Aynanın İçinden Bakmak (Esra ERTAN)

      “ Onunla yola çıkmak istersin işte o zaman, gözünü bile kırpmadan
       Ve bilirsin ki güvenecektir sana
       Çünkü zihnin dokunmuştur onun kusursuz vücuduna”
                                                     Suzanne, Leonard Cohen

     
Kendimizle karşılaşmak, kendimizi bilmek için zihnin dokunduğu bir başkasına ihtiyacımız var her zaman. Onun bakışında, sembolik düzenin sürekli tekrarladığı kodlarla varlığımızı yine yeniden inşa edebileceğimiz aynalara…
    
Gerçekliğin yarattığı gerilim, başka unsurlara angaje olmaya ihtiyaç duymaksızın kendi  katmanlı dilini ve atmosferini yaratıyor Hakan Bıçakcı’nın metinlerinde. Doğa Tarihi adlı yeni romanı, belirsiz bir zamanın  Dünyevî Zevkler Bahçesi illüzyonunu yaratan şimdinin, tam burada olmanın hikayesini resmediyor. Ve bu haz bahçesinin izleğine, şu anın vaatlerinin sentetik kokusunu duyumsatmayı yerleştiriyor. Bu anlamda roman, diğer Hakan Bıçakcı metinlerinin çizdiği eksen üzerinde, derdine tutarlı biçimde sahip çıkmaya devam ediyor.

“Buğu yüzünden net görünmüyordu. Kadınsı, pembemsi, hareketli bir leke vardı aynada. Meyveli vücut şampuanının ılık kokusu banyoyu doldurmuştu. Bozuk çilek reçeli…”
   
Koku hafızamızı yoklayıp harekete geçiren ayinsel bir sahne ile ilk eşikten geçirir metin okuyucuyu. Üç bölümden oluşan kitabın kahramanı Doğa, plaza-site-alışveriş merkezi arasında geçen gündelik rutiniyle, ilk darlık duygusunu okuyucunun içine yerleştirir. Genç bir kadınla beraber olup, evden ayrılan babasının gidişiyle yalnız kalan annesini de yanına alarak, İngilizce isimli sitedeki hayatı, plazadaki işi, sevgilisi Onur ile beraberliği üzerinden bir varlık şeması çizer. Bu şema, metni ören taşların harcını da oluşturacak ana malzeme.
 
Dört kez yinelenen doğum günü seremonisi,  güzellik  merkezi ritüelleri, alışveriş merkezi ve spor salonu, Facebook profil sayfası, yassı göğüsler ve ille de beyaz şarap… Bir durumu anlayabilmemiz ve o durumun tanıklığını yapabilmemiz için kuşkusuz bu göstergeler zihnimizi aydınlatmakta. Üstelik sosyolojik okumalar yapmak için de geçerliliği olan referanslar. Ancak Bıçakcı’nın yapmaya çalıştığı şey, bu saiklerin rehberliğinde bir durum yaratırken, kahramanın en habis ya da en insani yanlarını yine bu durumun anlatmasına imkân tanımasıdır. İlk iki bölümde, Doğa’nın “endüstriyel nesne” leşmiş halinin sessizliği, mekanik bir ritmin içinde devindiği geçişlerle birbirine bağlanır.

Üçüncü bölüm ise metinde bir çözülmenin yaşandığı, kahramanın sıkışmışlığının, özlemlerinin ve hezeyanlarının derdest edildiği, bu sayede de onu görünür kılan şeylerin anlamsızlığını yakınımızda bir yerlerde hissedebildiğimiz muğlak anların toplamı gibidir…
   
Otuzlu yaşlarının ortasında, güzelliği, kariyeri ve yatırımları olan Doğa, bedenini ve o bedenin kazanca dönüştüreceği başarı (!) olgusunu, cam ofisinde daldığı fallik biçimde göğe tırmanan plaza ve sitelerin gölgelerinde formüle eder. Bununla da yetinmez, zamanın efendilerinin “keyfini çıkar” telkinlerine biat ederek, hepimizin hapishanesini yeniden üretir. Biz, kendi yalnızlığımızı bu esaretten tanırız. Üstelik bu fantazmagorinin tadını da çıkaramaz. O kadar görmeden görülmeyi, o kadar skoru, o kadar diğer kadının mutsuzluğunu dert edinir ki, bir türlü gerçek anlamda var olamaz. Şu hayatta, kabahati kadar dahi yer kapladığına inanmaz. O sebeple Doğa ne başka insanları, ıstırabın pusu kurma olasılığına rağmen sevebilmeyi gözetebilecek kadar erotik yapıdadır, ne kendi zamanını yarattığı entelektüel bir yeterliliği yüceltecek narsistik donanıma sahiptir. Ne de kendi cümlelerini kurabildiği dünyaları sınayabilecek bir sokak insanıdır. Dahası o, bu zenginliklerden hangisi veya hangilerine sahip olduğunu arama çabasında bulunmayandır. Çıkışsızlığı çaresizliğinden değil; hareket kabiliyeti geliştiremeyişindendir. Geçmişe sığınış değil belki ama, tanıdığı ve kaybettiği bir şeyi hatırlar, eski sevgilisi Ulaş ile karşılaştığı bir an, tüm düşlerinin kurtarıcı kahramanına evrilir. Kendisine anlatamadığı şeydir bu an, hem zaten “hatırlamak gibi değilmiş yaşamak…” 

Dünyanın takdir etmesini beklediği bir güzelliği elde etmek ister Doğa. Plaza kadını olmak,  ya da yaşam gurusu gibi popüler etiketlerin altını eşelersek, üretilebilir bir mutluluk, üretilebilir bir beden ve imaj kaygısının ve bu kaygıyla görülen kişi olmanın deneysel  haz merakı olmayacağını iddia edebilir miyiz? Ancak bu “yaşam sanatı” tam da yaşamı sentetik bir biçimde taklit ettiği için olgunlaşamaz. Metinde bir yıl arayla iki doğum gününe tanıklık ettiğimiz Doğa, otuz altı yaşında olmasına rağmen, kaygı ve kriz dışında başka hiçbir duygusunu deneyimleyemediğimiz  için, kâmil olma yolunda bir adım boyu ilerleyemez.  Ama ne de olsa “her şey yolunda, mimik yapma Doğa…”

Öte yandan dış dünyanın uyaranlarına yaptığı duygusal yatırım, onun sağlıklı bir kendilik geliştirmesine olanak tanımaz. Metin boyunca kendi sıkıntılarıyla meşgul görünen annenin, vakti zamanında sinir krizlerine gark olmuş, hırçın, mutsuz ve sürekli yazıklanan bir mağdur (!) olduğunu öğreniriz. Bu, metinde bir aydınlanma anıdır. Doğa’nın krizlerinin de alt metnidir. Kendi benlik tarifi zayıfladığı bir anda, kızından birkaç yaş büyük bir kadınla evi terk eden baba da farklı şema çizmez. Annenin kurban rolüyle kalınlaşan, babanın gidişiyle de vazgeçilen Doğa’nın  onaylanma arzusu, imkânsız bir özleme dönüşür. O sebeple boşalamaz da Doğa. Kendi adına atıfta bulunabileceğimiz tabiatın verimliliği ona sirayet etmez. Ne sosyal bir boşalmadan ne de cinsel bir doyumdan nasiplenemez. Sürekli sahneler dünyayı. Her sahne bir önceki anı tekrarlar.

Doğa,  adına atfen tabiatın dişil enerjisine ve  bereketine bir gönderme de taşıyor.  Bıçakcı bu çift anlamlılığı düşünmüş olmalı. Zira High Project’in içindeki yapay Cafe Jungle, bu içkin özlemin tezahürü olabilir. Bununla birlikte Doğa’nın tırnaklarına sürdüğü yeşil oje de bu özlemin rengi olarak düşünülebilir. Romanın temas ettiği, ayağı hiç toprağa değmeden ciple siteden plazaya, oradan da alışveriş merkezine giden her kadın için, bir şekilde eko feminist  okumaya da açık.

Doğa Tarihi, Hakan Bıçakcı okurlarının ve onun metinleriyle henüz yeni tanışacak olanların, kahramanını “burlesk”leştirmeden, kara mizahı satır aralarından tanıyacağınız, mekân yaratımı, dili ve atmosferi  ile, yanında başka okumalar da yapma isteğinizi çoğaltacak doygun bir metin.
 
DOĞA TARİHİ, Hakan Bıçakcı, İletişim Yayınları, 2014.

0 yorum:

Yorum Gönder