Türkçe’de Zen üstüne kaynaklar hâlâ çok sınırlı. Üstelik söz konusu şiir olduğunda, Zen temalı bir şiir kitabına ulaşmak olası değildi. Değildi diyorum çünkü Ersan Erçelik’in “Uyandığım Rüya: Zen ve İncir Ağacı” adlı kitabı, Türk şiirinde ilk defa Zen’i bütünüyle ele alan, Zen şiirinin ruhuna uygun bir kitap ve Türkçe’de bir ilk.
Zen sözcüğü, Sanskrit kökünden gelir ancak aslında yanlış bir telaffuzdan kaynaklanır. Sanskrit’teki anlamı “dhyana”dır. Buda onu “jhana” diye telaffuz etmiştir ki, bunun Gautama Buda ile başlayan ilk yanlış telaffuz olduğu söylenir. Kelime Çin’e ulaştığında Çinli ustalar Hui-Neng ve diğerleri onu Chana olarak telaffuz ederler, sonunda kısaca ch’an olur. Japonya’ya ulaştığında Rinzai ve diğer ustalar Zen diye telaffuz ederler. Her değişiklik ona farklı bir güzellik katmış, her iklim değişikliği ile farklılaşmış, uzun bir yolculuk yapmıştır. Tıpkı Ersan Erçelik’in şiirleri gibi...
Ersan Erçelik, Mahakashyapa’nın Zen’i başlatan kısa alıntısıyla başlıyor ve kitap boyunca her şiirin sonunda Zen’den mısralar taşıyarak zenginleşip, Zen’le bütünleşiyor. Sürekli olarak değişen, tematik olarak zenginleşen ve üslup açısından gelişen şiirinde, pek az şaire nasip olacak bir cesaretle atılım yapmaktan, keşfetmeden geri durmayan bir şair var karşımızda. Bu yönleriyle yalnız Türk şiirin için değil, araştırma yapacaklar için de bir nevi taze nefes vazifesi görüyor. Şiirler bir araya gelerek katmanlaşıyor ve Zen ruhuna uygun olarak farkındalığı ve şu anı vurguluyor: “Ormanın kalbinden geçen bir yoldum/ bir ormanın büyümesini dinliyorum şimdi// Kendi ayak izlerini kokluyor rüzgâr// Bir ormanın sesiyim. Yeşil.// Yağmur anlatır bana, yağmur döker içini/ ben bilmem, bir buluta sor yağarken rüya görmek nedir.”
Şiirler boyunca şair doğanın içinden, doğanın sesiyle yazıyor, sesleniyor, böylece doğayı yeniden dillendirmekle kalmayıp, doğayı yeniden üretiyor da. Bu noktada dinlemek, bir süre sonra şairi doğanın öznesi kılıyor, böylece insan kendi içindeki doğaya doğru bir yolculuğa çıkıyor: “Bense bir bulutun defterini tutuyorum/ çıkan ilk esintinin// Uçuyorum ya/ göğ mavisiyle bir tutup bir bırakıyor beni// İnsan hayatta yalnız bir kez// boşluğa bırakabilir tüyden gövdesini// En fazla bir kez söndürebilir kalbini”.
Manyetik bir alanmışçasına birbirini çekip bütünleyen, tematik olarak zenginleşen kitabında, su, rüzgâr ve ateş sözcükleri öne çıkıyor. Zen dediği yerlerde toprağa da vurgu yapan Ersan Erçelik, her şiirde belli olan dinginliği, meditasyon halini yayan huzuru, sadeliği okura geçirmeyi başarıyor. İmge açısından zengin, bununla birlikte telaşsız, süssüz olandaki bilgeliğin de ötesine geçerek, en rahat söyleyişle öne çıkartıyor. “Suskunluğum bitince başladı sessizliğim” diyerek, kitap boyunca hakim olan “sessizlik” vurgusu, susma eyleminin karşısında yer alıyor. Belki de bu yüzden şair, “vahşi ağzıyla hayat yeniden başlatır kendini” diyor ve sessizliği, yazarak yeniden üretiyor: “Dilin sustukça bana konuşur için// Rüzgâr benden alıp sana taşıyor geceyi/ sessizliğin: Bir Zen tapınağı şimdi”, “Dile geldim sessizlikte, dilden silindim”, “Sessizlik tanrıların diliydi, duydum da sustum”, “Sus dedim yarama, kılıç sınanırken ipekte/ çiçeklenmiş bir kiraz ağacı nasıl susarsa// Sustum da uzakları duydum sinemde.”
Zen’de anlaşılması gereken ilk şey bir amaca bağlı olmamaktır. Zen bir yoldur ve şimdi, buradadır. Zen’de hiçbir şeyin ne kutsal ne de dünyevi olması bundandır, o iki dünyanın sentezidir. Her şey ayrılmaz olarak bir’dir, tamamen yeni bir bakışla, büyük bir zerafetle, muazzam bir hassasiyetle, zengin bir farkındalıkla, saf ve aşkın bir bilinç halinde, şu anda yaşamaktır. Bu yüzden Zen ustası odun keserken, su taşırken, bahçede yaprakları temizlerken dünyada yaşar ama onu dönüştürür.
Ersan Erçelik’in şiirlerde zaman zaman ölüme yaptığı vurgu, dirimi çağrıştır, çünkü ancak böyle dirimi kökeninden dönüştüreceğini bilir: “Dünya ardımdan dökülen suydu bana”, “Çünkü insan ölüme ölümle veda eder”, “Yorulur insan kendine korkuluk olmaktan/ mezarım hayat, uyanınca Nirvana’ya doğdum.”, “Yırtıldı rüya, ölüm bizde kanayacak bir yer buldu”, “Düştüğüm yağmurları unuttum çoktan. Gök gürültüleri/ ve çardak altında, bir bardak çayla izlediğim dünya// Dünya unutkandır, bunu ölümden öğrendim.”
Sözcükler sadece ortak deneyimleri paylaşan bireyler arasında bir anlam kazanır. Örneğin aydınlanmamış bir insan için “her şey boşluktur” önermesi, o kişinin toplum tarafından koşullandırmalarını aşmasına yetmez. Hakikatin önündeki tüm “perdeler”i kaldırmak için, ilk önce çarpıtılmış bir algılamaya sahip olduğunuz gerçeğini fark etmeniz gerekir.
“Her şey sessizdir, ulaşır derinliğe/ birden başlar sözcüklerin ötesindeki o yer”. Ersan Erçelik’in şiirlerinde Zen’e paralel bir anlamda yapılan vurgu “rüya-uyku”dur. Hakikati görmeyi engelleyen tüm şartlanmalar, insanların kendi doğalarını dolaysız bir şekilde keşfetmelerini de engeller. İnsan kendini felsefi fikirlere, dini inançlara zorlanmadan, teori yerine pratik çalışmalara yöneldiğinde, Zen’in pratikliğini yakalar. Rekabetçi olmaktan vazgeçtiğinde, kıyaslamadan vazgeçtiğinde uyanış başlar ve ego arkada kalır. Şairin şiirlerinde geçen “rüya”, herkesin aynı rüyayı gördüğü bir zaman ve mekânda, rüyaları değiştirmek, eski bir rüyadan başka bir rüya durumuna geçmek, eski rüya yerine yeni bir rüya yaratmanın aydınlanma içermediğidir: “Yıllarca bir körün gözleriyle bakmışım dünyaya/ bazı rüyalar karanlıktan uzun sürer// Şimdi sen benim uykumsun, ben rüya görünce.”, “Gözlerimi açıp kapattığım kaçıncı rüya/ kendi ellerimle oyduğum bir sandalyedeydim.// Yer gösterdi hayat, oturdum, öyle izledim.”, “Uykusu olana dar gelirmiş meğer dünya/ mezarım hayat, uyanınca Nirvana’ya doğdum.”, “Ben rüya değilim, gördüm içine uyandığım rüyayı/ benim rüyam samurayın kelebek olduğu düştür.”
Belki de bu yüzden olsa gerek, kitabın ikinci bölümü olan “Yıldızlar Sema”da o eski hikâyeye yer vermiş: Bir zamanlar samurayın biri rüyasında bir kelebek görür. Uyandığında sorar: Ben bir kelebeğin rüyasındaki samuray mıyım yoksa bir samurayın rüyasındaki kelebek mi?
Şiirlerden birinde İlhan Berk sevgisini de ortaya çıkaran şair, usta şaire selam yollamayı da unutmuyor. Kanımca İlhan Berk’e yazılmış en iyi şiirlerden biri, üstelik şair bunu yaparken ustanın şiir pratiğini de kullanıyor ama ötesine geçerek şiiri kendinin kılmayı da beceriyor.
Diğer bir ustalık da go oyunundan samuraya, şamizenden sufiye, Buda’dan “hiç düşünceye” kadar, sanki bir Zen tapınağında bizi gezdiriyor, bize Zen’in inceliklerini fısıldıyor. İyi şairler böyledir, okurunun elinden tutmakla kalmaz, onu yeni dünyalarla tanıştırır.
Kitabın son şiiri olan Sufi, şairin çocukluğuna da değinirken, “Bir gül yaprağına bindirdim dünyayı/ dinledim suyu ve fısıldadım suya: Dünyayı taşımak için bir damla kadar hafif olmalı!” diyerek, tasavvuftaki aşk’a, Allah’a ve yaratılmış olanın aşkına da uzanıyor. Gerçekten merak ediyorum, her kitabının sonunda bir sonraki kitabı için ipuçları bırakan şairin bir sonraki teması Sufilik olabilir mi diye... “Toza dönen insana bu yüzden inanmadım/ aşkla dindirdim yaramı, çıplak buldum sözümü// Utandım, derin sustum” diyen şair, sanki bize buna hazırlamak ister gibi, derviş edasıyla perdeleri kaldırıyor:
“Artık hiçbir şey yok yalnızlığımdan başka:
bir lokma, bir hırka, bir de ‘Hu’ çeken kalbim.”
0 yorum:
Yorum Gönder