak için çok çok parlak senaristlerin olması lazım. O da bazen olmuyor.
Bugüne dek başarılı olan roman uyarlamaları hangileri?
Yaprak Dökümü, Aşk-ı Memnu, Bugünün Saraylısı var mesela. Bunlar, başarı kriterini “insanların izlemesi” olarak koyarsak başarılı olanlar. Yani kriter “rating”se başarılılar. Yoksa, bir süre sonra Yaprak Dökümü’nün romanla hiç ilgisi kalmamıştı. Başına Halil Ergün’ü, Gökçe Bahadırlı’yı, Fahriye Evcen’i koy, onların gücüyle bir şeyi tuttur ama sonra esere ihanet et… Çünkü başka türlü yapamazsın, başka biçimde Yaprak Dökümü’nü o kadar uzatamazsın. Aşk-ı Memnu da… Bir de güncelleştirdiler o romanları. Bunu şimdi Londra’da yapıyorlar; Jude Law bluejean’le Hamlet oynuyor ama ortaya gerçekten başka bir şey çıkıyor. Sen, aynı bakışla, aynı anlayışla, o dönemin ahlakıyla, hikayeyi bugüne getirdim diyorsun. Konu içi gıcıklayıcıysa, bir iki de iyi oyuncu bulmuşsan, tutuyor…
Bir de rating sisteminin başarısızları var. Mesela Veda, çok okunan, sevilen bir romanın uyarlamasıydı ama dizi tutmadı, yayından kalktı. Neden?
Veda olmadı. Tutmadı.
Şu tutuyor, bu tutmuyor gibi bir genelleme bile yapılamıyor mu?
Onu bilsek zaten her şey çok parlak olacak. Ama şöyle bir şey var mesela: O dönemde bir Balkan dizileri furyası olmuştu, arkasından Veda yapıldı. Ama işte, insanlar bunu yeniden “satın alacak” anlamına gelmiyor daha önceden aynı tür bir dizinin tutmuş olması. Popüler her romanın uyarlaması tutacak diye de bir şey yok zaten. Samanyolu da olmadı. O kadar gürültü kopardılar o zaman, olmadı. Bu işler el yordamıyla yapılıyor Türkiye’de. Bir yandan hiçbir kural yok, bir yandan da bir sürü kural var. Hakikaten çok saçma sapan şeyler var. 40 yaşından büyük bir oyuncuyu, hele kadınsa, başrole koymuyorlar. İzleyici “taze et” istiyor, deniyor. Ya da mesela yaşlı kadın- genç adam olmaz, deniyor…
Evet ama bu diziciliğin kuralı değil ki, “genel ahlak” dedikleri şey. Üstelik AB izleyici grubunun da değil, total’in genel ahlakı…
O yüzden gümbürtüye gidiyor zaten bir sürü şey. Bir de düşün, hem total’i esas alıyorlar, hem de total bile onu istemiyor. Çünkü bazen de kendi hayatlarına benzer hayatları izlemek sıkıyor insanları. Niye dizilere mutfak ve bahçe çalışanları ile köşk sakinlerini koyuyorlar? Tamam, esas olarak çekimlerin aynı mekanda olması bir kolaylık ama bir yandan da o sınıfsal çatışmayı göstermeleri gerekiyor.
Uyarlama olsun olmasın yabancı polisiye dizilerdeki tempo bizde yakalanamıyor. Neden?
Bir kere, her dizi açısından söyleyeyim, senaryo çok temel. Senaryonun çok iyi olması gerek. Ama polisiyede onun yanı sıra hem yönetmen çok iyi olmalı, hem de çok iyi bir kurgucu olmalı. Bizim dizilerde genelde kurgu çok zayıf. Kalabalık sahneleri, kavga sahnelerini genelde beceremiyorlar. Polisiyeyi aşk dizisi gibi yapıyorlar. Şöyle sağlam bir polisiye seyredemiyorsun. Ya da herkesin elinde silahla koşturduğu çok üçüncü sınıf şeyler var. İnsanlar artık zeka arıyor. Zeka aramıyorlarsa, zaten yapacak bir şey yok. Ama bence insanlar bir pırıltı arıyorlar.
Direniş sürecinde tam da bunu görmüyor muyuz zaten? O müthiş insan potansiyeline karşılık gelen hiçbir yapım yok televizyonlarda.
Genel olarak medyada yok ki o potansiyele karşılık gelen bir şey. Gazeteler daha şanslı tabii, üç dört tane insan bir yerlerde uğraşıyor ama televizyonlar tamamen zapt-u rapt altında çünkü hem çok para dönüyor, hem de televizyon çok göz önünde. İnsanlar gazete okumaya üşeniyor ama her akşam iki dizi seyreden aklı başında arkadaşlarım var.
Gezi direnişi televizyon dizileri için de bir milat olacak mı sence? Büyük kanallardaki yapımların aldığı rating’in Haziran başından beri yerlerde sürünmesi bir değişim habercisi mi?
Yazları ratingler hep düşer tabii, onu da unutmamak lazım. Bir de dikkat et, şu anda hep düşük prodüksiyonlu gençlik dizileri var. Karakterler de Amerikalı mı Türkiyeli mi belli değil. Benim öngörüm şu, “Bir de şunu deneyelim bakalım, oluyor mu?” diye bakacaklar. Halkımıza faydalı olsun diye değil ama “Bakalım tutacak mı? Bir de burdan gidelim,” diyecekler. Sansür, piyasa zorladığı için biraz esneyebilir. Bir de şu var, televizyonların başındakilere baktığın zaman hepsi yaşını başını almış erkekler. Genelleme yapıyorum tabii ama benim gördüklerimin, bildiklerimin hepsi böyle. Basında da öyle. Dergiler dışında kadın yönetici yok. Bir sürü kadın çalışıyor ama patron adına son sözü söyleyenler hep erkek. Sağcı, solcu demiyorum bak, erkek diyorum.
Benim anladığım, kanalların uyguladığı sansür bile belli kurallara tabi değil. Örneğin İntikam’da, Engin Hepileri’nin canlandırdığı Hakan, dizinin orijinali Revenge’de gay bir karakter. Belli ki, karakterler uyarlanırken “Türk izleyicisi bir gay’i izlemeye hazır değil,” diye düşünülmüş. Ama bir de baktık ki, senin de ekibine dahil olduğun Kayıp Şehir’de Ayta Sözeri, trans bir kadını canlandırıyor, Türk izleyicisi de hazırmış ki izledi.
İntikam’da, kızın en yakın arkadaşı ve önemli bir rol ve onun bir sevgilisi olması lazım. Ki Revenge’de bir sevgili de var. Başrollerden birinde gay bir karakter istemiyorlar. Ama İntikam’da Engin Hepileri çok parlak bir iş yaptı, anlayan seyirciye bütün ipuçlarını verdi dizinin başında. Saçı, elini kullanması… Avaz avaz bağırmadı “Ben gay’im,” diye ama “görmüş geçirmiş” izleyici onu yakaladı. Kayıp Şehir’de ise trans kadının ne aşkı, ne meşki, ne de etrafı olamadı. Sadece dizide bir trans kadın vardı. O kadarına da razı oldular. Tabii Kayıp Şehir’in başarısı, senaristlerinin belli bir duyarlılığı olmasından kaynaklanıyordu. Daha dikkatliydiler. Yıldırım Türker, Murat Uyurkulak sıradan insanlar değiller ki. Dünyayı biliyorlar ve öyle bir karakter yaratabildiler.
0 yorum:
Yorum Gönder