Segâh Makamı, Esra Kahraman’ın yayınlanan ilk romanı. Buzdan Kanatlar isimli bir de deneme kitabı bulunan yazar, romanında Türkiye yakın tarihinin en sıkıntılı dönemlerinden bir tanesinin orta yerine bağdaş kuruyor ve acının yara aldığı yerden başlayarak anlatmaya başlıyor. 12 Eylül darbesinin yarattığı baskı, zulüm ve korku çemberi içerisinde geçen romanda, aslında sızısı bugün bile devam etmekte olan yaralar bir kez daha açılıyor. Esra Kahraman, hikâye ettiği olaylarla birlikte yarattığı karakterler üzerinden bu yaranın acısına göz göre göre dokunuyor. Acıtıyor, sızısını hatırlatıyor çünkü geçip giden dönem sadece basit bir geçmişten ibaret değil, bunu biliyor ve özellikle bu noktada sesini olabildiğince gür çıkarmaya çalışıyor. Kursakta kalan bir heyecanın, devrim hareketinin, aşkın, çaresizliğin, gençliğin ve umudun içerisinden yol bulmaya çalışan roman, derdini kendi dermanına yaslayarak yavaş yavaş işliyor, iz bırakıyor.
Korkunun başladığı yıllar
12 Eylül Askeri Darbesi, Türkiye’nin yakın tarihte yaşadığı baskı mekanizmalarının şüphesiz en güçlü otoritelerinden bir tanesini oluşturdu. Sadece sindirmek ve yıldırmak üzerine planlanmayan bu otorite, ilk günden beri kendini geliştirdi, büyüttü. Ortaya koyduğu geniş etki alanı sayesinde üreten ve düşünen insanların hayatlarını bıçak gibi keserek en derin yaraların açılmasına yol açtı. Bunun yanı sıra varlığını güncelleyerek devlet aklının en temel refleksleri arasında yerini aldı. Şüphesiz ki darbe, bir ülkenin geleceğini en güçlü noktasından, devrim umudundan vurarak amacının büyük bölümüne büyük oranda ulaştı. 12 Eylül’deki zulüm dönemini uzaktan yakından yaşayan, işkence gören, yıllarca cezaevlerinde tutsak bırakılan yüzlerce insan ve bu insanların yakınları, yeniden hayata tutunabilmek için her şeye rağmen bir ucundan en çok umuda sarıldılar. Geçip gideceği, tükeneceği, yeni bir mücadele biçimiyle yerinden edileceği düşünülen darbe ve sonrasındaki dönem, aynı oranda umutsuzluğu da doğurdu. Çünkü çaresizliğin kol gezdiği bir dönemde en büyük ilacın umut olduğuna öyle ya da böyle inanan insanların fazla seçeneği yoktu. Ülkedeki devrimci hareketi, karşısında duran hareketle birlikte zaman zaman hiç ayırmadan ezen bu yapı, aslında söz konusu devlet aklının işleyişinin ve aynı zamanda doğal ilerleyişinin olmazsa olmaz seçeneği haline dönüştü, dönüştürüldü. Zira faşizm, kendi yaşam alanını oluşturabilmek için düzenli olarak gelişen ve kendini güncelleyen reflekslere ihtiyaç duyar. Bununla da kalmayıp haklılığını halkın algısında meşru kılabilmek için bu güncelliğini farklı alanlardan dolandırarak yerini sağlamlaştırır. Bugün bile o döneme dair tartışılan çoğu konu, aslında yaratılan bu algının yaptığı ölü bir doğum gibi, hayatlarımızda yer etti, etmeye de devam ediyor.
Ve Segâh
Esra Kahraman, Segâh Makamı’nda anlattığı olayları, beraberinde gelişen ve değişen duygu durumlarını ayrı başlıklar altında anlatarak kurgulamış. Böylece bütüne giden ana hikâye ayrıntılı bir biçimde ifade edilerek kendi iç yapısına dönüşmüş. Karakterlerin gelişim süreçlerini ve olayların birbirleriyle olan bağlantılarını da bu sayede anlatımına yerleştiren yazar, 12 Eylül’ün sadece olaylar toplamından, ölümlerden, fişlemelerden, işkencelerden ibaret olmadığını farklı bir açıdan ele alarak anlatmaya çalışmış. Çünkü resmi ve gayri resmi açıklamalarda adı geçen çoğu insan, birer birey olarak gerçekliğin içerisinde bulundular ve bu zulmü yaşadılar. Evet ama bu insanların adı neydi, nerede yaşıyorlardı, bir aşkları, aileleri, hayalleri var mıydı? Esra Kahraman tam da bu noktadan yaklaşıyor hikâyesine. Tüm bu baskı döneminden teker teker geçirilenler, romanda kendilerine derin bir nefes buluyor, fotoğrafa bir de başka açıdan bakıyorlar. Söyleyecek sözleri, atılacak sloganları bir bir burada hayat buluyor yeniden. Yazar, bu gerçekliğin farkında olarak yaklaştığı dönemi, ayrıntılı bir gelişimin süzgecinden geçirerek kişilerin hayatı üzerinden ele alıyor. Evlerine giriyor, sokaklarından geçiyor, sevinçlerine gülüyor, acılarına ağlıyor ama mutlaka onları konuşturuyor, söz veriyor. Kursakta düğümlenen bütün bir hayat, bu defa avaz avaz sesini haykırıyor, kendine geliyor.
Yazarın kurduğu bu dünyadaki temel mesele sadece zulmün muhasebesini yapmak değil elbette. Bunu yaparken aşkın en kıymetli tarafına da dokunmayı biliyor, görmezden gelmiyor. Çünkü ardında koşulan dava, değişmesi düşlenen dünya her ne kadar büyük ve engin olursa olsun, insan tıpkı su gibi ekmek gibi aşkı içinde istemeyi biliyor, bunu hissediyor. Bu ihtiyacın etrafında yeşeren bir tarafı da var romanın. Segâh Makamı, biraz da bu yönüyle anlatılan dönem romanlarından farklı bir çizgide yer buluyor kendisine. İlk cümlesinden son cümlesine kadar geçen zaman, büyük bir kazanımın kendi ifadesinde yeşeriyor çünkü. Düşenlerin ayağa kalktığı bir yeri de işaret ediyor aynı zamanda. Bunun farkında olan bütün karakterler, aynı durum üzerinden yaşamayı ve hissetmeyi biliyorlar. Tarih boyunca insan hayatına müdahale etmek için elinden geleni yapan devlet mekanizması, burada da en büyük yıkım rolünü oynuyor. Çelmenin takıldığı her yerde aynı güç oranında zafer isteği saklanıyor ama bunu düşenden başkası bilmiyor. Çünkü gelişimin, en güzel yıllara zarar veremeyeceğini bilen birileri var. İşkence altındayken de, hücrelerde hapisken de buna inanan, bununla ayakta kalan insanlar var ve olacak. Esra Kahraman bunun da farkında olduğunu ifade etmek istercesine romanına kendi sesini katıyor, eksik etmiyor.
Roman, bir mektupla son buluyor. Şöyle yazıyor mektupta: ‘’Hayalsiz geçen ömür koca bir boşluk, kıraç toprak, kuru bir ağaç gibidir tez zamanda kocayıp, ihtiyarlar…’’ Aslında bu cümle, bütün hikâyenin başladığı yere götürüyor okuru. Sona ermeyi değil, yeniden başlamayı öğütlüyor biraz. Hayaller kurup bir kez daha denemeyi, düşülecekse düşülmeyi ama kalkmanın uzak olmadığını hatırlatıyor. Ne olursa olsun, hayal ve umut… Zamanı insandan taraf kılan şey, biraz da budur, diyor yazar. Umut vardır diyor, ve mektubun devamında şöyle devam ediyor: ‘’Sevda denen o müthiş duygunun hüznün bahanesi olduğunu ya da tam tersi, hüznün sevdayla beslendiğini düşünürdüm! Erken bir yargıymış meğerse; sevdanın sonu düş yıkımıyla bitmiyorsa eğer mutluluk hüznü gölgelermiş… Evet, düşlerim güne döndü sayende ve olanca nezaketiyle yüreğimin başucunda kuruldu saadet…’’
Segâh Makamı, ince ince dokunan deli dolu bir umudun romanı… Böyle yaşıyor ve yaşatıyor içinden gelip geçen yılları, insanları, zaferi ve devrimi.
SEGÂH MAKAMI, Esra Kahraman, Ayrıntı Yayınları, 2015.
0 yorum:
Yorum Gönder