Diktatörlük Üzerine Birkaç Nokta (Dinçer DEMİRKENT)

Haziran günleri boyunca sokakları inleten sloganların en dikkat çekici olanlarından biri ‘diktatör istifa’ idi. Tunus’tan başlayıp Mısır’a uzanan ve mevcut rejimlerin birbiri ardı sıra yıkılmasıyla sonuçlanan isyan süreçlerinin de arkasında bu kavram yatıyordu. Avrupa’da ne Indigniados hareketi esnasında ne de Occupy eylemlerinde ön plana çıkmış olan bu kavramın coğrafyamızda itici bir söylem olarak öne çıkmasının temel nedeni tek kişide toplanan güce karşı siyasal direnişin başat çelişki olarak ortaya çıkmasıydı. Bu coğrafyada Makyavelyan bir anlamda halkın tabiiyet karşıtı mizacı çıkarları farklılaşabilen sınıfsal kesimleri siyasal isyana katabilmişti. Türkiye’de yankılanan ‘diktatör istifa’ seslerinin bununla ilişkisi çok kolay kurulabilir. Fakat Türkiye’yi ayrıksı gösteren iki noktayı da vurgulamak gerekir. Bunlardan birisi 2002’den itibaren liberallerin pompaladığı demokratikleştirici güç olarak AKP ve özellikle de Tayyip Erdoğan figürünün inşasıdır. İkincisi ise Türkiye’nin görece iş gören bir parlamenter rejime sahip olmasıdır. Bu iki noktanın diktatörlük kavramı bakımından siyasal analizini yapmak Türkiye’nin içinden geçtiği mevcut krizdeki konum ve yeni konumlanmalara dair bir manzarayı görebilmenin de önünü açacaktır. Bu yazı, bunu yapabilmek için birkaç nokta ve referansla kendini sınırlayacak.

Schmitt’e Diktatörlük

Carl Schmitt gerek Nazi ilişkisi gerekse de teorisinin parlamenter demokrasiye ve liberalizme getirdiği güçlü eleştirilerle uzun süre siyasal sosyal tartışmalarda dışlanmış bir isim. Fakat Avrupa’da özellikle radikal düşünürlerin parlamenter demokrasi eleştirileri ve siyasal olanı ön plana çıkaran yaklaşımları bu ismi 2000’lerin başından beri tekrardan siyasal tartışmaların önemli bir referansı haline getirdi. Yazarın Türkçeye çevrilmiş dört kitabı var. Fakat burada asıl olarak diktatörlük üzerine yazdığı kitap ile Anayasa Öğretisi kitabının ilgili yerleri ele alınacak. Bu kitaplar henüz çevrilmiş değil.

Schmitt, Diktatörlük adlı eserinde diktatörlüğün belirli bir amaca ulaşmak için gerekli bir araç olduğu düşüncesinin Marksist proletarya diktatörlüğü kavramı tartışmalarının ardından (kolektif diktatörlük) burjuva literatürüne tekrar dâhil olduğunu ve geri çekilirken kazanmış olduğu demokratik prosedürün askıya alınması anlamının yerini amaca ulaşmaya bıraktığını belirtir ve ekler: “Diktatörlük sorunu, somut bir istisna sorunudur, genel hukuk içtihadı içinde çokça çalışılmış değildir.” Roma hukukuna ait bir kavram olarak diktatör bu yönüyle tirandan farklıdır. Hukukun hem içinde hem de dışında yer alır. Roma’da kriz durumlarının içinden çıkmak için hukuku askıya alma yetkisi olan bir diktatör belirli bir süre için seçilirdi. Örneğin M. Kemal’e Büyük Millet Meclisi tarafından verilen Başkomutanlık yetkisinin bu anlamda bir diktatörlük yetkisi olup olmadığı da tartışılmıştır.

Schmitt, yukarıda indirgeyerek ele aldığımız diktatörlük kavrayışının siyaset teorisi içinde komiseryal (atanmış) diktatörlük olarak ele alındığını belirtir. Ardından da bunu egemen diktatörlükten ayırır. Egemen diktatörlüğü de kuruculukla ve kurucu olarak halkla özdeşleştirir. Ona göre siyasal bir kategori olarak halk egemen diktatördür ve bu yetkisini devretmez. Schmitt’in Anayasa Öğretisi adlı eserine baktığımızda egemen diktatör delege edilebilir çünkü o ancak ses çıkarabilir, onaylar ya da reddeder. Bu berrak görünen kavrayış bir yandan kurucu iktidar kavramının teorik karanlıklarına doğru bizi götürürken bir yandan da Nazi rejiminin siyasal karanlığına götürme ihtimalini taşır. Ama götüreceği yere doğru izini sürmek de günümüzü anlamak açısından önem taşımaktadır. Demokrasi olarak adlandırılan rejimlerin faşist rejimlerle ve diktatörlükle göbek bağlarını açığa vurur.

Diktatörden Tirana Erdoğan Rejimi

Bu izi AKP rejiminin tarihsel dönemini izleyerek sürdüğümüzde önemli siyasal sonuçlara ulaşırız. Bunlardan birincisi parlamenter demokrasilerin diktatörlüğün karşısında olmadığı aksine ikisinin birlikte yer alabileceğidir. AKP’nin Türkiyeli liberallerin de desteği ile Türkiye’nin tek demokratikleştirici aktörü olarak sunulması, eski düzenle çatışmayı bu söylemsel hattan kurması ve iktidarını bu çatışmanın yarattığı krizlerden güç alarak geliştirmesi, ardından bütün gücü tek elde toplaması dayanaklarını ‘demokratik’ kurumlar içinden almıştır. Gezi sürecinde Erdoğan tarafından ortaya konan ‘sandık’ tartışması bu bakımdan önemlidir.

Gezi sürecinde çok açık bir biçimde ortaya konan Schmittyan düşman söylemi de diktatörlüğün bu kavramsal analizinden yola çıkılarak yapılabilir. Erdoğan Gezi direnişine katılan kesimleri açıkça düşman kategorisi içine almış ve onları fiziksel olarak yok etmeye dönük bir politika izlemiştir. Polis tarafından kullanılan silahlar savaş araçlarıdır. İstanbul, Ankara, Hatay gibi şehirler ilan edilmemiş bir olağanüstü hali yaşamıştır. Tanıl Bora’nın ifadeleriyle Erdoğan milletini seçmiştir ve geri kalanını sayımın dışında bırakmıştır. Bu söylem dış düşman söylemiyle de birleşmiştir. İçerde demokratikleştirici dışarıda barışçı bir politika iddiasının temelinde içerde otoriter ve dışarda yayılmacı bir hareketin olduğu açıkça görülmüştür.

Üçüncüsü ve en sonuncusu AKP’nin Ergenekon davalarının ardından biriktirdiği gücün Tayyip Erdoğan’ın kişiliğinde toplanması, iki ayrı kavramla ifade edersek istisna yaratarak diktatörlüğünü sürdüren Erdoğan’ın artık tiranlaşmasıdır. Tiranlaşma keyfi yönetimin derecesinde kendini açığa vurmaktadır. Burada artık askıya alınan bir hukuk düzeni de tanınmamakta, yeni ‘demokratik’ anayasa vaadi içinde mevcut anayasal düzen haklar bakımından ortadan kaldırılmaktadır. En basit gösteri yürüyüşü hakkından yaşam hakkına kadar bütün bir liberal haklar sistemi Erdoğan’ın ağzında şekeri kaçınca atılan sakıza dönüşmüştür.

‘Diktatör istifa’ sloganı 2010 sonrasında coğrafyamıza damgasını vurmuştur. Diktatöre karşı birleşme, yönetenin baskısına karşı yönetilenin tahakküm görmeme direnci siyasal bir tutkal olarak iş görmüştür. Bunu diktatörlüğün geri çekilişi olarak okumak ne kadar olanaklıysa yeniden inşası bakımından değerlendirmek de olanaklıdır. Bu bakımdan bu konuda yapılacak hukuksal ve siyasal tartışmaların büyük bir önemi vardır.

CONSTITUTIONAL THEORY, Carl Schmitt, çev. Jeffrey Seitzer, Duke University Press, 2008.
DICTATORSHIP, Carl Schmitt, Polity Press, 2010.


0 yorum:

Yorum Gönder