Arap Baharının Siyasal İktisadı (Onur KARTAL)

“Küresel kapitalizm üzerindeki ABD hegemonyası devam etsin veya etmesin, ya da yeni bir hegemonik güç ortaya çıksın veya çıkmasın, çarpıcı olan şu olgu olduğu gibi kalır: küresel ekonomi-politiğin ve ilişkili jeopolitik rekabetler dengesinin yörüngesi, Körfez’deki sınıfın ve kapitalizmin yapısıyla derin bir şekilde iç içe geçmeyi sürdürecektir.” Adam Hanieh.

Muhammed Buazizi, 17 Aralık 2010’da sebze tezgâhına el koyanlara karşı bedenini ateşe verdiğinde, yalnızca Tunus’u değil neredeyse bütün bir Arap coğrafyasını kasıp kavuracak bir yangının da fitilini ateşlemiş oldu. Buazizi’nin bedenini saran alevler kendine özgü, bireysel bir başkaldırı çığlığı değildi sadece; ekonomik sömürü koşullarından politik tahakküm mekanizmalarına cepheden saldıran, toplumsal alanın omurgasını baştan aşağıya sarsacak bir isyanın habercisiydi. 7 Kasım Caddesi Bin Ali’nin iktidara geldiği günden almıştı adını; 17 Ocak 2011’den itibaren Muhammed Buazizi ismini taşımaya başlaması, tikelden evrensele, tekilden toplumsala uzanan bu devrimci dalganın billurlaşmış bir örneğiydi. Ne var ki, bu dalga Tunus’la başlayıp Tunus’la bitmedi; Mısır’ı, Libya’yı, Bahreyn’i (elbette Cezayir’i, Ürdün’ü, Yemen’i) ve nihayet Suriye’yi de kuşatacak boyutlara ulaştı. Tabi, umut ve heyecan verici birçok toplumsal değişime de gebe oldu, sürecin devrimci karakterine gölge düşüren hareketlerin yeşermesine de. Tahrir deneyimi, “Wall Street’i İşgal Et” hareketine dahi ilham verecek tarzda evrenseli kucaklarken, Müslüman Kardeşler’in Mübarek dönemine benzer bir ekonomik program etrafında karşı-devrimci hamlenin elini güçlendirmesi moralleri epeyce bozdu. Yine Libya’da Muammer Kaddafi’nin linç edildiği görüntüler, tiranlık karşıtlarının en önde gelen bayraktarlarının zihinlerinde dahi kimi soru işaretlerinin oluşmasına yol açtı. Bu karakteri gereğidir ki, Arap Baharı, entelektüel siyasi faaliyetin uzunca bir süredir ana gündem maddesi.

Süreç üzerine yürütülen tartışmaların vardığı nokta, Arap Baharının gerçekten devrimci bir dalga olup olmadığı konusunda bir uzlaşmayla sonuçlanmadığı gibi, bütün olan biteni bir emperyalizm süreciyle ya da karşı-devrimci momentler silsilesiyle ilişkilendirmek konusundaki kararsızlık da devam ediyor. Gelgelelim, tüm bunlara rağmen, bize göre Alain Badiou’nun tavsiyesi halen geçerliliğini koruyor: “Bu hareketlerin öğrencileri olmalıyız, budala öğretmenleri değil”. Badiou bu sözleri dışarıdan ve yukarıdan konuşmayı alışkanlık haline getiren Batı aklını eleştiriye tabi tutarken sarf ediyordu. Biz ise öğrencinin içeriden, hevesli ve titiz bakışına dair iyi bir örneği sunmak için referans alıyoruz: Adam Hanieh, Körfez Ülkelerinde Kapitalizm ve Sınıf adlı kitabında sözünü ettiğimiz coğrafyanın bir diğer atardamarına, Körfez ülkelerine yoğunlaşıyor. Bunu yaparken küresel kapitalizmin inşasında mevzubahis ülkelerin 20. yüzyıl boyunca katettikleri yola, kurdukları uluslararası ilişkilere ve küresel kapitalizmin sermaye mantığının pekişmesinde üstlendikleri role siyasal iktisadın perspektifinden odaklanmakla kalmıyor. Aynı zamanda eserinin Türkçe baskısı için yazdığı önsözde, geliştirdiği derinlikli ve içeriden bakışı, bilhassa Mısır deneyimini değerlendirmek üzere işe koşuyor. Biz de öncelikle eserin temel meselesine, yani Körfez ülkelerinin küresel kapitalizmin sermaye dinamikleri bakımından üstlendiği role ve bu dinamiklerin belirlediği sınıf oluşumuna değineceğiz. Ardından da Hanieh’in, Arap Baharının doruk noktası olarak görebileceğimiz Mısır deneyiminin başkaldırı dinamiklerinde politik unsurların yanı sıra ekonomik faktörlerin de göz önüne alınmasındaki ısrarına kulak vereceğiz. Böylelikle bugün Arap Baharının son perdesi olarak sıcaklığını koruyan ve gün geçtikçe bizim açımızdan da yakıcı bir sorun olmaya doğru hızla ilerleyen Suriye’deki çatışmaların art alanında nelerin yattığına ilişkin olarak Hanieh’in yapıtının nasıl bir kılavuz sunduğunu/sunabileceğini göstermeye çalışacağız.

Hanieh’in, Körfez İşbirliği Konseyini (KİK) oluşturan Bahreyn, Umman, Katar, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri üzerinden sınıf oluşum sürecini mercek altına almasındaki temel motivasyonu şu sözlerinden rahatlıkla çıkarabiliriz: “Sınıf oluşum süreci Körfez’in gerçek hikâyesi ya da görüntüsünün ardındaki gerçeğin anlatılmamış hikâyesidir ve günümüz Ortadoğu’sunun ve bütün olarak dünya pazarının kavranması açısından büyük bir önem taşır” (s. 37). Bu hikâyeyi gün ışığına çıkarmak yoluyla Hanieh, küresel kapitalizmin ve ulusaşırı sermaye akışının çarklarını en açık biçimiyle gözler önüne serebileceği iddiasındadır. Daha da önemlisi bölgenin tüm siyasi dönüşümleri üzerinde ekonomik dengelerin belirleyici bir rolü olduğunu savunmaktadır. Bu doğrultuda sermaye birikimlerini KİK alanı genelinde, sermayenin uluslararasılaşmasına dayandıran kapitalist bloğu tanımlamak üzere kullandığı Khaleeji Sermayesini çözümlemeye girişirken vurguladığı belki de en önemli nokta sınıf oluşum sürecinin mekânsal karakteridir:

“[S]ermaye birikimine dair dikkat çekilmesi gereken başka bir yön ise sınıfın mekânsal yapılanmasıdır. Bu kavram, sermayenin soyut ya da belirsiz bir tarzda meydana gelmediği fakat sermayenin mekânsal olarak somut olduğu düşüncesini başarıyla ifade eder” (s. 63). Sermayenin uluslararasılaşmasının, sınıfın mekânsal oluşumuna eklemlendiği yerde KİK ülkelerinin siyasal konjonktürüne neyin can verdiğini kestirmek hiç de zor değil: Neoliberalizm. “Neoliberalizme dönüş sadece iç ekonomik politikalara odaklanmayı yansıtmıyor, aynı zamanda uluslararasılaşma ve finansallaşma alanlarındaki yeni dalgalanmaları fazlasıyla kolaylaştırıyordu. Neoliberalizm, sermayenin serbest hareketi karşısında ulusal mekânlar genelinde ve bu mekânlar aracılığıyla konulan engelleri ortadan kaldırarak ve kârın zorunluluğuna tabi olan insan faaliyetlerinin alanını genişleterek, küresel ölçekte kapitalist yeniden üretime uygun koşulları garantiye almayı amaçlıyordu” (s. 90). 

Kestirmekte zorlanmayacağımız bir diğer nokta da bu sacayağının kurulmasında ABD’nin başı çekmesi. Hanieh’in 20. yüzyılın başından sonuna kadar bölge içi ilişkilerinin siyasal ve iktisadi yörüngelerini okurken ABD’nin rolünü layıkıyla gözler önüne sermeye çalışması bundandır. Tablonun bütününe baktığımızdaysa bu projeyi emperyalizmden ayrı düşünmemizin mümkün olmadığını göreceğiz. Ancak bu emperyalist projeyi ABD tarafının etkin, KİK ülkelerinin ise edilgin bir konumda yer aldığı tek taraflı bir ilişkinin değil, her iki tarafın da etkin katılımıyla şekillenen bir sürecin ürünü olarak düşünmek gerekiyor. Dolayısıyla bölgenin kaderinin yalnızca ABD politikalarındaki makas değişiklikleriyle değil aynı zamanda KİK üyesi ülkelerin siyasal-iktisadi çıkarları ekseninde şekillendirdikleri mekânsal müdahaleleriyle tayin edildiğini göz ardı etmemek gerekir. Tabi burada bu süreci bütün detaylarıyla ele almamız mümkün değil. Hanieh’in çalışması çok daha uzun bir mesaiyi hak ediyor. Bu mesai ayrıldığında çalışmanın önemini, küresel kapitalizmin sermaye dolaşımının dayandığı esaslar doğrultusunda, Körfez ülkeleri üzerinden hayata geçirilen emperyalist bir projenin ifşasının, yani malûmu ilâm etmenin epeyce ötesinde aramak gerektiği de görülecektir. 

Hanieh’in yaptığı, bahsi geçen sürecin adını koymak değil, bu adı koyarken sürece can veren kan akışını kılcal damarlardan yola çıkarak gözlemlemektir. Bu titizliğiyle Hanieh, Mısır’daki ayaklanmaların sadece bir demokrasi arayışına indirgenmesine de itiraz edecektir: “Mısırlı protestocuların öncelikli sorununun Mübarek olduğunu ve birincil talep olarak sözde ‘siyasal özgürlük’ sorununu dile getirdiklerini iddia etmek bu protestoların gerçek boyutunu görmemek anlamına gelir. Aksine bu eylemler, genellikle iki farklı alanmış gibi ele alınan ‘siyaset’ ve ‘ekonomi’ alanlarının birbirleriyle iç içe geçtiğini ve aynı mücadelenin bir parçası olduğunu bize göstermektedir. Bu mücadeleler sadece rejimin yaşadığı bir meşruiyet krizinin değil kapitalizmin yakın dönemde Mısır’da ve bir bütün olarak Ortadoğu’daki gelişme biçimine dönük bir tavrın ifadesidir ” (s. 15). 

Bu satırları tersinden okuyacak olursak diyebiliriz ki, Mısır’daki halk hareketlerine odaklanan ancak küresel ekonominin kriz noktalarını, neoliberalizmin Mısır’daki tezahürlerini ve Ortadoğu’daki ABD hegemonyasının inşasında Mısır’ın oynadığı rolü mercek altına koymayan herhangi bir anlama çabasının tahlilleri yüzeysel olmanın ötesine geçemeyecektir. Benzer bir reçete Suriye için de yazılabilir. Hanieh’in siyasal despotizm formlarına karşı verilen mücadeleyi, sınıf mücadelesi dinamikleriyle birlikte okumak yönündeki önerisi, Suriye’deki iktidar mücadelesinin mezhepsel, kültürel ve siyasal boyutlarının yanında açıklığa kavuşturulmayı bekleyen bir diğer boyutunun da iktisadi olduğunu görmemiz ve hangi çıkar gruplarının, hangi güç ilişkilerinin dolayımından geçerek küresel kapitalizmin sermaye birikim/dolaşım mantığına nasıl bir ivme kazandırmak istediklerini tespit etmemiz bakımından can alıcı bir yerde durmaktadır.

Adam Hanieh, Körfez Ülkelerinde Kapitalizm ve Sınıf, çev. Bahadır Ahıska ve Sevgi Doğan, NotaBene Yayınları, Ankara: 2012.


BEHÇET BEY Dergisi Deneme Sayısı (Helin KÜÇÜK)

Bu sayısı ‘deneme sayısı’ olarak basılan Behçet Bey’i, düğümü İzmir’den başlayan bir ağ-kurum çıkarıyor: Türkçe şiire ‘Nabıyonuz Ya Siz’ deme niyetinde olan NYSK. Kabul şartları şöyle: 1- “Şiir şudur” “Şiirde şu vardır” “Şiirde bu yoktur” şeklinde tanımlamalar yapanlar kuruma alınmayacaktır. 2- Bilmem ne manifestosu diye ortalığa zıplayanlar kuruma alınmayacaktır. Şiirin manifestosu ancak şiir yazılarak gerçekleşir. Fazla söz ve temaşaya müsamaha gösterilmeyecektir 3- Şiir ya da edebiyatı bir disiplin haline getiren ve buna göre yorumlar geliştiren kişiler Sürat Kargo ile Hilmi Yavuz ve benzerlerine yollanacaktır. 4- “ …’nın Sonu “. …’nın Ölümü gibisinden laflar, gerçekten de bu şeylerin sonunu getirmeyecek ya da ölümüne sebebiyet vermeyecekse kullanılmayacaktır… Deneme sayısında Uğur Eymirli, Monica Papi, Aras Keser ve Münir Yenimo’nun şiirleri, Liman Mehmetcihat ve Aras Keser’in görselleri var.


LACİVERT Dergisi 47. Sayı (Helin KÜÇÜK)

Öykü ve şiir dergisi Lacivert'in 47. sayısı "Eskisi Yenisi Orhan Veli" dosyasını sunuyor okurlarına. Dergi'nin kapağında ise Orhan Veli'nin kendi el yazısından okuyabileceğiniz ve " Yaşamak" şiiri bulunuyor. Dosya, Kanık'ın 1941'de "Garip" için yazdığı önsöz ile başlıyor. Sonrasında ise şairin kardeşi Adnan Veli Kanık'ın 1953 yılında derlediği kitabı " Orhan Veli İçin" den alınan " Kendi ağzından dinliyoruz" yazısı yer alıyor. Bu bölümde Kanık'ın 5 Ocak 1947'de Yürük Çelebi ile ve 2 Şubat 1947'de Sait Faik ile yaptığı görüşmeler yer alıyor. Sait Faik'in " En çok sevdiğiniz şiiri okur musunuz?" sorusu üzerine hangi şiiri okuyacağını bir müddet kestiremiyor ve sonrasında " Uzanıp yatıvermiş sere serpe, entarisi sıyrılmış hafiften..." diyerek başlıyor " Sere serpe" adlı şiirini okumaya. Şiirin bitiminde, Faik'in "Bu pek sevimli şiiri de dinledikten sonra..." cümlesiyle söze başlaması da sanıyoruz okuyucularda bir tebessüme sebebiyet verecektir.

KİTAP-LIK Dergisi 164. Sayı (Helin KÜÇÜK)


Kitaplık 164. sayısında çift dosyayla karşılıyor okurlarını. Italio Svevo ve Yasadışı Amerikan Şiiri. Şenol Erdoğan tarafından hazırlanan "Yasadışı Amerikan Şiiri" Alan Kaufman'ın yazısıyla başlıyor. Kaufman'ın: "Kâbuslarının ve aşklarının sesi belki ölümünüze neden olmuyor ama en tehlikeli duygularla iç içe bir halde, sizi dinlemek zorunda bırakıyor. Bu şairler, esas olarak, Sartre'nin Baudelaire için söylediği gibi, " Devrimci olmayan ama başkaldırmış erkekler (ve kadınlar)" olarak nitelendirdiği, A.D. Winans, Jack Micheline ve Abbie Hoffman'ın da şiirlerinden örnekler bulabilirsiniz Kitaplık’ta.

Italio Svevo dosyası ise geçen yıl İtalyan Kültür Merkezi'nde düzenlenen Italio Svevo toplantısında sunulan metinlerden oluşuyor. Neyyire Gül Işık'ın sunuşu ile başlayan dosyanın içinde en dikkat çeken yazı ise Fabio Salomoni'ye ait: "Italio Svevo, İtalya'da bir Orta Avrupalı". Dosyaların yanı sıra bu sayıda başlatılan ve editör Murat Yalçın'ın okuyucu selamlarken " şiir üstüne düşünce üreten eleştiri, inceleme, tartışma, deneme yazılarından oluşacak bir bölüm" olarak nitelendirdiği "Şiirsel" bölümü Hüseyin Ferhad ve Mehmet Müfti ile açılışını yapmış.

SÖZCÜKLER Dergisi 40. Sayı (Helin KÜÇÜK)



“Yaşanan kaos ortamının oluşturduğu değerler aşımına karşı edebiyatın değerlerini öne çıkarmak, yüceltmek” isteğiyle ve “saf, som bir edebiyatın soluklanma alanı olma” iddiasıyla çıkan Sözcükler 40. sayısında ölümlerinin 10.yılında Melih Cevdet Anday'ı ve Memed Fuat’ı, Ferid Edgü’nün “Melih Cevdet’in İlk Düzyazı Şiiri Üzerine” adlı denemesi ve 2000 yılından bu yana Memet Fuat Ödülleri ve Projeleri ile ilgili koordinasyonları sürdüren, Memet Fuat'ın son dönemlerinin yakın tanıklarından biri olan Yeşim Bilge'nin "Memet Fuat'ı Düşünürken" yazısı ile anıyor.

Edgü yazısında Anday'ın ilk düzyazı şiiri olan " Öğle Uykusundan Uyanırken" adlı eserini okuduğunda yaşadığı heyecanı anlatıyor. Önce küçük bir şaşkınlık ânı ile başlayıp okuduğu şeyin bir benzeri olmadığına kanâat getirdiği şiirin ilk mısraları şöyle: "Öğle uykusundan uyanırken deniz yükselirdi, bilirdim, hep gün o saatte yükselirdi. Kendimi büyümüş bulurdum. Birbiri arkasına uyanırdım. Koştuğumu anlamadan. Cilâlı taş ormanları içinden geçerdim. Düş, doğaya dönüşürdü. Yoksa hangi çiçek büyüyebilir ki!”

ROMAN KAHRAMANLARI Dergisi 12. Sayı (Helin KÜÇÜK)



Heyemola Yayınları’nın oldukça yaratıcı bir fikirle çıkardığı, Türkiye’de ilk defa kitaplarda olduğu kadar aramızda, içimizde gezinip duran ‘kahramanlar’ üzerine yazılardan oluşan Roman Kahramanları’ bir solukta 12. sayısına geldi. Dergi savaş karşıtı edebiyatı önemli ölçüde etkilediği düşünülen Şvayk’a önemli bir yer ayırmış bu sayısında. "Biraz Sancho Panza'lık, biraz Keloğlan'lık vardır onda; ama biz hangi nitelemeleri yakıştırmaya çalışırsak çalışalım, Şvayk onu çok daha karmaşık, çok daha canlı kılan tüm çelişkileriyle her zaman Şvayk'tır." 1963 yılında tanıştığı "Aslan Asker Şvayk"ı 1980 yılında dilimize çeviren Celâl Üster elli yıllık dostunu böyle tanımlıyor bu sayıda. Bir de Şvayk’ı "tarihin en şanlı askeri" olarak tanımlayan Aslı Atasoy'un hayali röportajı da var ki Şvayk'ın verdiği şu cevapla bitiyor: "Size söyleyebileceğim ve söylemem gereken tek şey şudur. Savaş kötüdür."

Derginin ele aldığı diğer konu, savaşa asılı duran bir diğer insani deneyimi, göç. Tarihçilerin "büyük utanç" olarak nitelendirdiği Balkan Göçü trajedisinin 100. Yılında, Zülfikar Bey’in yaşamı içinde, Necati Cumalı'nın Viran Dağlar romanında binlerce insanın sürgün yolundaki izlerini buluyoruz. Semiramis Yağcıoğlu'nun "...Viran Dağların Poetikası" başlıklı yazısı romanın kahramanı Zülfikar Bey ile adeta yeniden tanıştırıyor bizi: " Er ya da geç bir gün öleceği değil nasıl yaşadığıdır önemli olan kişinin. Bu dünyadan Zülfikar Bey gibi dolu dolu yaşayıp göçenlerin şavkı çakan yıldız gibi gözlerde kalır."

Sincan İstasyonu 62. Sayı (Helin KÜÇÜK)

SİNCAN İSTASYONU 

İstanbul’un cazibesinden de edebiyatı ve özellikle şiiri bırakıp daha çok para kazanmanın yollarında doğru koşar adım ilerleyen yayın çevrelerinden de uzak Ankara’nın Sincan’ında 62. sayısına ulaştı Sincan İstasyonu: Bu sayıda da belli bir saygınlık edinmiş şairlerden, genç şairlere kadar geniş bir kadroya sayfalarını açarken, şiiri gözetmeyi elden bırakmıyor. Dergi, bazı büyük kitapçıların raflarında şiir kitabı bulundurmama kararını alaycı bir şekilde eleştirerek karşılıyor okurlarını. Erdoğan'dan Ecevit'e, hatta vakti zamanında meydanlarda Nazım şiirleri okuyan Türkeş'e kadar "şiire gönül vermiş" siyasetçileri hatırlatarak en azından bunların hatırına da olsa raflarda şiir kitabı bulundurmanın faydalarından bahsediyor.

Sardünya (Onur AKYIL)

Mustafa Ergin Kılıç 2006’da yayımlanan ilk kitabı Lâlfabe’den beri aslında oldukça zor olan bir şey yaparak hem aynı hem de farklı olan bir şiir yazmaya devam ediyor. Şairin kendi sesini bulması denen mesele üzerinden değerlendirildiğinde olumlu, şairin kendini tekrar etmesi denen mesele üzerinden değerlendirildiğinde ise tartışmaya açık bir durum bu. Kaldı ki ‘doğrusu şöyle’ demekte pek akıllıca değil. Hal böyle olunca, olması gereken şey oluyor ve Mustafa Ergin Kılıç şiiri değerlendirilmek, okunmak, anlanmak istendiğinde hem her kitap hem de her şiir bağımsızlıklarını ilan ediyorlar. Bu aslında bir alt okumayla Kılıç’ın bir dönem şiiri yazmadığını ayrımsamak; gündeliğin, şairin zihninde gerçekleşen şeylerin kodlarıyla bütünleşmediğini, olup bitenin belki de romantik bir tavırla minimalize edilerek, şair açısından bir kendilik haline dönüştürüldüğünü söylemesi açısından önemli. Böyle bir şiir aranışı kimileri açısından bir tür duyarsızlık olarak bile okunabiliyor. Azaltmakla indirgemek arasındaki farkı, kodların, alışkanlıkların dünyasında eksik okuyanlar ya da ancak o kadar okuyabilenler yapıyor bunu daha çok. Bu oldukça önemli bir tartışma konusu ama dediğimiz üzere Kılıç’ın şiiri tam da bu noktadan ele alınmasını sağlayacak ve asla bir ilk okuma kabul etmeyen zor bir şiir. Onun yazdıklarını hemen kavradıklarını düşünenlere de bu yüzden şaşmak gerekiyor.

Bu anlamda Sardünya’nın kendi evreninde de, Kılıç’ın diğer çalışmalarından aşina olduğumuz aklın öne sürüldüğü bir tavır ön planda. Ancak bu tavır, bu bakış açısı öylesine doğallaşmış ki bir tür tercih olarak yorumlanamayabiliyor. Aklın inşasında yer alamayan ve bireyin koridorlarında akılla hep ve her anlamda çatışma halinde olan, temelde de insanın uyumsuzluğunu aslında akıldan çok biçimleyen lirik parçalar dahi, Kılıç’ın şiirinde akıl yoluyla keşfediliyor. Dolayısıyla yukarıda söylediğim ve romantik olanın kendi tarihinde her daim büyüttüğü çoşku, aklın kendi çeperleri içerisinde bir indirgemeye uğrayarak yorumlanmış oluyor böylece. Tabi tam da bu noktada çelişkiye kapı aralama olasılığı olan başka bir açmazın kendini hissettirdiğini söylemek olası; o da düşünmenin nihayetinde akla dayanıp dayanmadığı; dolayısıyla yorumlamanın. Her düşünme sürecinde ya da düşünmenin her sürecinde işleyen şey gerçekten akıl mı? Metaforlar aklın devre dışı kaldığını mı söylüyor yoksa aklın devreye daha yeni girdiğini mi? Ancak her halükarda metaforun, özellikle şiirde aklı içine düşürdüğü açmazlar nasıl okunmalı? İşte tam da bu sorular, Kılıç şiirinde dışarıdan müdahale etmenin pek de kolay olmadığı bir saflıkla kendine yer buluyor.

Bu söylediklerimizi en iyi örnekleyen şiirlerden biri ‘deniz suyu’. Ardılı olan ‘kara suyu’ şiirinde de benzer özellikler kullanılsa da, ‘deniz suyu’nun kuruluşu ve bağlamları bakımından biraz daha öne çıktığının altını çizebiliriz. ‘deniz suyu’ şiiri ‘göçüğe hazırlanan madenciyim / bir kadın dudağı değil / artık yatağım’ (aslında) tek dizesi ile açılıyor. Bu dize(ler)de okunan kesinlik, iki ayrı açıdan sonlanma vurgusunu ele alıyor. Birinci vurgu ‘göçüğe hazırlanan madenci’ esprisi ile  aslında oldukça farklı okunabilecek noktalara tekabül ediyor. Öncelikle ‘göçüğe hazırlanma’ denen şeyin, alanı içindeki belirsizliğine / kesinliksizliğine dair yapılan göndermeyle, şeylerin hem bir baş ve son ilişkisi içinde hem de belirsizlik / net olmama durumu ile de en azından tahayyül aleminde her halükarda sonla girdiği ilişkiyi aynı anda vermesi açısından önemli. Bu bulanık duruluk daha önce de değindiğimiz üzere Kılıç şiirinin temel özelliği. Mustafa Ergin Kılıç şiirlerindeki bu tür keşiflerle, şeylerin doğasındaki paradoksları, ‘akıllı olmak için kullanılmamış’ bir akılla diyalektiğin olanaklarına teslim ediyor. Bu tür bir yaklaşıma zeka deyip geçmekse, ilk elden kolaycılık olur.

Şair bu noktadan sonra gelen iki ayrı dize bütününde ise daha somut ilişki biçimleri üzerinden, izleyen / algılayan bir göz olarak, tek düzlem üzerinden gitmeyen, yayılan hatta mecra değiştiren bir şiir kurmaya başlıyor. Mecra değişiyor çünkü Kılıç şeylerin duyumsal değerleriyle varlık biçimlerinin zannettiğimizden daha pratik bir ilişki içinde olduğunu düşünüyor. Mesela ‘deniz suyu’nda yer alan ‘yeniden dikilmem için / gövden iskelet vermeli’ söylemi alt okumada yalnızca karşılıklı bir ilişkide olması gereken ‘vücut’ aranışından çok tüm bireysel ve toplumsal katmanlardaki, sürekli çelişki ve çatışkı içinde olan ikiliklerin nasıl bir ortaklaşmaya dayandıklarını açımlaması noktasında değerli. Burada açık olarak Ergin Kılıç ancak bir merkez gövde / merkez yapı üzerinden örgütlenecek bir anlam ihtiyacının tıpkı göçüğe hazırlanan madenci esprisinde olduğu gibi ne olması gerektiğini bildiğini ancak bu oluşun nasıl olması gerektiğini kestiremediğini söylüyor. Bu bırakılmış / terk edilmiş sonsuz anlam yakalanacağı / yeniden kabul edileceği ve dolayısıyla dolacağı yeri şairin zihninde değil okurun zihninde hem arıyor hem de somutluyor.

‘nerede duyarsam duyayım sesini / hemen bir yarık açıyorum / kendime / ey su’ ile sonlanan şiir yeniden bir özne değişimi ile sen / ben / o ilişkisini tek değer olan son üzerinden başarılı bir şekilde kurmanın yolu olarak ‘son’a yerleştirilmiş Kılıç tarafından. Burada özne değişiminin, yayılan, mecra değiştiren,  bütünlüğünü çoğulluğun olanaklarında sağlayan dolayısıyla aklı her şeyden çok bir zemin olarak kullanan bir şiire ulaşıldığı da görülmekte. Fakat Kılıç, suya seslenerek ve ‘ey’ nidasının meydan okuyuculuğunu kullanarak aslında tek yapı içinde yerlerini alan tüm özne ve kodlara da rest çekiyor. Ve başta yaptığımız tespit kendini bir kez daha ortaya koyuyor / kanıtlıyor: Bulanık bir duruluk.

Sonuç olarak Mustafa Ergin Kılıç’ın Sardünya’yı bir örnek üzerinden incelenen ama kitabın bütününde de rahatlıkla izlenen, aklın kendini şeyler üzerinden okunmasını sağlayan bir ‘ürün’ olarak oldukça önemli görünüyor. Zırvaların sardığı bir şiir dünyasında, şairine yaslanmadan okunabilecek dolayısıyla pazara kapalı, özgür, sıkı bir kitap.

Önce okunmalı; sonra tekrar okunmalı. Çünkü her şeyi bir kez daha ihtiyacımızın olduğu günlerden geçiyoruz.
Mustafa Ergin Kılıç’tan bir kuvvetle bitirelim: “ Hiç kimsenin bilmediğini bilirim / mesela en güzel hangi çiçek solar // ölümlerle anıldığından en koyu karanfil kokar”

Yoksulluğa İnat Oynanır Oyunlar (Funda DEMİR)

Dışarıda yağmur yağıyor, soğuklar iyice hissettiriyor artık kendini. Kasım ayı, kuru öksürükle, hapşırıp tıksırmalarla, burun tıkanıklığıyla geldi yine. Şu an itibariyle 61 gündür kalbi tıkanmışlardan bahsetmiyorum bile. Fincanımdaki ada çayının kokusu beni babannemin evine götürürken, arka fonda Closer söylüyor sevgili Travis. Tam şu an, yıl 2012. 10 Kasım Cumartesi sabahı, saat on bire beş varken oluyor tüm bunlar. Bir de birazdan bahsedeceğim bulutlar var ki Haliç’ten geçiyor ve memleketin dört bir yanına dağılıyorlar. Yaşadığımız bu anlar, o bulutların gölgesi altında yine. Şüphe içinde, tedirgin ve yağdı yağacak bekliyoruz günleri.

Her gün bitmesini umut ettiğim ama bir türlü bitmeyen, geçmeyen şeyler var. Haberleri açtığımda duyduğum tek şey ölü sayıları. Hiçbir hesaba, hiçbir kitaba sığmayan ve artık vicdanımı iyiden iyiye sızlatan ölü sayıları. Çatışma çıkar, helikopter düşer, mühimmat deposu patlar, terorist sanar. Bahaneler bitmez ölü sayıları artarken. "On yaşında O.....a başlamış" diye başlıklar atılan bu topraklardan daha kaç Ş. B.'ler, Güldünya'lar geçecek? Yetmedi mi, bitmedi mi, ayırdığınız bacaklar, akıttığınız kanlar. 61 gündür sadece musluk suyuyla ölüme direnenler var. Onları görmezden, duymazdan gelenler var. İnkâr neyi çözmüş ki buna çare olsun. Dedim ya bir kötü haberi daha kaldıramayacakmışız gibi yüreğimiz ağzımızda yaşıyoruz. Haliç’ten bulutlar geçiyor bu hafta ve insan olan hepimiz üşüyoruz.

Görkem Yeltan’ın kaleme aldığı dokunaklı, aynı zamanda oldukça sürükleyici olan “Haliç’ten Bulutlar Geçerken” ortaokuldayken okuduğum Şeker Portakalı’nı anımsattı bana. Hikâyesi ile değil, tamamen hissettirdikleri, okunduktan sonra bıraktığı tatla ilgili bir benzetme olduğunu söylemeliyim. Bitirmeye kıyamadığınız sırf bu yüzden elinizde sürüklenen kitaplar vardır ya; Haliçten Bulutlar Geçerken benim için tam da öyle oldu.

Beş yaşındaki Rojin ile bir milyon yüz yedi buçuk yaşındaki Yeşil Saç’ın Haliç’in deniz kokan sokaklarında yaşadıkları maceraları inanılmaz güzellikte anlatmış Görkem Yeltan. Anlatım dili oldukça anlaşılır ve sadeyken hayal dünyası öylesine zengin ki, herhangi bir kitap değil, bir dünya ile de tanışmış olacak minikler. O dünyada kimler ve neler mi var? Çevreci bir kraliçe, kırmızı yanaklı ejderha, ejderhanın kuyruğunda sallanan balıklar, takım elbiseli yılan Serpen, sevimli cırcır böceği Lacigale Rojin’e eşlik eden isimler. Bu büyülü dünyanın sırrı Rojin’de saklıyken, Rojin’in sırrı ise Haliç’in sokaklarında saklı. Hikâye yokluğa, yoksulluğa ve her şeye inat var olan çocukluğa götürüyor bizi. Şimdi saklanacak ve saklayacak yer ararken bir zamanlar çocukların yağmur yağdığında sokağa çıktıklarını hatırlattığı gibi. Abiler ablalarla kurulan ve anne babadan gizlenen hayaller gibi, komşu teyzeler, çok sevilen büyükanneler, büyükbabalar ve hastalanınca içilen ıhlamurlar gibi… Herkeste aynı etkiyi bırakır mı bilemem ama sanki sevdiğim ve korktuğum bütün kahramanları tek hikâyede bir araya getirip yepyeni anlamlar katmış Görkem Yeltan. Belki o nedenle Serpen’i Küçük Prens’i gezegenine gönderen yılana, Yeşil Saç’ı Alice’in tavşanına, ve hissettirdikleriyle Rojin’i Zeze’ye benzettim ben. Doğan Egmont’tan çıkan bu güzel kitap toplam 94 sayfa… 9 yaş üstü çocuklara hitap eden ve bir solukta okunan bu hikâyeyi çocuklar kadar büyüklerin de okumasını tavsiye ederim.

Bu arada kapağın güzelliğine değinmeden edemeyeceğim. İnsanın evine asası geliyor! Kapak tasarımını yapan Sedat Girgin’in de emeğine sağlık!

Şimdi ne zaman yolum Haliç’e düşse, Rojin’i arayacağım o bahçeli ve asıl sahiplerinin atıldığı evlerin önünde. Kimbilir belki bir gün Yeşil Saç’ı da görürüm?

Arka Kapaktan: "O kadar çok seviyorum ki, göremezsin..."

HALİÇ’TEN BULUTLAR GEÇERKEN, Görkem Yeltan, Doğan Egmont Yayıncılık, 2011.

Charlie’nin Çikolata Fabrikası

Roald Dahl çocuklar için klasikler arasına girmiş onlarca kitap yazmış Norveç asıllı bir yazar Charlie’nin Çikolata Fabrikası da bu klasiklerden biri. Kitap normal baskısının yanı sıra Quentin Blake'in eşsiz çizimleriyle üç boyutlu özel baskı olarak tekrar yayınlandı. Üç boyutu kitaplar hem çocuklar hem de büyükler için tam bir görsel şölen.

Charlie, annesi, babası, iki ninesi ve iki dedesiyle birlikte büyük bir kentin bitiminde küçük bir tahta barakada yaşamaktadır. Yoksuldurlar. Charlie çikolataya bayılır, ama alacak parası yoktur. Biriktirilen parayla, doğum günlerinde, yılda bir kez bir küçük çikolata girer evlerine. Bu büyük kentte, Charlie'lerin evinden bile görülen kocaman bir çikolata fabrikası vardır; dünyanın en ünlü çikolatalarını üretir. Günlerden bir gün dünyanın en harika mucidi Bay Willy Wonka, muhteşem çikolata fabrikasının kapılarını beş talihli çocuğa açıyor. Bu, Charlie'nin hayatının fırsatı! İçeride onu rengârenk şekerlemeler ve erimiş çikolata ırmağı bekliyor. Tek ihtiyacı ise bir Altın Bilet.

Charlie’nin Çikolata Fabrikası, Can Yayınları, Roald Dahl, Çizen: Quentin Blake, Çevirmen: Celal Üster, 20 sayfa, 2. Hamur, Ciltsiz, 14x20 cm

Çat Kapı Dayım

2011 Yunus Nadi Öykü Ödülü sahibi Fadime Uslu, Çat Kapı Dayım’ı çocuklar için yazdı.

Bir çocuğun yazma tutkusunu duyarlı bir dille öyküleştiren Uslu, okurunu sıradan bir ailenin yaşamına ortak ediyor. Hayali öykü yazmak olan Şeyma’nın en büyük ilham kaynağı, İstanbul’a arada sırada gelebilen dayısıdır. Dayı, usta bir terzi olan babasına karşı çıkarak denizci olmuş, bu sayede dünyanın pek çok ülkesini gezmiştir. Dayısından dinlediği uzak ülke hikâyeleri, genç kızın yazma ve kendini tanıma serüvenini derinden etkileyecektir.

Şeyma’nın denize tutkun dayısıyla yaptığı içten sohbetler, yazının yaşamla nasıl iç içe biçimlendiğini anlatıyor; anlayışlı annesi, iletişim kurulması zor babası, haylaz kardeşiyle çekişmeleri ve arkadaşlarıyla ilişkileri üzerinden, kırılgan insanların iç hesaplaşmalarını da gözler önüne seriyor. Maceraperest dayının dünyanın farklı coğrafyalarından aktardığı öykülerle boyutlanan roman, aile içi iletişimin çocuklukta da yetişkinlikte de ne denli önemli olduğunu düşündürüyor.

Çat Kapı Dayım, Günışığı Kitaplığı, Yazan: Fadime Uslu

Çikolataya Bayılırım

David Cali’nin yazdığı Evelyn Daviddi’nin resimlediği Çikolataya Bayılırım 3 yaş ve üzerindeki çocuklar için hazırlanan İlk Öykülerim Serisi’nden çıktı. Çikolatayı sevmeyen çocuk yok gibidir. Sizler de çikolatayı ister sevin, ister sevmeyin bu kitaba bayılacaksınız. Kitabın anlatıcısına bazen gülecek bazen de hak vereceksiniz... Sıcak resimleriyle, samimi anlatımıyla çikolataya farklı açılardan yaklaşan bu kitap ruhunuzu tatlandıracak. Tüm bunların yanında kitabın sonunda çikolata tüketimi, çikolata üretimi ve kakao hakkındaki bilgileri de kitabın son sayfalarında bulabilirsiniz. Afiyet olsun...

Çikolataya Bayılırım, David Cali, Çizen: Evely Daviddi, Çevirmen: Melike Tamsoy

Doğu'dan Uzakta


Doğu’dan Uzakta, gençliklerinin en güzel dönemlerini bir arada geçiren, hayalleri ve umutları olan bir grup insanın, ülkelerinde patlak veren iç savaştan sonra farklı yerlere dağılmasını ve yıllar sonra, eski arkadaşlarından birinin cenazesi dolayısıyla tekrar ülkelerine dönmesinin hikâyesini anlatıyor. Romanın başkahramanı Adam, tıpkı Maalouf gibi, savaştan sonra Fransa’ya yerleşmiş ancak doğduğu topraklara olan sevgisi ve bir dönem ait olduğu, içinde yaşadığı çokkültürlü ve çokdinli bu coğrafyayı anlama çabası hiçbir zaman küllenmemiştir. Ancak uzun bir aradan sonra giriştiği eve dönüş yolculuğu ve eski arkadaşlarını bulma düşüncesi sanıldığı gibi kolay olmayacaktır. Çünkü ne insanlar ne de doğup büyüdüğü topraklar aynı kalmıştır. Lübnan iç savaşının getirdiği yıkımlara ve Ortadoğu coğrafyasının yaşadığı kültürel, tarihsel ve toplumsal sorunlara dair çok çarpıcı gözlemlere de yer veren Doğu’dan Uzakta’da Maalouf yine en iyi bildiği şeyi yapıyor: Doğu’yu anlatıyor.

DOĞU’DAN UZAKTA
Yazar: Amin MAALOUF
Çeviri: Ali Berktay
Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları






Haluk Gerger Üçlemesi

Haluk Gerger’in birbirini bütünleyen üç güncel kitabı Yordam Kitap tarafından yayınlandı. Son Arap isyanlarına ve tüm sıcaklığını koruyan Suriye krizine ilişkin analizlerle genişletilip güncelleştirilen kitapların odak noktasını dünü ve bugünüyle Ortadoğu ve emperyalizm oluşturuyor.

ABD, Ortadoğu, Türkiye: Zengin bir arşiv çalışmasının ışığında oluşturulan "ABD, Ortadoğu, Türkiye" kitabı, Osmanlı sonrasından günümüze modern Ortadoğu tarihinin çok boyutlu, alternatif bir tarihini sunarken ABD’nin ve Türkiye’nin bölgeye yönelik politikaları ve uygulamalarını da ayrıntılarıyla ele alıyor.

Türk Dış Politikasının Ekonomi Politiği: “Soğuk Savaş”tan “Yeni Dünya Düzeni”ne: Kitapta Türk dış politikasının Cumhuriyet’in kuruluşundan bugüne ortak zemini ve özü saptanırken AKP’nin dış politika anlayışı da Suriye’ye yönelik saldırganlığa uzanan seyri içinde analiz ediliyor. Özellikle Menderes-Özal-Erdoğan çizgisinin ortaklıkları sergilenirken, Davutoğlu’nun “stratejik derinlik” olarak parlatılan “açılımının” nasıl bir stratejik bataklıkta noktalanabileceği gösteriliyor.

Kan Tadı: Belgelerle ABD’nin Kara Tarihi: Kitap dünya jandarması ABD’yi konu alıyor. ABD’nin suç tarihini sergilerken, ABD’nin günümüzdeki saldırganlığının temellerine, kaynaklarına da iniyor.


Yazar: Haluk GERGER
Yayınevi: Yordam Kitap

Bir Soykırım Tarihi: 20 Yıl Sonra “Ermeni Tabusu” Davası

Türkiye kamuoyu Ermeni sorununa ilişkin ancak tek taraflı, resmi bir bilgilendirmeye sahip. 1915 yılında ne oldu sorusuna verilen yanıt ise; “soykırım olmadı” , “karşılıklı çatışmaydı”, “savaş hali vardı” , ”önce onlar saldırdı” biçiminde yani olayların inkarından çok nitelik ve niceliğini tartışmaktan ibaret. Peki, karşı tarafın tezleri ne? Bu, Türkiye kamuoyunca hiçbir zaman ayrıntılı biçimde öğrenilemedi. Tarih doktorasını Sorbonne Üniversitesi'nde veren Fransız araştırmacı Doktor Yves Ternon’un çalışması, nesnel bakışı ile karşı tarafın soruna nasıl yaklaştığını Türkiye kamuoyuna sunma olanağı da sağlıyor. Ragıp Zarakolu kitabın giriş yazısında Ermeni tabusunun yayınlanma süreci, açılan davanın seyri ve Türkiye’de ermeni soykırımı tartışmalarında 20 yıl boyunca yaşananları özetliyor. Kitabın sonunda ise, hukuki açıdan 8 yıl süren Ternon/Ayşenur Zarakolu davasının belgeleri yer almaktadır.


BİR SOYKIRIM TARİHİ: 20 Yıl Sonra “Ermeni Tabusu” DavasıYazar: Yves Ternon
Çeviri: Emirhan Oğuz
Yayınevi: Belge Yayınları

Ütopik Sosyalizmi Aşmış Marksizm

Sovyetler Birliği ve benzeri ülkelerin tarih sahnesinden silinmesinden sonra, Marx’ın sosyalizm anlayışını daha fazla ütopik bulanların sayısının yükseldiğini söyleyebiliriz. Marx’ın sosyalizm anlayışı ütopik değildir; ütopik sosyalizmin eleştirisi üzerine kurulmuştur. Ütopik olmayan Marxçı sosyalizmin özelliği, materyalist ve eleştirel olmasıdır. Gelecek toplum yapısını düşsel resimlerle yaratmamış olmasıdır. Ütopik olmayan sosyalizm, maddi-ekonomik dünyadan yola çıkarken; ütopik sosyalizm hayal dünyasından yola çıkar. Bu çalışma iki amaca hizmet etmek istiyor; iki amaç birbiriyle bağlantılıdır. Birincisi, Marx-Engels’in ütopik olmayan sosyalizmi hangi süreçten geçerek ortaya çıkardığını göstermek. Dolayısıyla Marx-Engels’in orijinal sosyalizm anlayışını, bozulmuş biçimlerinden ayırmak. İkincisi, Sovyet Marksizminin yıkılışının daha fazla güncelleştirdiği, “sosyalizmin boş bir ütopya olduğu” düşüncesinin doğru olmadığına işaret etmek.

ÜTOPİK SOSYALİZMİ AŞMIŞ MARKSİZM
Yazar: Mehmet İnanç TURAN
Yayınevi: Ütopya Yayınevi


Türkiye'de Medya Ekonomisi

Gazetelerin akşam baskılarından, dijital-online medyaya kadar Türk medyasının tarihi bu kitapta. Türk medyasının başrol oyuncuları ve medya kariyerlerinin hikâyeleri… Türk medyasının ekonomik yapısında yaşanan dönüşümün akademik incelemesi… Gazetesini yayınlayan ve sermayesini kendisi yaratan patronlardan, farklı sektörlerden elde ettiği gelirlerle medya holdinglerine sermaye aktaran medya patronlarına kadar geçen tarihsel sürecin hikâyesi… Türk medyasının ekonomik ve mülkiyet yapısı ile ilgili yapılan bu akademik incelemede medyanın tarihsel hikâyesinin yanı sıra ekonomik gelişimine de yer verildi. Ailesi gazetecilikten gelen basın patronlarından, büyük sermayelerin yarattığı medya holdinglerine giden yolda Türk medyasında yaşanan köklü değişim ve Türkiye’nin yarım asırlık medya tarihi.

TÜRKİYE’DE MEDYA EKONOMİSİ
Yazar: Michael KUYUCU
Yayınevi: Esen Kitap

İslamlaşma: Kapitalizm-İslam İlişkisinin Gayrisahih Bir Evresi (Aydın ÖRDEK)

XX. yüzyıl sonunda kapitalizm alternatifsiz bir uygarlık projesi olarak daha önce nüfuz edemediği coğrafyalara, kültürlere, yaşam tarzlarına, insan ilişkilerine nüfuz etmek üzere topyekûn bir saldırıya geçti. Toplumlar kapitalizmin ihtiyaçlarının gerektirdiği ölçüde bu saldırıdan nasiplendiler. Kendini azalan kâr oranlarında gösteren talep yönetimine dayalı tam istihdam birikim rejiminin sınırlarına varılmış olması nedeniyle kapitalizm hemen her şeyi metaya dönüştürüp insanın ve eşyanın başat varoluş alanını piyasa olarak belirlemeyi son haddine vardırdı. Böylece daha önce çeşitli kamusal mekanizmalarla salt ticari mübadele alanından sakınılan (kamusal) ihtiyaçlar birer metaya dönüştürüldü. Kapitalist Batı’nın dünyaya kavrayıcı, dönüştürücü bir perdeden nüfuz etme hamlesi yüksüz (kimliksiz) insan topluluklarına karşı yapılmış değildir. Toplumlar, coğrafyalar, kültürler kapitalizmle karşılaşmış, dönüştürülmüş, buna direnmişlerdir. Kapitalizm her çeşit pragmayı, radikalleştirerek içeriksizleştiren karakteri sayesinde, yerellikleri tanıyarak hızla aşmıştır. Buna küreselleşme denmiştir. Kimliklerin siyasal olanın gerçekleşme zemini haline gelmeleri kapitalizmin yeniden üretim krizi nedeniyle olduğu kadar Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle “büyük” siyasi iddiaların gözden düşmesi (?) nedeniyledir de.

Toplumların kapitalizme direnme biçimlerinin en radikali, öyle sanıyorum ki, kapitalizmi içererek aşma çabası olmuştur. Çin ve Hint bunun belirgin örnekleri olarak durmaktadırlar. Fakat bu çerçevede İslam’ın kapitalist Batı ile karşılaşmasını özgün kılan, kapitalizmin İslam’a yüklediği siyasi misyondur. Fransız araştırmacı Patrick Haenni’nin bu özgün ilişkiyi ele alan Piyasa İslamı adlı çalışması, Levent Ünsaldı’nın yetkin çevirisiyle, 2011 baharında Özgür Üniversite Kitaplığı tarafından yayınlandı.

11 EYLÜL VE KAPİTALİZM-İSLAM ETKİLEŞİMİ

Patrick Haenni, İslam’ı da kapitalizmi de XXI. yüzyıl başında yaşananların sonuçlarını esas alarak değerlendirmiştir. Kapitalizm-İslam etkileşiminin söz konusu dönem için miladı olarak 11 Eylül saldırılarını kabul etmiştir. Saldırılar gerçekten de sonraki olaylar için miladı temsil ediyorsa da yazar İslam’ı dünya çapında ciddi bir düşman haline getiren katliamın nedenlerine odaklanma gereği duymamıştır. Böyle olsaydı, yaşanan faciayı kapitalist dünya sisteminin yaşadığı dönüşümün bir sonucu olarak görmesi mümkün olabilecekti. Öte yandan milenyum başında İslam’ın nasıl oluyor da bütün dünya için bir tehdit haline geldiğinin gerekçeli bir açıklamasının ancak İslam’ın ne olduğuna ilişkin asgari bir analizi gerektirdiği hakikatini gözden kaçırması, yazara kapitalizm-İslam ilişkisine ilişkin mesnetsiz iddialara mal olmuştur. Bu bakımdan yapıtın iddialarını gerekçelendirecek ön tartışmaları içermemesi temel bir noksanı olarak belirmektedir.

Haenni’ye göre 11 Eylül’den sonra temelde dini referans alarak siyasal egemenlik sağlamak olarak görülebilecek geleneksel İslamcılık gerilemiş, dinsel pratik ve simgelerin kamusal alanda görünürlüğünün artması yahut temelde burjuvalaşma olarak görülebilecek İslamlaşma yükselmiştir.

KODLAMA HATASI!

İslam’ın kapitalizmce teslim alınışını, İslami pratiklerin ve simgelerin piyasa ilişkilerinin öngördüğü biçimler almasını okura coşkuyla gösteren yazarın derdi, Fransız laisizmini içeren Aydınlanma değerlerinin terk edilip Amerikan muhafazakârlığının öngördüğü cemaatçiliğin benimseniyor olmasıdır. Yazar bu dönüşümün taşıyıcısı olarak geleneksel İslamcılık’ın sekterliğinden hoşnut olmayan, işletme kültürünün bireysel başarı mitine inanmış, Müslüman olma onurunun simgesi girişimciyi (nahoş İslamcı) göstermektedir. Böylece İslami sivil toplumun dönüşümünü, daha doğru bir ifadeyle yükselişini (kapitalistleşmeyi) İslamlaşma olarak kodlamak suretiyle İslam’ın siyasal iddialarından vazgeçtiği sonucuna varıyor. Oysa İslamlaşma da pekâlâ Müslüman dünyanın kapitalizmi içererek aşma pratiği olarak görülebilir. Yazarın İslamlaşma ile İslam’ın siyasal iddialarından feragat ettiği düşüncesi, burjuvazinin işine geldiği için sivil toplumun siyasal karakterini görmezden gelme tutumunu yinelemektir aslında. Bu tutuma kolaylıkla sapmasında daha baştan İslam’ı kategorik unsurları ile belirlememesi etkilidir. Bu nedenle de İslam’ın kapitalizme ne kadar ters olduğu asli sorusu ancak kendini dayattığı ölçüde görünür oluyor çalışmada. Bunun yerine siyasal iddiasını yitiren İslami kimliğin sivil toplumu düzenleyen etik normları öne çıkarmak suretiyle ayakta kalabildiği iddia edilmektedir. Ancak kimlikten arî, yüksüz bir etiğin mümkün olup olmadığı sorusu sorulmadığından, aslında her siyasal iddianın zeminini oluşturan etik, kimlikten kurtulmanın vasıtası olarak tespit ediliyor. Nitekim Haenni’ye göre Müslüman olmanın onurunun simgesi girişimci, politik olamaz; bununla birlikte yeni İslam’ın parasal hedeflerin ötesinde yeni bir İslami düşsel oluşturma çabasında olduğunu da iddia ediyor. Çözümleme net bir ekonomi-politika ilişkisini varsaymadığından kapitalizm-İslam etkileşimi, sonuçları üzerinden kültüralist bir perspektifle ele alınmak zorunda kalınmış. Dolayısıyla kapitalizmin İslam’a bir biçimde nüfuz ettiği, bunun olumlu karşılık bulduğu (İslamlaşma), bu noktada önemli bir seçimle karşı karşıya olunduğu tespiti çalışmanın çözümleme ekseni oluveriyor: Yeni İslam yahut piyasa İslam’ının siyasal iddialardan ari varoluşu, Aydınlanma değerlerine dayanan Fransız laisizmine mi yoksa Amerikan muhafazakârlığının öngördüğü cemaatçiliğe mi dayanacak?

MUTEDİL DÜŞMAN MI YENİ MÜTTEFİK Mİ?

İktisadi krizlerin önemli siyasal sonuçları olabileceği hemen herkes tarafından kabul ediliyorken, burjuvaların temelde siyasal birer aktör oldukları aynı yaygınlıkla neden kabul edilmez? Ekonomi-politika ilişkisinin muğlak karakterini açığa çıkarmaya dönük girişimlerin genel başarısızlığı kuşkusuz bu durumun başlıca nedenlerindendir. Patrick Haenni’nin dünya kapitalizminin önemli bir aşamasında olup bitenleri sadece sonuçları üzerinden değerlendirmesi de bence söz konusu ilişkinin net bir kavramına sahip olmamasındandır. Öte yandan İslam’ın ve kapitalizmin kategorik olarak belirlenmemiş olması ve bağlantılı olarak din gibi hassas bir meselenin gerektirdiği sekülerlik tartışmasının referans noktası olarak kabul edilmemesi, yapıtı, sürecin sonuçlarına ve sonuçları arası ilişkilere dikkat çekmesinin su götürmez kıymeti bir yana, miyopia ile malûl kılmaktadır. Örneğin yeni İslam olarak görülen fenomen, kapitalist Batı’nın Sovyetler Birliği’nin çökmesinden sonra ihtiyaç duyduğu mutedil düşmanın (köktenci İslamcılık) denetlenebilmesi için İslam’a nüfuz etmesi (İslamlaşma) sürecinin bir sonucu olarak da görülebilirdi ve dayandıkları aşkınlık anlayışının aynı olması nedeniyle aynı medeniyete mensup oldukları kabul edilebilecek kapitalist Batı ve İslam’ın kavgalarının suni intibak zorluklarının aşılmasıyla sınırlanamayacak nedenlere dayandığı. Sürecin İslamlaşma olarak kavramsallaştırılması, bir yandan İslam’ın Batı’nın domine ettiği dünya siyasal sisteminin yeni çatışma alanlarının tesis edicisi kılınmasının, diğer yandan hem sisteme henüz eklemlenmemiş toplumların dünya iktisadi sistemine eklemlenmesini hem de bunun Müslüman kimliği üzerinden gerçekleştirilmesi suretiyle İslam’ın radikalleştirilerek içeriksizleştirilmesini gizlemek anlamına geliyor. Bu bakımdan İslamlaşma kapitalizm-İslam ilişkisinin muğlak bir evresinin ayakları yere basmayan bir kavramsallaştırması olarak beliriyor. Öyle görünüyor ki bu ilişkinin mahiyetini, Müslüman toplumların dünya siyasal-iktisadi sistemi içinde nerede saf tutacakları tayin edecek.

Kürt Kadınlarının Zorunlu Göç Deneyimi (İrem KILIÇ)


“Tarihe gönderme yapmak, daima, tamamlanmamış ve asla tam olarak deşifre edilmemiş olandan söz etmektir.” (Iain Chambers)

Bir düşünün, sıradan bir gün anahtarınızı alıp evden çıkıyorsunuz, belki pijamanızla belki ayağınızda bir terlikle. Kapıyı kapatmadan önce evdekilere dönüp “bakkala gidiyorum bir şey isteyen var mı?” diye soruyorsunuz. Belki akşam yemeğinizin tek eksiği olan bir ekmeği belki tuzu, şekeri ya da canınızın istediği herhangi bir şeyi alıp geleceksiniz. Alacağınızı alıp eve doğru yavaş yavaş yürümeye başlıyorsunuz. Bir bakıyorsunuz eviniz cayır cayır yanıyor! Ailenizin bağırışlarını çığlıklarını duyuyorsunuz. Polisler ailenizi yaşadığınız yerden koparıp atmak için uğraşıyor. Yangını, çığlıkları, onları durdurmak istiyorsunuz ama hiçbir şey yapamıyorsunuz. Elinizdeki anahtarla öylece kalıyorsunuz.

Böyle kareler ne yalnızca Amerikan filmlerinde intikam almaya yeminli esas oğlanın geçmişinde ne de yüz yıllar öncesinde yaşanmış -artık tekrarlanması imkansız olan- kanlı bir savaşın ardında saklı. Çok değil, yaklaşık on-on beş yıl önce Doğu ve Güneydoğu’da uygulanan zorunlu göçle yerinden yurdundan edilen milyonlarca Kürt’ün yasadıkları hikayelerden yalnızca biri. Yanı başımızda binlerce köyün yıkıldığı, sırf Kürt kimlikliklerine sahip olmaları nedeniyle yaşanan acılar, kayıplar, hak ihlalleri, baskılar... Gerek rakamlarla gerek köye dönüş projeleriyle ört bas edilmeye çalışılırken gerçekleri, yaşananları ve şimdi nelerin değişip değişmediğini tüm şeffaflığıyla nasıl öğrenebileceğiz?

Handan Çağlayan, Şemsa Özar ve Ayşe T. Doğan’ın ortak çalışması olan Ne Değişti? Kürt Kadınların Zorunlu Göç Deneyimi, Kürtlerin göç öncesi hayatlarından günümüze kadar yaşadıklarına birinci ağızdan tanıklık etmemizi sağlıyor. Bu çalışmayı diğerlerinden ayıran özellik ise göç hikayelerini kadın ve kız çocuklarının penceresinden ve dilinden aktarması. Kitapta kadınlar ve kız çocuklarının aile ilişkilerini, mahalle yaşamlarını, okullarda ve iş yerlerinde karşılaştıkları muameleyi, cezaevleri ve polis baskınlarıyla sarsılan yaşamlarını ve siyasi mücadeleye katılımlarını anlatıyor. Anlatılanlar bir metropolde hem kadın hem de bir Kürt olarak yaşamanın “nasıl bir kaosu” ortaya çıkardığını hikâyeler aracılığıyla takip etmemizi sağlıyor.

GERİDE KALAN ‘CENNET’

Çalışmanın alt başlığında da bulunan kitap içerisinde de sık sık kullanılan “zorunlu göç” kavramı, bazı kavramların tersine, yanlış algılama ve konumlandırmalara yol açmadığı düşünülerek seçildiği ifade ediliyor. Örneğin “yerinden olma”, “yerinden edilme” gibi kavramlar insanların kendi evlerinden başka yerlere göç etmelerine neden olan faili gizleme niyeti taşıdığı için, “mağdur” nitelemesi ise zorunlu göç sonrasında yaşanan hak ihlallerinin mağduriyet yaratmasına rağmen kadınların direnme yollarının, direniş gücü ve pratiklerinin göz ardı edilmesi ve kadınların kurbanlaştırılmasına neden olacağı için kullanılmadığı belirtiliyor.

Üç ayrı bölümden oluşan kitabın birinci bölümünde, zorunlu göç ve sonrasındaki ilk dönem üzerinde duruluyor. Göçün bu döneminde ailelere, Kürt olmaları nedeniyle, hiç kimsenin kalacak yer vermediği, ailelerin tüm mal varlığının yakılıp yıkıldığı ya da talan edildildiği gösteriliyor, ardından ailelerin kimi zaman bir bodrumda kimi zaman da bir inşaatta yaşamak zorunda kalmasının yarattığı travma ortaya konuyor. Bütün bu olup bitenler; anne ya da babanın cezaevinde olması, eve sürekli baskın yapılması, kadınların eve kapanması... kadınların tanıklığı/aktarımı ile anlatılıyor. Okudukça bu ve buna benzer sorunların yalnızca birkaç ailenin değil neredeyse bütün ailelerin karşılaştığı sorunlar olduğu görülüyor.

Tüm bunlarla rağmen gelinen yere ve hayata tutunma yolları da bir yandan devam ediyor. “Aile dayanışması”, “annelerin/toparlayıcı rölü” ve “birden fazla aile üyesinin çalışması” bu dönemin temel eğilimlerini karakterize ediyor. Tüm anlatılarda ortak olan şey ise eskinin şimdiye göre her zaman daha iyi olarak anlatılması. Elbette ev, maddi durum, sosyal hayat, iş koşullarının iyilik derecesi anlatılarda farklılık gösterse de, şimdinin eskiye göre “daha iyi” olduğu görülse bile, eski her zaman geride bırakılmış ve her zaman daha iyi olarak hatırlanan bir “cennet” olarak tanımlanmaya başlıyor.

EVE DÖNÜŞÜN İMKÂNSIZLIĞI

“Göç, tek yönlü bir yolculuktur. Geriye dönülecek bir yuva yoktur.” (Stuart Hall)

İkinci bölümde göçün ardından değişim ve sürekliliklerin neler olduğu üzerinde duruluyor. Burada kadınların birinci bölümde görülen “mutlak eve kapanma”sının yerini, yaşadıkları semte açılma, yakın çevreyle ilişki kurma alıyor. Bu “açılmanın” -bütün kadınları kapsamasa da- gerçekleştiği evlerde giderek evliliklerin daha fazla rızaya dayalı bir hal almaya başladığı, hayatın içine başka kaygıların yerleşmeye başladığı görülüyor. Tabii bunlar, göçün ardından “ne değişti?” sorusunun kesin cevapları olarak verilemiyor. Çünkü görüşmelerden elde edilen verilerin göçten mi yoksa göçü önceleyen bir durumdan mı beslendiği kesin olarak belirlenemiyor. Yalnızca zorunlu göçün ardından geçen zamanda en belirgin değişikliklerden birinin eğitim olanaklarının artması ve kadınların evden çıkması olarak belirtiliyor.

Kitabın son bölümünde ise iş yerlerinde, okullarda ayrımcılık ve dışlanmaya ilişkin deneyimler aktarılıyor. Tüm bu yaşananlara rağmen geri dönmek ya da kalmak söz konusu olduğunda görüşmecilerin çoğu mümkün olsa terk edilen yere geri dönmek istediği belirtiliyor. Ancak bu isteğin gerçekleştirilmesi yalnızca %3.1 oranıyla sınırlı kalıyor. Dolayısıyla varılan her yer “bir geçiş noktası” olarak kalırken “hikâyenin noktalanması” ya da “eve dönüş için kestirme yolun bulunması” imkânsız gibi duruyor.

EDİ BESE!

“Gerçek kardeşlik, paylaşılan acıda başlıyor” (Mülksüzler, Ursula Le Guin).

Kitap yalnızca Kürt kimliklerinden dolayı aşağılama, ayrımcılık ve güven(ce)sizlikle, hiçbir zaman bitmeyen korkuyla, huzursuzlukla dolu bir hayata mahkûm edilen milyonlarca insanın nasıl bir mücadele verdiğini görebilmemiz için bize bir imkân veriyor. Tüm bunların yaşandığını bilirken hâlâ “Kürt kardeşim” diye seslenenleri dinlemeye devam edebiliriz ama bir kere olsun düşünebilir miyiz korunma ve korumadan yoksun, elinde anahtarıyla ortada kalan kişinin kardeşimiz olduğunu? Bütün bunlar yanı başımızda “sessiz sedasız” gerçekleştirilirken artık yeni bir düşünce tarzı geliştirmenin zamanı gelmedi mi? Önceden belirlenmiş ve her zaman “bildiğimiz” ve “düşündüğümüz” gibi olmayan, toplumsal/tarihsel olanı tekrar tekrar ele alıp değerlendirdiğimiz, yeri geldiğinde düzeltebildiğimiz, yanlışları dillendirip her şeyi yerli yerine oturtabildiğimiz ya da oturtmaya çabaladığımız bir düşünce tarzı, neden bir kez de “zorunlu göç” mağdurları için harekete geçirilmesin?

Kürt Kimliğinin İnşasına Bakış (Murat ÖZBEK)


Kürt tarihi üzerine araştırmalarıyla tanıdığımız Naci Kutlay, Kürt Kimliğinin Oluşum Süreci adını verdiği yeni kitabını yayımladı. Fransız Devrimi’nin uluslaşma yolundaki toplumlara öğütlediği milliyetçilik fikrinin Kürt kimliğine yansıyan etkilerini spesifik örneklerle aktarmaya çalışan Kutlay, uluslaşma yolundaki Kürtlerin milliyetçiliği ile uluslaşma sürecini tamamlamış milletlerin milliyetçiliği arasına kalın bir çizgi çekmeyi de göz ardı etmemiş. Bir kitabın dikkatleri üstüne çeken öncelikli ekseriyeti dilidir. Bu minvalde Kürt Kimliğinin Oluşum Süreci bilginin çarpıcılığını –yeri geldiğinde sosyolojik, yeri geldiğinde yerel tespitlerle– uygun bir dille aktarmayı hedef seçmiş önemli bir kaynak.

Orta sınıfın uluslaşma sürecindeki etkisini vurgulayan Kutlay, konuyu Kürtlerin eksik yönü olan Kürt burjuvazisine getiriyor. Nitekim Kürt toplumu üstte feodaller, altta ise feodal beylere bağımlı köylü kitlelerinden oluşuyordu ve orta sınıfın boşluğu hep hissedildi ama sonraki dönemlerde eksiklikleri olmasına rağmen kapitalizmin de “yardımıyla” bu orta sınıf boy göstermeye başladı.

AYDINLARIN DURUMU

Lümpen proletaryanın aydın kesimi anlayamaması, aydınlara hak ettikleri değeri vermemesi ve aydınların üzerindeki baskı, kitapta kimlik oluşumuna etki eden önemli unsurların başında geliyor. Hâl böyle olunca aydınlar, feodal beyler ve dini önderlerle bir araya gelmek zorunda kalıyordu. Ne var ki bu bir araya gelmeler zaman zaman antlaşmalarla sonuçlansa da tam anlamıyla birlik ve beraberlik sağlanamıyordu. Aslına bakılırsa Kürt aydınlarının çoğu da feodal kökenliydi ama Osmanlı dönemindeki başkaldırılarda sürgün edilen bu aydınların aileleri, aradan zaman geçince Kürdistan’daki etkilerini yitirmişlerdi. Örneğin, Bedirhaniler Botan bölgesine hâkim bir aileydi ya da Cemilpaşalar Diyarbakır bölgesine hâkimdiler. Feodalizmin kırılamadığı bölgelerde aydınlara hâlâ hak ettikleri değer verilmiyor ve 20. yüzyıldan kalma komünist, dinsiz gibi “suçlamalarla” aydınlar halk nezdinde gözden düşürülmeye, itibarsızlaştırılmaya çalışılıyor.

Kürt kimliği üzerindeki baskıları anlatırken, öne çıkan isimleri ve kurdukları örgütleri, basın-yayın organlarını aktaran Kutlay, Abdülhamit döneminden başlayıp İttihat ve Terakki ve onun ardılı olan Jön Türkler’in uyguladığı baskıların ne şekilde Kürt milliyetçiliğine yansıdığını buna karşın Bedirhaniler, Şeyh Sait, Şeyh Ubeydullah, Cemilpaşalar, Haco Ağa gibi isimlerin ve ailelerin mücadele tarzlarını, yayın organlarını, örgütlerini analizlerle aktarmış. Kürtlerin Ermenilerle ilişkilerini, Ermenilerin nasıl ötekileştirildiğini, bu iki kimliğin birbirini nasıl etkilediğini özellikle de Ermenilerin Kürt kimliği üzerindeki etkisi ve Ermeni katliamında Kürtlerin nasıl rol aldıkları de kitapta dikkat çeken diğer bir konudur.

Aileler arasındaki iç çekişmelerin ve sürekli heveslerine yenik düşen feodal beylerin Kürdistan’da verilen mücadeleden sıyrılmaları hatta kimi zaman karşı tarafta mücadeleye devam etmeleri ve bu boşluğun yarattığı etkiyle mücadelelerin sürekli sekteye uğraması liderleri yenilmeye mahkûm ediyordu. Buna en yakın örnek olarak da Şeyh Sait isyanı ve isyan sonucunda Şeyh Sait ile arkadaşlarının idam edilmesini kitapta görüyoruz.
Kutlay’ın dikkat çekmeye çalıştığı diğer husus ise Mustafa Kemal’in Erzurum Kongresi’ni yaptığı yıllarda ona çok uzak olmayan Şeyh Sait ve Miralay Halit Bey’in ne yaptıklarının ve ne düşündüklerinin pek bilinmemesidir. Nitekim kongreden birkaç yıl sonra bu isimler Cumhuriyet tarihinin en büyük başkaldırısını gerçekleştireceklerdi. Bu ve benzeri tespitlerin kitapta yer alması okuyuculara araştırılacak konuları işaret ediyor. Bir diğer konu ise Atatürk’ün neden “Ne Mutlu Türk Olana” değil de “Ne Mutlu Türküm Diyene” dedi tarzındaki sorudur. Kitapta yazar, Niels Kadritzke’in cevabına yer vermiş ama bu sorunun önem arz eden kısmı, dağlara taşlara yazılan bu cümleyi okuyucunun yorumlaması için açtığı kapıdadır. Kitaptan bir alıntıyla devam edelim:

Yanıt bekleyen sorular var… Mustafa Kemal 1919-1920 yıllarında Kürt feodallere ve dini önderlere, kürtlüklerini yadsımadan çok ustalıkla bazı vaatleri içeren mektuplar gönderdiği günlerde, Kürt milliyetçi önderleri ne yapıyorlardı? Şeyh Sait, Cibranlı Halit Bey, Bedirhaniler ve Seyyit Abdulkadir nerde idiler?(s. 205)

‘KÜRT AMA İYİ’

Kürt Kimliğinin Oluşum Süreci’nde, Paul Henze, Martin van Bruinessen, Rohat Alakom gibi Kürt tarihine yönelik araştırma ve çalışmalarıyla bilinen isimlerin de değindiği gibi devletin uyguladığı baskı sonucunda insanların bir kısmı baskıdan kurtulmak için ya da daha “mutlu” yaşamak için kimliklerini gizlemek zorunda kalıyordu ve bu, psikolojik problemlere sebep oluyordu. İnsanlar iç dünyalarında kendileriyle hesaplaşırken kişiliklerini sorgulamaya başladılar. Bu konuda Rohat Alakom’un şöyle bir tespiti var:
Kürtler açısından 1923-1950 yılları, yani Tek Parti Dönemi çok can ve mal kaybına yol açan bir “deprem” gibidir. Büyük bir “facia”dır. Bu depremin enkaz çalışmaları uzun yıllar almakta ve daha da alacaktır. Son yıllarda basından da izlediğimiz gibi, “Benim de anam-babam Kürt” veya “Ben de Kürdüm” biçiminde bu enkaz altından çıkarılan insanlara rastlamaktayız.(s. 343)

Bu enkazın altından sadece Kürtler çıkmadı. Rohat’ın yukarıdaki tespitine ek söylemleri şöyle sıralayabiliriz; “Benim Kürt arkadaşlarım da var” veya “Kürt komşularım var” tarzında cümleler. Devlet politikasının meyveleri olan bu ve benzeri cümlelerde Kürt kelimesinin geçmesi dahi özgürlük olarak nitelendiriliyordu. Devlet, Kürt kimlik mücadelesi veren kesimin karşısına “Kürt ama iyi” cümlesinin esin kaynağı olan bu insanları (Kürtçe konuşamayan, okuyamayan, yazamayan ve bunu problem etmeyen) koyuyordu. Kitap yer yer tekrara fazlaca düşse de Kürt tarihinin ve Kürtçe tarihin siyasal boyutunun yanı sıra yazınsal (kitap, dergi, gazete vb.) boyutunun da yer alması kitabı önemli bir kaynak kılıyor.