Otoriterlik ve Totaliterlik Nedir Ne Değildir? (Filiz ZABCI ile Söyleşi: Kansu YILDIRIM)

Son zamanlarda rejim sorunu ve rejimin nereye doğru gittiği sorusu üzerine çokça yazılıp çizildi. Bu tartışmalar esnasında “otoriterlik”, “totaliterlik”, “diktatörlük” gibi pek çok kavram anıldı. Ne var ki her kavramın tarihsel ve toplumsal olarak farklı bir bağlamının bulunduğu ve belirli bir siyasi tercihe göre kullanıldığı da aşikâr. BirGün Kitap olarak bu kavramların ortaya çıkış sürecini, arasındaki ayrımları, tarihsel örneklerini Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Siyaset Bilimi Bölümü öğretim üyelerinden Prof. Dr. Filiz Zabcı ile konuştuk.

Kansu YILDIRIM: Otoriterlik ve totaliterlik son yıllarda siyasi tartışmalarda sıkça kullanılmaya başladı. Ancak kimi zaman bu kavramlar birbirinin yerine de kullanılıyor. Bu kavramlar arasında tarihsel ve teorik olarak bir farklılık bulunuyor mu?

Filiz ZABCI
: Sizin de belirttiğiniz gibi “otoriterlik” ile “totaliterlik” kavramları açısından ciddi bir kafa karışıklığı var. Bu kavramlar çoğu kez eş anlamlı kullanılıyor. Aralarındaki ayrım çizgisini görmek gerekiyor; ancak siyaset bilimindeki diğer kavramlarda olduğu gibi, bir kavramı nasıl tanımlayacağınız, nasıl bir teorik yaklaşımdan hareket ettiğinize ve siyasi duruşunuza göre değişiyor. Liberal metinler ile Marksist metinlerin özellikle totaliterlik olgusunu kavrayışı köklü bir biçimde birbirinden farklıdır. Yine de kavramları eninde sonunda tanımlamaya çalışmak ve ortak anlamlara ulaşmaya çalışmak durumundayız; elimizde düşünmek için başka araçlarımız yok.

Otoriter rejimler, geleneksel ve modern tarzları açısından çeşitlilik gösterirler. Bazen de bunların karma biçimleri ortaya çıkabilir. Geleneksel olanlar, sözgelimi mutlak monarşiler, sınırlandırılmamış tek kişinin yönetimine karşılık düşerler. Bunun yanında bürokratik ve askeri otoriter rejimler daha çok modern siyasal sistemler içinde vücut bulurlar. XX. yüzyılda özellikle gelişmekte olan ülkelerde yaşanan askeri darbe sonrası rejimler gibi. Elbette lidere ya da tek kişiye dayanan otoriter rejimlere de XX. yüzyıl boyunca rastlıyoruz. Almanya’da Hitler’in önderliğinde ya da İspanya’da Franco’nun önderliğinde gerçekleşen faşist rejimler gibi. Çeşitlilik göstermesine karşın, otoriter rejimlerdeki ortak özellik, siyasal gücün; bir kişinin, bir kesimin, bir partinin veya bir organın elinde toplanması, yoğunlaşması ve merkezileşmesidir. Aynı zamanda bu gücü denetleyecek yargı ya da toplumsal örgütlenmeler gibi ara mekanizmalar ya ortadan kalkmış ya da zayıflamıştır; dolayısıyla siyasal iktidarın sınırlandırılması ve hesap verir olması artık çok zordur. Otoriter rejim, aynı zamanda, bir siyasal baskı rejimidir. Baskının da biçimi ve araçları değişebilir. Otoriter rejimler aynı zamanda totaliter de olabilir.

Hangi durumlarda totaliterlik ortaya çıkıyor?

Totaliterlikte, siyasal iktidarın ölçeği büyür ve genişler. İktidarın ya da devletin denetim alanı ya da karar verici olduğu alan, kamusal kurumların ve kamusal alanın sınırları dışına taşar, özel alana hatta mahremiyet alanına kadar uzanır. İktidarı ellerinde bulunduranlar, siyasal, toplumsal, kültürel hemen her alanda, düzenleyici, denetleyici ve karar verici durumdadırlar. Siyasal iktidarın içeriğinde de bir farklılık söz konusudur; tüm toplumu bir ideoloji üzerinden şekillendirmek amaçlanır. Ölçeğin genişlemesinin temel nedeni de burada yatar zaten. Bu ideoloji var olan sistemi köklü bir biçimde değiştirme isteğinde olabileceği gibi, var olanın yeniden üretilmesinde ya da var olanın meşrulaştırılmasında bir işlev de görebilir.

Burada yine bir kafa karışıklığı beliriyor. Eğer bu özelliklerden hareket edecek olursak, Fransız Devrimi sonrasında da totaliter bir rejimin yaratıldığı gibi bir sonuca varırız. Ve belki de tüm devrimlerden sonra, burjuva ya da sosyalist, toplumu yeniden biçimlendirmek, yeni bir toplum yaratmak amacı içindeki her girişim totaliter diye adlandırılacaktır? Nasıl ayrım yapacağız?

Totaliterliği sadece demin belirttiğimiz ölçüt üzerinden tanımlarsak yanlış sonuçlar ortaya çıkabiliyor. Bir ideoloji ya da bir siyasi proje doğrultusunda sistemi biçimlendirmeye ya da değiştirmeye yönelik her girişim totaliter bir rejim yaratmaz; bunun için başka koşullar da gereklidir. Aksi takdirde devrimlerden sonraki her yönetimi totaliter diye etiketlemek gibi yanlış bir sonuca varırdık.

Bu nedenle, totaliter sistemlere içeriğini veren başka ölçütlere bakmamız gerekir. Totaliter sistemlerde en önemli özelliklerden biri de çoğulculuğun ortadan kaldırılmasıdır. Tıpkı, otoriter sistemlerde olduğu gibi baskıcı, muhalefete ve eleştiriye izin vermeyen bir devlet vardır; fakat otoriter rejimlerden farklı olarak farklı görüşlerin, seslerin kendisini duyurabileceği bütün kanallar kapatılır. Çok partili yaşama, sivil toplum örgütlerine, demokratik kitle örgütlenmelerine, özgür bir basına, özgür bir düşünsel ortama kesinlikle yer yoktur; siyasal çoğulculuk gibi toplumsal ve kültürel çoğulculuk da kırpılıp yok edilir. Sadece devletin belirlediği ideoloji doğrultusunda çalışan, devletten bağımsız değil, tam tersine devletin bir kolu gibi ideolojiyi topluma yayma amacını taşıyan sendikalar veya diğer toplumsal örgütlenmeler var olabilir ya da yine devletin ideolojisini yayma görevini üstlenmiş, rıza üreten görsel ve yazılı basın söz konusudur. Hatta edebiyat, sinema, mimari, müzik bile devletin izni ile belirlenmiş standartlarda üretilen yapıtların içinde yüzdüğü bir havuz haline gelir. En önemli unsurlardan birisi de yeni bir tarih yazımıdır.

Sorunuzu yanıtlamak için bir de totaliterlik kavramının tarihine bakmak gerekiyor; kavram ilk olarak İtalyan düşünür Giovanni Gentile tarafından 1920’lerin başında kullanılıyor. Yaygınlık kazanması ise, 1945 sonrasında Liberal düşünürlerin, özellikle de ABD kökenli “ampirik siyaset bilimciler”in ve tarihçilerin bu kavrama dört elle sarılmasıyla gerçekleşiyor. En önemli örneklerden biri, Carl Friedrich ve Zbigniew Brzezinski’nin yazmış olduğu “Totaliter Diktatörlük ve Otokrasi” başlıklı kitaptır. Soğuk savaş dönemindeki ideolojik mücadele içinde “totaliterlik” neredeyse “kavramsal bir silah” gibi. Sovyetler Birliği’ndeki sosyalist sistemin eleştirilmesinde hatta çok daha ileri bir noktada kötülenmesi ve aşağılanmasında ve elbette liberal demokratik sistemin meşruluğunun sağlanmasında çok önemli bir işlev görüyor. Üstelik bu yapılırken ana akım siyaset bilimi yazını oluşturuluyor; temel kavramlar falan tanımlanıyor ve totaliter sistem ile çoğulcu demokratik sistem birbirine karşıt olarak kurgulanıyor; totaliter sistemlerin içine hem faşist sistemler hem de sosyalist sistemler oturtuluyor. Sonuç olarak bu tanım içinde faşist sistem ile sosyalist sistem aralarında hiçbir fark gözetilmeksizin aynı kefeye konuyorlar. Bir kere bunu, bir kavram üzerinden gerçekleşen bir ideolojik savaş olarak görmek, bilimsellik kisvesi altında yapılmış büyük bir “saptırma” olarak ele almak durumundayız.

Yeniden totaliter rejimlere dönelim. Özellikle yeni bir rejimin meşruluk kazanabilmesi ve süreklilik gösterebilmesi için rıza oluşturabilmesi çok önemli. Peki demokratik rejimdeki rıza ya da ikna teknikleri ile totaliter rejimdekiler arasında nasıl bir fark vardır?

Bir kere rıza üretimi için her rejimde zor aygıtları şu ya da bu şekilde söz konusudur. Buna demokratik rejimler de dâhil. Yine de bu rejimlerde rıza üretimi yani meşruluk, en azından hukuk devleti anlayışını benimsemiş olan ülkelerde, anayasaya uygunluk, temel hak ve özgürlüklerin korunması, güçler ayrılığı ve hukukun üstünlüğüne saygı ile belli bir refah seviyesinin sağlanması gibi en başta ifade edebileceğimiz unsurlara bağlanır. Demokratik kültürü özümsemiş, yurttaşlık bilinci gelişkin bir toplumda rıza üretimi için bunlar kuşkusuz gerekli. Ancak, Marksist literatür içinden yazarlar bambaşka bir alan açarak, kapitalist sistemde rızanın “ideolojik aygıtlar” sayesinde üretildiğini ve sivil toplum örgütlerinden, kitle iletişim araçlarına, eğitim kurumlarından dine pek çok aygıtın bu rızanın sağlanmasında aktif rol oynadığını ortaya koyuyor. Burada da bir “totallik”, toplumu belli bir ideoloji, “hâkim ideoloji” çerçevesinde biçimlendirme var.

O halde ayrım yapma olanağımız kalmıyor mu? Sınırlar bulanıklaşıyor sanki!
Hayır, tabii ki ayrım yapabiliriz. Şimdiye kadar totaliterliğe ilişkin üç temel özellik üzerinde durduk. Eklememiz gereken dördüncü ve çok önemli bir özellik daha var: “Korku”, “şiddet” ve “terör” üçgeni. Terör derken, elbette devlet teröründen söz ediyoruz. Bir sistemin totaliter olabilmesi için, insanların sadece devletin şiddet araçlarından değil, birbirlerinden de korkması gerekir. Öyle ki toplum kamplara bölünür ve sürekli düşman yaratılarak; düşmana karşı hem nefret hem de ondan korkma duygusu üretilir. Bununla da sınırlı değildir; “düşman” olarak belirlenmiş unsurlara karşı sürekli şiddet ve terör vardır. Toplama kamplarına kadar uzanan bir terör… Bu aynı zamanda “biz” olarak belirlenmiş kesimin rejime kitle desteğinin sağlanması açısından da önemlidir. Aykırı bir sesin ve sürüden ayrılanın başına aynı şeyin gelebileceği tehdidinin yarattığı korku sürekli canlı tutulur. Arendt’in de ortaya koyduğu gibi totaliter rejimlerde “kitle desteği” olmazsa olmaz koşullardan biridir. Totaliter rejimler kitle desteği olmadan ayakta kalamazlar; bu nedenle sürekli ya şiddete ya da iknaya dayanan, çoğu zaman da bunların ikisinin birlikte işletildiği rıza oluşturma mekanizmaları çalışır. İkna mekanizmalarının en başta gelenlerinden biri de “yalan”dır. Irksal üstünlük gibi, büyük siyasi yalanlar yanında, taktik gereği sürekli küçük yalanlar da üretilir. Siyasetin aldığı bu özgül biçime, insanlık için büyük bir tehdit oluşturan bu tür bir yönetme tarzına karşı nasıl önlemler alınacağı bu yüzden çok önemlidir.


0 yorum:

Yorum Gönder