Kürt Sorunu Bağlamında Bazı Anayasal Tartışmalar (Murat SEVİNÇ)

AKP, 2010 yılında anayasacılık tarihimizin hiç tereddütsüz en “göz boyayan” girişimini gerçekleştirip yirmi küsur maddelik bir anayasa değişikliği yaptı. Hedefi, HSYK ve kuşkusuz zamana yayılmak zorunda olan Anayasa Mahkemesi üye çoğunluğunu ele geçirmekti. AKP’ye madden ve manen bağlanmış olanların hiç duraksamadan “Ergenekonculuk” ile itham ettiği ünlü ABD’li düşünür Arato’nun 2010 değişiklik paketine dair yaptığı “soğanın cücüğü” benzetmesi, söz konusu iki kuruma dair düzenlemelere ilişkin bir eleştiriydi. Sonrasında yaşananlar, HSYK seçimleri, Anayasa Mahkemesi, son olarak Kamu Başdenetçisi (ayrıca, yardımcılıklarına) seçim ve atamaları, AKP’nin 2010 değişikliğinin hasatını topladığını gösteriyor.

AKP, 2011 seçimlerine bir dizi “çılgın proje” ve “yeni anayasa” sloganıyla katıldı. Yaklaşık % 50 oy alan, ancak ve neyse ki anayasayı tek başına değiştirecek çoğunluğu elde edemeyen iktidar partisi, TBMM’ye girmeyi başarmış partilerin (BDP, bağımsızlarla grup kurdu) eşit katılımıyla TBMM Uzlaşma Komisyonu oluşturdu ve bu Komisyon anayasa yazımına başladı. Haberlere bakıldığında Komisyon’un anayasa yazabilmesi mümkün görünmüyor. Bu hâl, anayasa yazımını teknik bir süreç olarak algılamanın, hiçbir sorunun adını koymak istememenin, siyasal/sınıfsal mücadeleyi görmezden gelmenin sonucudur. Ezcümle; TBMM, neden yeni bir anayasa yazdığını dahi bilmez durumda. Baştan beri tekrar edilen, “sivil ve demokratik anayasa” sloganının ise içi boş. Çünkü sivil anayasa sivillerin yazdığı anayasa olmadığı gibi; Örneğin bir AKP’li ile bir sosyalistin demokrasiden anladığının benzer yanı olmayabilir. İdeolojisiz anayasa hedefi ise tümüyle zırva. Böyle bir metin, ancak; “pidesiz, yoğurtsuz ve etsiz İskender” yapılabildiği gün yazılabilir. Asıl konuya dönelim.

Anayasal Tartışmanın Asıl Temeli

Böyle işleyen bir anayasa yapım sürecinde iki temel soru sorulmalıdır: Türev kurucu iktidar yani şu anki TBMM, aslında yapma yetkisi çok tartışmalı “yeni bir” anayasayı hangi gerekçeyle yapabilir? Kısaca: Dünya anayasacılığı, bizlere, asli iktidar hüviyetinde olmayan parlamentoların da “zorunluluk” durumlarında “yeni anayasa” yapabildiklerini gösteriyor. ABD, Fransa, İspanya vs. Demek ki bir “zorunluluk tanımı” gerekli. Hiç uzatmadan: Türkiye için zorunluluk, Kürt sorunudur. Demek ki yeni anayasa “ancak” bu soruna yönelik sözü varsa “yapılabilir” hale gelebilir. Burada diğer soru önem kazanır: Kürt sorunu nedir? Nasıl tanımlarsanız, ona göre konumlanırsınız. Kürt sorunu; “eşit yurttaşlık,” “terör,” “bölücülük” vs. gibi ifadelerle tanımlandığında kuşkusuz çözüme yönelik öneriler de farklı olacaktır. Ayrıca bir sorunu ya da durumu tanımlarken başlıca muhatap hiç kuşkusuz sorun olarak tanımlanandır. Türkiye örneğinde, Kürt siyasal hareketi. Demek ki, tartışmanın başlıca aktörleri; diğer tüm bileşenler bir yana, hareketin parlamentodaki temsilcileridir. Yani bu aralar dokunulmazlıkları kaldırılıp tutuklanmalarından söz edilen milletvekillerini barındıran ve hatta kapatılması gündeme getirilen BDP. Eğer yeni anayasa, yurttaşlar arasında adaleti, eşitliği sağlayacak şekilde yapılacaksa (ki tüm bu kavramlar da ideoloji yüklüdür!), öncelikle emekçi sınıfların ve tabii Kürt siyasetinin talepleri göz önünde bulundurulmalıdır. Aksi takdirde anayasa, AKP demokrasiden ne anlıyorsa, ona benzeyen bir metin ve uygulanmasıyla sonuçlanacaktır ki özellikle AKP liderliğinin demokrasi algısının, batı demokrasisi ile benzerliğinin olmadığı ortadadır.

Tabii “emekçi sınıflar” ifadesinin de altı, bir kez daha çizilmelidir çünkü “ana sorun” olmakla birlikte tek sorun Kürt sorunu değildir ve bazı kültürel-siyasal hakların tanınması, 1982 Anayasası düzeninin içerdiği pek çok açmazı çözmeyecektir. Ancak bu yazının konusu diğer sorunlar değil, Kürt siyasi hareketinin talepleridir. Taleplerin ne olduğu ve Türkiye’de tam olarak neyin tartışıldığı da açık değil. Bunda, biz ölümlülerin kavrayamadığı/haberdar olmadığı gizli pazarlıkların, uluslararası gelişmelerin, siyasetin çoğu zaman bir silah olarak da kullandığı kapalı ve bol şifreli dilin, konu üzerine kalem oynatanların tedirginliğinin vs. etkisi var. Ancak sorunun, öncelikle “temel haklar” ve “yönetimin yeniden örgütlenmesi” konularında düğümlendiği varsayılabilir. İki ana başlık, “anlamlı” bir başlangıç olarak kabul edilebilir.

Tarih ne ölçüde geriye götürülebilir kestirmek güç ancak son yıllarda gündeme getirilen tartışma konuları açısından çok önemli bir toplantı 2007’de yapılmıştı: Sonrasında kapatılan DTP’nin düzenlediği Demokratik Toplum Kongresi. Kongre sonunda yayınlanan Bildiri’de demokratikleşme sorunu ifadesiyle tanımlanan Kürt sorununun, “Kürtlere demokratik özerklik (muhtariyet)” sağlayarak çözülebileceği görüşü yer almıştı. Elli şehirden, çoğunluğunu DTP’lilerin oluşturduğu yaklaşık altı yüz delegenin katılımıyla yapılan toplantılardan ayrıca, Kürt halk önderi sıfatıyla anılan Öcalan’a yönelik “İmralı uygulamalarına son verilmesi,” “halkla bağ kurabileceği ortam” ve “başka bir yere nakli” talepleri de dile getirildi. Aynı talepler bugün de söz konusu ancak bunlar doğrudan anayasal konular değil.

Anayasacılık açısından dikkate alınması gereken talep bölgesel meclis olmuştur: Federal yapı ya da etnik temelli bir özerk yönetim değil, il ve merkezi yönetim arasında kademeli idari yapı. Etnik ya da toprak temelli bir özerklik anlayışı yerine, kültürel farklılıkların ifade edilebildiği bölge yapılanması. Bölgeler, bölge meclisinin yetki sınırları içindeki en büyük ilin adıyla anılacak ve valiler, merkezi idare ile bölge yürütme kurulunun aldığı kararları uygulayacak: “(20-25 dolayında bölge) TBMM ile iller arasında işleri kolaylaştıran, halkın yönetime daha fazla katılımını sağlayan çağdaş, demokratik bir siyasi ve idari yapılanma…” DTP böylece, yine Bildiri’deki ifadeyle, Cumhuriyet’in kuruluş aşamasında gerçekleşmeyen demokratikleşmenin yaşama geçirilebileceğini savunuyor. Anayasa’ya, “ulus” yerine “Türkiye Ulusu,” “T.C. Anayasası bütün kültürlerin demokratik bir şekilde varlığını ve kendini ifade etmesini kabul eder” ifadelerinin eklenmesi ve “ayrı bayrak,” diğer talepler.

1921 Anayasası ve Özerklik

Bunlar, 1921 Anayasası'nın idare biçimini andırıyordu. Meclis hükümeti sistemi öngören 1921’in güncel tartışmalar açısından önemi, kurmaya çalıştığı idari yapıdır. Özetle: İlk maddesindeki şu düzenleme, sonraki hiçbir anayasamızda yer almadı: "İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir." Anlamları: Halkın, egemenliği TBMM eliyle kullanacak olması ve sonraki maddeler göz önünde bulundurulduğunda, idari özerkliğin kabulü. 23 maddeden oluşan bu kısa Anayasa'nın 10. ve sonrasındaki maddeler, “coğrafi konum ve ekonomik durum” göz önünde bulundurularak, bugünkü söyleyişle bölgeli devleti andıran idari yapı oluşturmaya yönelikti. Türkiye vilayetlere, vilayetler kazalara ve kazalar nahiyelere ayrılacaktır. Başında TBMM hükümeti tarafından tayin edilen valinin olduğu vilayet şuraları, “kanunlar mucibince,” eğitim, sağlık, ekonomi, ziraat, bayındırlık ve sosyal yardımlaşma gibi konularda karar alabilir. Kaza ise, daha çok kolluğa ilişkin görevleri olan ve başında, valinin emri altındaki kaymakamın bulunduğu birim. Halka en yakın olan nahiye (bucak) şurası ve müdürü halk tarafından seçilir ve şura, ekonomik/mali yetkileri bir yana, yargısal yetkilerle de donatılmıştır (yasalar çerçevesinde). 22-23. Maddelere göre, vilayetlerin birleşmesiyle oluşacak ve vilayet işlerinde uyumu sağlayıp bir tür denetimi de yapacak olan "umumi müfettişlik"tir. Yerel organları (özerklik tanıyarak) bir daha hiçbir anayasamızda rastlanmayacak ölçüde güçlendiren Anayasa'nın bu hükümleri uygulanamadı. Gerçi Mustafa Kemal’in İzmit’te basın mensuplarıyla söyleşisinde dile getirdikleri (Ocak 1923) ve hazırlattığı Anayasa Taslağı (Ekim 1923), 1921’in yerel idare anlayışının en azından bir süre Kürt sorunu açısından kullanıldığını gösteriyor. Buna karşılık Kurtuluş Savaşı'nın özellikle de Lozan’ın ardından, 1921'in kurduğu hükümet biçimine gerek kalmadığı gibi, “ulus devlet” yolunda, “ulusal iradenin” temsil edileceği “yegâne” organın TBMM olması gerektiği düşüncesi de baskındı. Nitekim bu anlayış 1924 Anayasasına da yansımıştır.

Kürt siyasi hareketinin kuruluşa, 1921’e yaptığı atfın önemi buradadır. Çünkü o günün anayasası ile kurulan sistem, günümüzde, en bilinenleri İspanya, İtalya, İngiltere’de uygulanan bölgeli devlete benzer bir sistem. Bu, devlet yetkilerini yerel birimlerle paylaşmayan üniter ile her biri bir devletçik kimliğindeki yönetimlerin bir araya gelmiş hali olan federal devlet arasında bir sistem ve son çeyrek yüzyılda, özellikle etnik ve dini farklılıklardan kaynaklı sorunlar yaşayan demokratik devletlerde görülen bir yönetme eğilimini temsil etmektedir. Peki parlamentodaki gücü sınırlı ve seçimlerde Türkiye genelinde %5-7 diliminde oy alabilen bir siyasi hareketin talepleri, ülkenin geri kalanında ne ifade edecektir?

Talepler

Türkiye’nin belli bölgelerinde oy oranını % 60’lara kadar çıkarabiliyor olsa da BDP’nin söylemi, yalnızca ve sıradan bir siyasi parti talebi olarak algılanırsa, kuşkusuz ülkenin % 95’i için pek bir şey ifade etmeyebilir. Ancak temel sorunun Kürt sorunu olması bir yana, BDP’nin talepleri, bir yandan da yurttaşın her düzeyde yönetime katılması hedefine ve Batı, özellikle Türkiye açısından yaşamsal değerde olan Fransa’nın son yirmi yılda geçirdiği dönüşüme uygundur. Yönetime çeşitli düzeylerde katılım, yalnızca Kürtler’in değil her yurttaşın talebi olmalı ve bunun için gerekli mekanizmalar yaratılmalıdır. Yerelin güçlendirilmesi, bazı yaşamsal kararların yerel birimlerce alınması, yurttaşın kendisine en yakın olan yöneticiyi seçebilmesi, sistemin bir bütün olarak daha demokratik hale getirilmesi için tek değil ama son derece gerekli bir ilke haline gelmiştir. Üstelik böyle bir yönetim anlayışı ne “üniter devlet” ne de bir arada yaşamaktan hoşnut din ve ırkların kaynaştığı “ulus devlet” düşüncesine aykırıdır. Ancak bu ulus düşüncesine ulaşmak, kuşkusuz, bugüne dek gerek siyaset gerekse yargı tarafından benimsenen ve ülkeyi yurttaş için yaşanmaz hale getiren ulus devlet yorumunun terk edilmesini gerektirmektedir. Öncelikle, anayasadaki “merkezi-yerel yönetim” ilişkisini içeren hükümlerin değiştirilmesi gerektirmektedir. Bir kez daha tekrar etmekte yarar var: Bölgeli devlet, üniter devlet içinde yer alan bir devlettir ve bölgeler açısından “ana kuralları” belirleyen de, anayasa değiştirme yetkisine sahip olan da ulusal parlamentodur. Böyle bir yönetim şeklinin “bölünme” kaygısı yaratması, olsa olsa “kuruntu” olarak tanımlanabilir.

Yine, gerek anadilde eğitimin önündeki engelin gerekse anayasada belli bir ırka atıf yapan düzenlemelerin kaldırılması da yalnızca Kürtler’in değil, tüm yurttaşların talebi olmalıdır. Yeni bir anayasa yapılmayacaksa da, bu konular anayasa değişiklikleriyle gündeme gelmelidir. Halihazırdaki anayasa, “yurttaşlık” nitelemesini çok aşan ve açıkça belli bir ırka gönderme yapan ifadelerle dolu ve bu durum Kürt olmayan yurttaşların da sorunudur. Yurttaşlık tanımı da değiştirilip herkesi kapsar hale getirilmelidir.

İlk üç madde değiştirilmelidir. Bu sayede anayasal ve yasal düzeyde pek çok sorunun aşılması kolaylaşacaktır. Anayasa Mahkemesi’nin yıllardır “yanlış” bir değerlendirmeyle ele aldığı, “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” ilkesi (Mahkeme, federalizmi savunmayı dahi bu ilkeye aykırı görüp parti kapatmıştır) kaldırılmalıdır. Hiçbir devlet, anayasa izin vermediği için bölünmüyor değildir. Devletin bir “resmi dili” olduğu hükme bağlanıp eğitim diline dair yasaklar kaldırılarak, anadilde eğitimin önündeki anayasal engeller temizlenmelidir. Her konuda olduğu gibi anadilde eğitim de, siyasi mücadele sonunda varılacak bir ilke sorunudur ve bu ilke kabul gördüğünde, verilecek eğitimin çapı, içeriği, yoğunluğu vs. gibi konular yıllara yayılacak ve doğrusu, hukukçulardan çok eğitimcileri/pedagogları ilgilendiren ayrıntılardan ibaret kalacaktır. Devletin şekli elbette “Cumhuriyet” olacak. Ancak cumhuriyetin, örneğin Fransa’da olduğu gibi bir “adem-i merkeziyetçi cumhuriyet” şeklinde tanımlanmasının önünde engel yoktur. Fransa, 1958 Anayasası’nın “değiştirilemez maddesi” olan ilk maddesini değiştirip söz konusu ilkeyi eklemiştir. Bu yönde bir değişikliğin, “değiştirilemezlik” ilkesi koyan dördüncü maddeye aykırı olacağını iddia edenler var. Ancak değiştirme yasağı, ilkelerin ortadan kaldırılmasına ilişkin bir yasak olarak düşünülmeli, o ilkelerin zenginleştirilmesine engel kabul edilmemelidir. Aksi yorum, akıl fikir dışıdır. Ayrıca, Anayasa Mahkemesi’nin anayasa değişikliklerini incelediği (ve iptal ettiği) kararlarında, ilk üç maddenin “basit ve yalnızca sözcüklerden ibaret olmadığı” yönünde görüşü, bu savı güçlendirici niteliktedir.

Sonuç olarak: Türkiye demokrasisinin tek sorunu Kürt siyasetinin talepleri değil. Ancak en önemli sorun/açmaz, kuşkusuz budur. Ayrıca, Kürt sorunu olarak tanımlanan sorun Kürtlerin olduğu kadar Türkler ve diğer etnik grupların da sorunudur. Bunlar, eğer “yönetime katılma” ve “eşit yurttaşlık” talebi olarak algılanırsa ki böyle algılanması yerindedir; gündeme getirilen “katılma” talepleri, bir bütün olarak ülkeyi demokratikleştirmeye yönelik hale gelecektir. Yurttaş, dört beş yılda bir sandığa giden ve belirlenmesinde hiçbir etkisi yapamadığı adaylara oy veren insan olmaktan çıkarılmalıdır. İster yeni bir anayasa ister anayasa değişikliği yoluyla olsun, anayasa metni düzeyinde daha uygar ve özgür bir Türkiye, ancak söz konusu değişiklikler yapıldığında yaratılabilecektir. Er ya da geç yapılacaktır da çünkü Türkiye anayasacılığı çağdaşlarını biraz arkadan da olsa takip etmiştir. Bu düzeye ulaşabilmenin yolu da öncelikle siyasal alanı ferahlatmaktan, muhatapları cezaevi tedirginliğinden kurtarmaktan, gerçek bir tartışma ortamı yaratmaktan ve saldırgan milliyetçi üslubu terk etmekten geçmektedir. Ve eğer böylesi ilkeleri içeren bir anayasa/anayasa değişikliği yapılmayacaksa, halihazırdaki anayasa korunmalıdır. Her “yeni” olumlu değildir. 2010’da yaşatılan pespayeliğe bir kez daha izin verilmemeli ve gerektiğinde adam gibi, gür bir sesle “reddediyoruz” denilebilmelidir. Her şeyi yeni baştan keşfetmeye gerek yok; biraz çevremize, başka ülkelere bakmak yeterli olur.

0 yorum:

Yorum Gönder