“Büyüye Dokunmak Gibi” (Hülya SOYŞEKERCİ)

Fırat Demir, 2012’deki ilk kitabı Yeni Cüret Çağı’ndan sonra, geçtiğimiz aylarda Öte Geçeler ile okurlarına yeniden merhaba dedi. İlk kitabında politik bir yaklaşım sergilediğini, dize ve imgelerinde özgürleşerek içindeki patlamayı aştığını belirten Fırat Demir, Öte Geçeler’de okuyanı daha farklı bir imge dünyasının içine çekiyor.

Öte Geçeler, Yeni Cüret Çağı’ndan farklı bir söylemle yazılan, mitolojik ve antropolojik imgelerin öne çıktığı; daha soyut ve içe dönük şiirlerden ve bu şiirlerin bütünselliğinden oluşan bir kitap. Öte Geçeler’in ilk sayfasından itibaren sürrealist bir resmin içine giriyor; oradaki dünyaya ait imgeler, figürler ve nesnelerin farklı görünüm ve oluşları içinde kayboluyoruz adeta. Genç şairin belirttiği gibi, “karanlık, keskin ve epik bir görsellik var” bu şiirlerde. Tekinsizlik ve bilinçaltı karanlıkları yer yer sıra dışı bir anlam atmosferi yaratıyor. Dizelerin arasında, soyut, tanımsız, büyüleyen bir yalnızlık dolaşıyor, tıpkı huzursuz bir ruhun seslenişleri gibi. Öyle bir yalnızlık ki bu; hem eskiye ait hem de şimdiyi etkileyebilme gücüne sahip. İnsanın en eski varoluşuna,  öncesiz ve sonrasız zamanlarına açılan bir derinlik bu kopkoyu yalnızlık.

Zamanın ve mekânın bir belirsizliğe doğru kayıp gittiğini, masal hüznünün hayatı kuşattığını duyumsadığımız dizeler, büyük, geniş bir nehrin sonsuz akışı içinde yol alıyor. Şiirlerde tüm zamanlar bir araya gelmiş; “yekpare geniş bir ânın parçalanmaz akışı” içinde, ezeli ve ebedi zamanlara gidip geliyoruz sözcüklerin incecik kanatlarında. “Ben, /Sana tüm varlıkların imgesini yansıtacak /Bir kumaş örüyorum” (s.9) diyor şair. Bedeviler şiirinde kuma yazılan dilekler, kumun gerçeğine gömülen düşler ve insanın değişmeyen yazgısı içimizi ürpertiyor. Kum falcısıdır insan; kendi kaderini kumda okuyamaz. Kum fırtınalarında savrulur hayatı: “Ayak izin ilk kumda kaybolacak, sen burada hatırlayamazsın/ Fırtına dinince başlayacak gerçek çile, yıldız zamanı gelecek/Fırtına dinince sonsuzluk dolacak tüm bu yalnızlığa/Yeryüzü ilk kez bu kadar uzaya benzeyecek, dayanamazsın/Abdülmajit; kaderini çölde aramaya kalkma, bulamazsın.”(s.14)
Ölülerle konuşuyor şair; yaşayanlar kadar ölülerle de yoldaş olmuş görünüyor. İnsanın o değişmez kaderine; ölüm gerçeğine sanatla başkaldıran, insanın varoluş sancılarını kendi yürek atışlarıyla uyumlandıran şair, yaşamın içinde ölümü, ölümün içinde zamanı ve zamansızlığı dillendiriyor: “Tek nefes yürüdüm/ Yol ölümümün yolu/Gönlüm yanı, hayalin yanı/Ateş yanı, geçtim” (s.15)
Bu kitabın içindeki şiirlerde bolca anlatı da var; “anlatmak”, esası olmuş her şeyin. Eski gezgin şairlerin, dengbejlerin anlattıklarının izleri, imgeleri ve gölgeleri düşmüş şiirlere. Uzun bir zaman parçasına yayılan, uzun ve büyük anlatıların çağrışımları… Her şiir bir hikâyeye sarmalanıyor; hikâyeler yaşantılardan, hayatın sayfalarından çoğalarak şiir yolcusuna yepyeni yollar açıyor.  Murathan Mungan’ın deyişiyle  “Uzak dediğin önce içinde birikir insanın, sonrası yalnızca yoldur.”  Fırat Demir, uzağı biriktirmiş içinde yıllarca; sonra o uzaklardaki köklerin, seslerin, şiirlerin, masalların, rüyaların ardına düşüp yola çıkmış. “Yolda olma”, “gidiyor olma” halleri içinden bakıyoruz onun gözleriyle her şeye. Kapalı, gizemli, puslu, sisli yolların ve büyülenen, mühürlenen zamanın içinde adım adım yol alıyorken şair; biz de aynı yolun bir “okuma yolcusu” oluyoruz sessizce… İç yolculukla dış yolculuk bir arada ve birlikte sürüyor; Galeano’nun deyişiyle “o yürüdükçe kelimeler de içinde yürüyor” adeta; ve yürüyen kelimelerden büyülü dizeler yaratma çabasına girişiyor Fırat Demir. Her şiir, bir hikâyeyi anlatıp iç mekânlarımızı genişletiyor.

Levi Strauss’dan büyünün işlevselliğini, dil ve anlamın antropoloji ile ilişkisini okuyup bu konuya hayli zihin yoran Fırat Demir, anlamın ötesine, derinde yatan gerçeklere ulaşmayı hedefliyor yazdığı dizelerde. Ona göre “Öte’lere geçmek”; anlamın ötesine,  en derinlere ulaşmak demek bir bakıma. Bir animizm deneyimi gibi, anlatılanlar. Nesnelerin ruhunun oluşu; nesnenin insana bakması, bir can taşıması… İnsanın tüm varlıklar ve nesnelerle “bir bütün olma” algısı ve yaşantısı… Asıl hakikatin; özneyle nesnenin “bir bütün olduğunun” sezgisel bilgisi.

Bunca büyü, efsun ve gizem anlatımlarına karşın, şairin, Walter Benjamin ve Aldous Huxley tarzı materyalist bir mistisizm içinde kalması da dikkatimizden kaçmıyor.  Gerçeklerin; rüyalar, hayaller, yanılsamalar ve sanrılarla iç içe geçtiği ve birbirine dönüştüğü bu şiirler, şairin de amaçladığı gibi, antropoloji içinden bir kültür okumasına açılıyor. Biçim işçiliğinin anlam işçiliğiyle yoldaş olduğu dizeler, insanın ve toplumun iç hakikatlerine ulaşıyor. Kendi kişisel arkeolojisini oluştururken, bir toplumun, bir halkın kolektif bilinçaltına; karanlıkta kalan, en ışık geçmez toprağın içindeki köklere uzanıyor şair. Uzak bir güneydoğu coğrafyasından; yüksek dağlardan, sarp kayalardan, ıssız yollardan, uçsuz bucaksız kırlardan, toprak damlı evlerden, unutulmuş köylerden, insanların arasından, konuşarak ve susarak bir rüzgâr gibi geçen gezgin- şair, bu coğrafyanın özünde saklı kültürel kodları çözümlerken, hem kendi köklerine hem de halkın kolektif bilinçaltı ögelerine uzanıyor. İmgeler, antropolojik derinliklerden beslenerek gün yüzüne, ışığa doğru çıkıyor.

Öte Geçeler sevgisiz ve güzelliksiz kalmayan bir metin; ama ölümün gizemi ve hüznü ağır basıyor her an. Ölüm; aşka ve güzelliği yenilgiye uğratıyor. Sonsuz bir çevrende yolculuk yapan bir gezgin- şairin, hakikati bulma çabası, bir ideal yolculuğu bu.

Öte Geçeler, aynı zamanda, ülkemiz genç şiirini yakından tanımak isteyenlere de fikir verebilecek nitelikte bir kitap.  Şiirsiz kalmamanız dileğiyle…

hsoysekerci@gmail.com

ÖTE GEÇELER, Fırat Demir,  160. Kilometre/ şiir dizisi, 2015

0 yorum:

Yorum Gönder