Kafka’nın Anlatı Cehennemine İtilmek (Cem Kalender ile Söyleşi: Haldun ALKANAT)

İlk romanı Klan ve ikinci romanı Zamanın Unutkan Koyu’yla edebiyat dünyamızda yer edinen genç yazar Cem Kalender’in son romanı Kayıp Gergedanlar geçtiğimiz günlerde Alakarga Yayınları’ndan çıktı. Üç koldan ilerleyen, farklı farklı karakterleri ile bu kolları dallara ayıran çok katmanlı bir anlatı Kalender’in romanı. Veteriner Sümer Bey ile ailesinin bir kasabaya taşınması, Sümer Bey’in eşi Suna Hanım’ın taşındıkları evin duvarlarını yükselttirmesi ve evin bahçesine bir kuyu kazdırması ile olaylar gelişmeye başlar. Sümer Bey görevli olduğu Binyayla’da bakmakla sorumlu olduğu gergedanları arar, Suna Hanım yeni evlerinde yaşamı düzenlerken, Maraş da adım adım katliama doğru yaklaşmaktadır. Kolayca özetlenmeyecek Kayıp Gergedanlar’ı bir de yazarına soralım dedik ve Cem Kalender ile görüştük. 

Öncelikle romanın girişiyle başlamak istiyorum. Veteriner Sümer Bey’in Binyayla’ya ulaşma serüveni ve köprünün girişindeki turnikeyle karşılaşması, ardından gelen bekçi ile diyalog Kafkavari bir evrene adım atıyormuşuz hissi veriyor. Sümer Bey’in Maraş Katliamı’nın gölgesinde süren yaşamının böyle bir gerçekdışılığa savrulması kaçınılmaz mıydı?

Maraş katliamı gerçeğini ancak Kafka’nın anlatı cehennemine çekersek belki biraz anlaşılır kılabiliriz diye düşündüm. Tarihte eşine pek rastlanmayan bir katliam örneği bu. Düşünün üç gün önce aynı sofrada yemek yemiş aynı kahvehanede çay içmiş aynı eşikte oturmuş, birbirlerine selam vermiş insanlar bir an geliyor ve birbirlerini boğazlıyor. Birbirini de demeyelim tek taraflı bir boğazlama ve 4-5 gün sürüyor. Nasıl gerçek olabilir şimdi bu? Belki Kafka’nın anlatı cehennemine itebilirsek…

Sümer Bey her sabah kalkıp Binyala’ya gidiyor gergedanları aramaya. Eşinin cehenneminden Binyayla’nın cehennemine sığınıyor. En azından orası biraz daha bulanık, biraz daha kafkaesk. Eşinin yaşadığı katliam trajedisindense varoluş trajedisini yaşamayı tercih ediyor.

Gurgum’un Maraş, Yafilerle Reşiler ise Alevi ve Sunniler romanda. Sizi gerçek yer ve kimlik adlarından uzaklaştıran şey neydi?

Bunu çok düşündüm. Romanın bir Alevi Sünni çatışmasını anlatan belgesel bir kitap olmasını istemedim. Mesele neydi? Kabaca, Sünnilerin Alevileri boğazlaması. “Sünniler Alevileri boğazladı” trajedisinden gitseydim vakayı ajite etmeden anlatabileceğimden emin değildim. Bunun için böyle bir anlatıma cesaret edemedim.

Orada yaşananlar çok derin çok başka. Sünniler Alevileri boğazladı öyle mi? Bu çok kalıpsal duruyor. Oradaki öldürme motivasyonu çok daha derin. Komşunun kundaktaki çocuğunu süngülemenin psikolojisi çok daha derinlerde?

Maraş Katliamı bence yakın tarihimizin en karmaşık, en kompleks olayıdır. Bu kadar kompleks bir olay kurgusal dille nasıl anlatılır? Bu ancak Kafka’nın anlatı cehennemine girdiğinde mümkün olabilirdi. Zaten kitap tek başına bir “Maraş Katliamı” kitabı da değil. Katliam kitapta üç ana damardan biri. Ki Suna Hanım’la çocukları etrafında dönen dünya katliam kadar trajik bana göre.

Felaketin gerçekliği ile kurgunun gerçekdışılığı arasındaki gerilimden beslendiğinizi söyleyebilir miyiz?


Gerçek ve gerçekdışılık. Bu terimler birbirinden ne kadar bağımsız? Sekiz aylık hamile komşusunun karnını baltayla yarıp çocuğu çıkarmak ne kadar gerçek? Ya da seksen yaşındaki bir kadının gözüne çivi saplayıp foseptik çukuruna kafa üstü atmak gerçeğin neresinde duruyor? Bunların hepsi yaşandı, sahiden yaşandı ama bize gerçekmiş gibi gelmiyor. Hani Marx diyor ya “ne gülüyorsun allattığım senin hikayen” Bu bizim hikayemiz ama yaşanmamış, gerçek değilmiş gibi davranıyoruz çünkü anlayamıyoruz.

Gerçekle gerçek dışılık arasından gidip gelen bir diğer olay da hatırlarsınız 2011’de anneleri öldükten sonra dört yetişkin kardeş bir bağ evinde intihar etmesi. Hayır ilaç filan da almıyorlar. Nasıl bir ölme motivasyonudur bu. Hepsi eğitimli tahsilli. Biri de bu ne saçmalık ben vazgeçtim demiyor. Bu da en az Maraş katliamı kadar zor anlaşılabilir bir vaka.

Ölme ve öldürme motivasyonunun beslendiği kaynak aynı değil ama birbirlerini kapsıyor. Suna Hanım ve çocuklarının hikâyesini yazarken o anne ve çocuklarının gölgesi hep evimin duvarlarındaydı.

Evet dediğiniz gibi korkunç bir gerilim var ve bu anlatıcı olarak beni besledi ama gerilimin kaynağı gerçekle gerçek dışılık arsında değil. Lacan’ın dediği gibi gerilim ilk doğduğumuz anda doğanın düzeninde kültürün düzenine geçtiğimizde en yüksek dozda veriliyordu zaten.

Suna Hanım’ın hikâyesi geçmişin trajedisiyle birleşiyor. Suna Hanım’ın anlattığı masallar da çocuklarını kendi içinde oluşan hapishaneyi evi kocaman duvarlarla çevirerek genişlettiğini söylememiz mümkün mü?

Suna Hanım “dışarıda olan her şey düşman” felsefesiyle bakıyor hayata. Kasabaya geldiğinde yaptığı ilk iş bahçe duvarını yükseltmek, çocukların dışarıyla bağını tamamen koparmak. Bu, yaşadıklarıyla ilintili. Çocukluktan gençliğe geçtiği evrede korkunç bir trajedi yaşıyor ve tamamen içine kapanıyor. Bütün dünyasını nefretle dolduruyor ve bu hep devam ediyor. Her şeyden, herkesten nefret ediyor, çocuklarının da aynı nefreti duyması için çalışıyor. Bunun için masallar icat ediyor. Şehrazat gibi Adem İle Havva gibi anlatıları tahrif edip işine geldiği gibi anlatıyor.

Dışarıdaki her şey düşmandır anlayışı Suna Hanım’a gökten inmiyor. Yaşadıkları belirliyor bunu.

Romanda Lacancı terminolojinin sıklıkla kullanıldığını görüyoruz. Mesela romanın başında kazılan ve sanki bir karakter gibi romanda yer edinen kuyu sanki anne ile yeniden bütünleşme , yeniden onun parçası olma arzusuna gönderme gibi. Lacan’ı romana davet etmenizin sebebi nedir?

Bu romanı bana yazdıran Lacan oldu. Romana yeni başlamıştım. Dört kardeşin intihar haberini duydum TVlerde, gazetelerde. Uzmanlar çıkıp bire şeyler söylüyordu ama hiç biri intiharların asıl nedenine inemiyordu. Anne sevgisi vs gibi yüzeysel yorumlar yapılıyordu. Oysa Lacan çok net açıklamıştı Oidipus karmaşası ya da Baba'nın Adı diye. 

Lacan’a göre Oidipus karmaşası, insan olmaya giden zorunlu bir süreçtir. İnsan Oidipus karmaşasını yaşamadan kültürün dünyasına geçemez. Çocuk biyolojik insan yavrusundan kültürel bir özneye geçmesi için Oidipus karmaşasını yaşaması gerekir. Çocuğu anneden ve annenin doğal ensestinden ancak Baba’nın Adı kurtarır. Baba tamamen simgeseldir, gerçek bir babanın olması şart değildir. Baba’nın adı devreye girmeyince Oidipus Karmaşası yaşamayan çocuklar hep biyolojik insan yavrusu olarak kalır. Kültürün düzenine geçip birey olamaz. Zaten intihar eden o gençler birey değildi Lacan’a göre. Annelerinin dünyasının içinde dört edilgen dünya idiler. Anneleri ölünce annelerinden aldıkları elektrik kesilmiş oldu. 
 
Suna Hanım kasabaya geldiğinde gözüne ilk takılan kavak ağaçları oluyor. Hemen kestirtiyor onları ve salkım söğüt diktiriyor. Bunlar da simgesel olsa gerek. 

Kuyunun açılması da var tabi. Suna Hanım için dışarıdaki her şeyin düşman olmasında bir fallus gerçeği var. Erkek egemenliğini ya da erkek iktidarına büyük bir kin besliyor Suna Hanım. Fallusu çağrıştıran her şeyden kurtulmak istiyor. Kavak ağaçlarından kurtulmak istemesi de tamamen bununla ilgili. Kuyu da öyle. Suna Hanım’ın kendini kötü hissettiği zaman kuyuya sığınması bir nevi iktidardan, fallustan kaçış. Belki de anne rahmine geri dönüş. 
 
Kayıp Gergedanlar sonrasında planlarınız neler?

Yeni bir çalışmam var aslında. Çoktandır düşünüyorum bunu. Oğuz Atay metinlerine Lacancı yaklaşım. Bu beni çok heyecanlandırıyor doğrusu. Oğuz Atay'ın metinlerinde hep dilin yetersizliğinden dem vurur. Söyledikleri Lacan'a çok yaklaşıyor. Kültürün, dilin düzenine giren insanın çaresizliği hem Oğuz Atay'ın hem de Lacan'ın temel meselesidir.

0 yorum:

Yorum Gönder