Kırkıncı Yılında Kırk Yedi’liler (Başak BAYSALLI)

12 Mart’ın öncesini ve sonrasını ele alan, 1947 doğumlu genç kuşağın 12 Mart muhtırasında yaşadıklarına odaklanan, Füruzan’ın Kırk Yedi’liler adlı romanı bu yıl kırk yaşında. 1974 yılında yayımlanan, 1975’te Türk Dil Kurumu Roman Ödülü’nü alan kitabın zamana meydan okuyarak kalıcılığı yakalayabilmesi, bugün de ilgiyle okunabilmesi Türkçe edebiyatta sık rastlanan bir durum değildir. Hızlı tüketim çağının etkisindeki ülkemizde bir kitabın yazılışından yıllar sonra yeniden basılabilmesi, üzerine konuşulabilmesi, tartışılabilmesi önemlidir. Belki de bunun nedenleri üzerinde durmak gerekir. “Kırk Yedi’liler”i günümüze ulaştıran, kitabın farklı yaş grupları tarafından ilgiyle okunmasını sağlayan nedenler neler olabilir? Füruzan’a ve “Kırk Yedi’liler”e bugün, bir de bu açıdan bakmak gerekir.

Bir dönem romanı olarak Kırk Yedi’liler

Roman, 1970 dönemini ve 68 Kuşağı’nın yaşadıklarını 1947 doğumlu bir grup gencin gözünden anlatıyor. Üniversite gençliğinin geleneksel değerlerle, toplum ve siyasi yapıyla çatışması romanın ana karakteri Emine’nin yaşadıkları, hissettikleri ve düşündükleri etrafında ele alınıyor. Emine’nin inandıkları uğruna mücadeleyi göze alışı, ardı ardına yaşanan acılar ve ölümler bizi şiddet ile karşı karşıya getiriyor. Daha ilk sayfalarda Emine’ye yapılan işkenceye tanıklık ediyoruz: “Günlerdir, belki de aylardır hiçbirinin önünde ağlamadan durmuştu. Evet bağırmıştı. Hem de tanınmaz, inanılmaz seslerle bağırmıştı. Gırtlağından parçalar ayrışıyordu her çığlığında. Ses telleri çözülüp duyduğu acıyı dışlaştırabilecek bağırmalarını elverdiğince çoğaltabilmesi için değişip durmuştu. Sonunda sesi cinsiyetini yitirmişti. Tartaklanıp, sövülüp, elektrikle dağlanıp bırakıldığı zamanların birinde kendisiyle konuşmaya başlamıştı.” Hepimiz biliyoruz ki bu kısacık alıntıda anlatılanlar yalnızca 70’lerde yaşanmadı, Cumhuriyet’in ilk yıllarından günümüze dek devletin sorgulama yöntemlerinden biri işkence. Bu ülkede doğup büyüyen her kuşağın çok iyi bildiği bir gerçek aynı zamanda. Bugün hâlâ, sokak ortasında dövülerek, vurularak öldürülen, gözaltındayken işkenceye uğrayarak onurları ayaklar altına alınan gençlerin olduğu, aydınların diri diri yakıldığı, düşünce özgürlüğünü savunanların baskı altına alındığı ve güpegündüz, kalabalık caddelerde vurulduğu, faili meçhullerin zamanaşımına uğradığı bir ülke Türkiye. Belki de tüm bunlar, bugünün gençlerinin geçmişte yaşananları merak etmesini, araştırmasını sağlıyor. Belki de kendilerine yapılanların, yıllar öncesinde başkalarına da yapıldığını bilmek, yalnızlık duygusunu köreltip umudu ve isyanı perçinliyor. Belki de Kırk Yedi’liler, bu ülkede Haziran 2013’ü yaşayan, hisseden gençlerin zihinlerinde bugün yeniden hayat buluyor.

Farklı tekniklerin birlikteliği

Füruzan, romanda farklı anlatım biçimlerini bir arada kullanıyor. Kişilere ve olayların akışına göre anlatım tekniğini değiştiriyor. Emine’nin ve 68 Kuşağı’nın diğer gençlerinin yaşadıklarının anlatıldığı bölümlerde anlatıcı üçüncü kişi iken, Emine’nin işkence sırasında anımsadığı Erzurum’daki çocukluk yıllarının anlatımında anlatıcı birinci kişiye dönüşüyor. Emine’nin anımsamaları sırasında yazarın iç monolog tekniğinden yararlandığını görüyoruz. Böylece Füruzan, Emine’nin iç dünyasını olduğu gibi yansıtıyor, onun anımsadıkları bizim zihnimizde de canlanıyor, hesaplaştıkları ile biz de hesaplaşmaya başlıyoruz. 1950 ve 1960’ların Türkiye’si ile 12 Mart dönemini irdelemeye, ister istemez günümüzle karşılaştırmaya yöneliyoruz. Romandaki zaman kırılmaları, çağrışımlar geçmişle bugün arasında bir ilişki kurmamızı ve bugünü anlamlandırabilmemizi sağlıyor. 1950’lerin toplum değerlerine, geleneksel aile yapısına ağır eleştiriler de barındırıyor bu bölümler. Aynı ailede farklı düşünce ve yaşam biçimlerine sahip bireyler karşılaştırılarak ele alınıyor. İki kardeşten biri Emine, düzene başkaldıran ve inandığı değerler uğruna mücadele etmeyi tercih eden; ablası Seçil ise düzene boyun eğerek yaşamayı seçen bir karakter. Ancak roman ilerledikçe, ölüme çok yaklaşan Emine yaşama yeniden tutunmak için çabalar, Seçil ise toplum değerlerinin ve burjuvazinin kendisine dayattıklarına katlanamaz ve intihar etmeyi seçer. Farklı olayların ve durumların ele alındığı bölümlerde anlatım biçiminin farklılaşması bir yandan metne hareketlilik katıyor bir yandan da karakterlerin hissettiklerini içselleştirmemizi sağlıyor. Emine’nin çocukluğunu anımsadığı bölümlerde karşımıza çıkan Leylim Nine’de ve Kiraz’da Anadolu insanının içtenliği, Emine’nin onlara karşı hissettiği sevgi ve onlarla kurduğu dostluk, iç monolog tekniğiyle Emine’nin dünyasından bize aktarılıyor.

Füruzan, romanda aile bireylerinin birbirleriyle olan ilişkilerini ele alırken aile kavramını temel alarak bireylere odaklanıyor. Dönemin olumsuz ekonomik şartlarının ve ülkedeki siyasi durumun yansımasıyla giderek kötüleşen aile içi çatışmayı Cumhuriyet Türkiye’sinde iki nesil arasında işliyor. Bu çatışmayı, farklı anlatım biçimlerinin birbirini bütünleyen birlikteliğiyle daha belirgin hale getiriyor. 


Füruzan’ın dil işçiliği

“Çocukluğumdan beri sözcük biriktiririm.” diyen Füruzan, tüm eserlerinde dilin sınırlarını zorlar, biriktirdiği sözcüklere farklı anlamlar yükleyerek dilin çağrışımından yararlanır. Füruzan, dille olan ilişkisini aydınların çabasına ve çalışkanlığına bağlar ve bu konuda şunları dile getirir: “Türkçe müthiş bir edebiyat dili. Ben istediğim her şeyi anlatabildim. Dille olan ilişki, aydınların çaba ve çalışkanlıklarına bağlıdır. Bir yazara ‘Sizi çevirirken zorlanıyorum.’ diyorlarsa bu o yazarın dilinin ne kadar yoğun olduğunu gösterir. Bir dille sanat yapılıyorsa o zaman o dilin yoksulluğu nasıl konuşulur?” Ona göre Türkçe, anlatım açısından zengin bir dildir ve o, dilin bu zenginliğinden yeni bir dil yaratır âdeta. 

Füruzan’ın çağrışım ve mecazlardan yararlanarak kurduğu hareketli dil, betimlemelerinin gücü okuduğumuz cümleleri tekrar tekrar okuma isteği uyandırır içimizde. Okuduklarımızı gözümüzde canlandırırken onun karakterleriyle onun yarattığı mekânlarda dolaşırız: “Hücrede öylesine ince bir aydınlık matematiği yapmışlardı ki gölgesini bile salamıyordu kişi bulunduğu yere. Birkaç gün, birkaç gece ya da işte bir gün diye saptamaların elinden yakasını kurtaramıyordu insan. Oysa dışarıdan gelen hiçbir ipucu yoktu. Birkaç gün geçti demekse zamanı daha da soyutlamaktan öteye gidemezdi. Belki de sayısız günler geçiyordu. Belki de tek bir gündü yaşanan. Sınırları korkunç genişlikte tutulmuş, hiçbir özel iş taşımayan tek büyük bir gün.” Dildeki şiirselliğin yarattığı ahenk, içerik ve biçimle de uyum içindedir. Cümlelerdeki bazı sözcüklerin yarattığı çağrışım, metnin bütününde işlenen anlamla da örtüşür.

***
Çok sesli, çok katmanlı bir romandır Kırk Yedi’liler. Behçet Necatigil’in değerlendirmesiyle Kırk Yedi’liler “yazıldığı günlere yakın Türkiye’nin toplumsal otopsisini yapıyor. Bir yandan bir ailenin tarihçesini sergiliyor, bir yandan da 1968’de üniversite reformu dilekleriyle başlayıp siyasal isteklere dönüşen öğrenci eylemlerini yorumluyor.”

İçeriğindeki yoğunluk, biçimindeki zenginlik ve anlatımındaki derinlik ile geleceğe uzanan, farklı kuşaklarda yeni anlamlar kazanacak olan bir roman Kırk Yedi’liler. İşte, tam da bu nedenle bugün “Kırk Yedi’liler”i yeniden okumak, yeniden anlamlandırmak gerek. 

KIRK YEDİ'LİLER, Füruzan, Yapı Kredi Yayınları, 2014.

  

0 yorum:

Yorum Gönder