Çocukların Dönüşü* (Meltem GÜRLE)

Geçtiğimiz Mayıs ayında, Bir+Bir dergisinde “Orhan Kemal'in çocukları: Yoksulluk lekesi” adlı çok güzel bir inceleme vardı. Nurdan Gürbilek bu yazısında, Türk romanında “zavallı çocuk” hikayelerini konu alıyor ve bir dönemin sınıfsal meselelerinin çocuk karakterler üzerinden açıldığına dikkatimizi çekiyordu. Orhan Kemal ile Kemalettin Tuğcu’nun roman kişilerini karşılaştırarak okuyan Gürbilek, bu yazıda her zamanki isabetli tespitlerinden birini yapıyordu: “Bugünün karanlığına işaret eden Tuğcu değil, Orhan Kemal’di.” Şehirler artık merhametin değil, acımasızlığın ve korkunun yeriydiler.

Nurdan Gürbilek’in bu konuda haklı olduğu açıktır. 2000’li yıllarda yazılmış hangi romana elimizi atsak, Tuğcu’nun “tam kaybedecekken başarıya koşan” çocuklarını değil, yoksulluğun türlü çeşitli biçimleri ile erkenden tanışmış ve hayata birer “kaybeden” olarak başlamış karakterlerle karşılaşırız.

Ancak bu yeni romanların genç kişileri, Gürbilek’in sözünü ettiği “zavallı çocuk”larla uzaktan akraba olsalar bile, temel meseleleri açısından onlardan farklıdırlar. Onlar da yoksulluk çeker ama esas dertleri tamamen içi boşalmış ve deyim yerindeyse “mallaşmış” bir dünyaya doğmuş olmaktır. Bu açıdan bakılınca, ne Kemalettin Tuğcu’nun Sokak Çocuğu (1955) ve onu takip eden birçok romanında birer masal kahramanı haline getirerek idealize ettiği yoksul ama onurlu “küçük erkeklere,” ne de Orhan Kemal’in toplumcu gerçekçi anlatıları Sokakların Çocuğu (1963), Suçlu (1957) ya da Ekmek Kavgası’nda (1949) karşımıza çıkan ve bir türlü ulaşamadıkları varlıklı hayatın özlemiyle kavrulup kalan çocuklara benzerler.

Zamanından önce büyümüş çocuklardır bunlar. Hayatın hoyratlığını derin bir hüzünle olduğu kadar alayla da karşılarlar. Erken yaşta “geçim dünyası”na atılmış ve ırgatlık ya da çıraklık yaparken bir yandan da sınıf atlama hayalleri kuran çocuklar değillerdir artık. Bu sefer karşımızda yetişkinlere özgü duygusal sorunlarla baş etmek zorunda kalan genç karakterler vardır. Bu karakterlerin tümü ikili bir gerçekliğin içinde bulurlar kendilerini: Bir yandan çocuksu bir masumiyeti korurken, diğer yandan da zamanından önce yaşlanmış ve acılaşmışlardır. Aslına bakarsanız, orta yaşlı ergenlerdir onlar. Bir yetişkinin inançsızlığı ile bir çocuğun oyunculuğunu aynı anda taşırlar. Varlıkları tam da bu çelişki üzerinden açılır.

Alper Canıgüz’ün neredeyse on sene arayla yazdığı seri romanları Oğullar ve Rencide Ruhlar (2004) ile Cehennem Çiçeği (2013)’nin kahramanı Alper Kamu, sadece çocukların romanlarda yeniden belirişinin değil, bu dönüşümün de habercilerinden biridir. Yalnızca beş yaşında olmasına rağmen, dünya klasiklerini çoktan hatmetmiş, Nietzsche, Dostoyevski ve Oğuz Atay’dan alıntılar yapan, babasının bulmaca çözmesine yardım eden ve boş zamanlarında hayatın anlamsızlığına kafa yormak için divanın altındaki sığınağına çekilen Alper Kamu sıradan bir karakter değildir. Sivri dili ve karşı konulmaz zekası ile dokunduğu yeri yakan bir çocuktur bu. Serinin ikinci romanı çıktıktan sonra kendisiyle yapılan bir söyleşide Canıgüz’ün de dediği gibi, “bütün çocuklar çiçektir tabii ama hepsinin bahar çiçeği olduğunu düşünmemek lazım, bizimkisi de işte, cehennem çiçeği.”

Alper Kamu, küçücük bir oğlan çocuğunun içinde sıkışmıştır. O çelimsiz bedende, orta yaşa yaklaşan bir erkeğin duygusal derinliğini ve varoluşa dair endişesini taşır. Yetişkin olma fikri ölesiye korkutur onu. Çünkü yetişkinlerin dünyası, insana hiçbir duygusal derinlik ilham etmeyen, kimsenin birbirini gerçekten sevme becerisine sahip olmadığı karanlık bir yerdir. Onun için büyümek istemez, Alper Kamu. İki romanı da etkisi altına alan hüznünün kaynağı budur. Her fırsatta intihar planları yapması da yine bundandır: “Annem, babama ve tanışmalarına vesile olan karıya ilene ilene pencerenin önünde dört dönerken, ben annemin özel günler için sakladığı kuruyemiş stokundan apardığım bir kase ay çekirdeğini çitleyip televizyona bakıyor ve ölmek istiyordum.”

Mutlu olmasa bile yine de eğlenceli hikayeler anlatmayı başarır, Alper Canıgüz. Bu da bir yazar olarak onun becerisidir. Eğlenceli bir umutsuzluğun sözcüsüdür o. Ve bu görevi hakkıyla yerine getirir.

Artık mutlu hikayeler anlatmak için çok geç bir zamanda yaşıyor olduğumuz fikri, Emrah Serbes’in öykülerinde de sıkça tekrar edilir. Ama onun edebi kişileri, mutluluğun yeniden mümkün olabileceğine inanmaktan vazgeçmezler bir türlü. Serbes’in yazdığı metinlere yayılan melankoli de bu duygudan kaynaklanır: Asla gelmeyeceğini bildiğin bir şeyi beklemeye devam etmek. Çocuksu bir inatla zamanından önce kaybedilmiş bir masumiyetin peşinden koşmak. Onu talep etmekten vazgeçmemek.

Erken Kaybedenler’in (2009) çocuk ve ergen kahramanları, acımasız bir dünyanın içine doğmuşlar ve daha palazlanamadan duygusal olarak büyümek zorunda kalmışlardır. İşten çıkarılan babalar, sinir krizinin eşiğinde yaşayan anneler, erkenden evlendirilen komşu ablalar, inanmadıkları bir savaşta genç yaşta şehit olan ağabeyler. Bütün bunlar Alper Kamu’nun içinde yaşadığı dünyadan pek de farklı değildir aslında.

Emrah Serbes’in karakterleri bir yandan büyüme sancıları çekerken bir yandan da dünya üzerindeki yerlerini tespit etmeye çalışırlar. Bütün ergen hikayelerine damgasını vuran “Biz ve Ötekiler” ikiliği, burada da karşımıza çıkar. Emrah Serbes bu ayrıma ince bir dokunuşla, üçüncü bir kategori ekleyivermiştir: Dünyada yalnızca “kazananlar” ve “kaybedenler” yoktur. Bir de “erken kaybedenler” vardır. “Korhan Ağbi’nin Kardeşi”nde, zamansız kaybedilmiş masumiyetin en can acıtıcı hallerinden birini görürüz. Erkek dünyasının gaddar yüzüyle karşı karşıya kalan anlatıcı, o dünyaya en çok değer verdiği şeyi kurban etmek zorunda kalacaktır. Onunla beraber biz de anlarız ki, kaybetmenin de farklı şekilleri ve dereceleri vardır.

Büyümeyi reddeden yetişkinler ya da yetişkinlerin sorunlarıyla baş etmek zorunda olan çocuklar. İkisi de bir noktadan sonra aynı kapıya çıkar. Sonsuz bir ergenliğe sıkışıp kalmış bir duygusal hayat. Yeni edebiyatın bize sunduğu budur. Emrah Serbes’in ya da Alper Canıgüz’ün yarattığı bu yarı çocuk/yarı erkek karakterler, inancın ve umudun tümüyle kaybedilmediği, pragmatizmin ve çıkar ilişkilerinin hakim olmadığı ve “bağzı şeylerin” hala mümkün olduğu bir alanı temsil eder. İnsan ruhunun hızla fakirleştiği bir dünyada henüz işgale uğramamış bir duygusallığın sözcüleridir onlar.

O zaman diyebiliriz ki, çocuklar edebiyat sahnesine geri dönmüştür. Hem de “muhteşem” bir şekilde: Yepyeni bir ses ve nefesle.

*Bu yazı Ayrıntı Dergi’de yayınlanacak Ruh Fakirliği Üzerine Bir Deneme makalesinden bir parçadır. Makalesinin kısaltılmış versiyonunu kullanmamıza izin verdiği için yazarımıza teşekkür ediyoruz.

1 yorum:

  1. Çocuğun, ailenin ya da içinde yaşanılan toplumun salt yoksul olması değil, ebeveyn/bakıcısının koşulsuz sevgi, ilgi, emek ve şefkatine maruz kal(a)mamış çocuk olmaklıktır, ana mesele... İçi boş/boşal(tıl)mış "bebeklik ve çocukluk" dönemi... asıl tehlike...

    YanıtlaSil