Neoliberalizm ve Şiddet (Ergin YILDIZOĞLU)

Neoliberalizm, uluslararası mali sermayenin bir kriz yönetme modeliydi. Bu model 1997 Asya Krizi’nde sarsıldı, 2007 mali krizinde iflas etti. On yıldır, ABD önderliğinde, AB’nin de desteğiyle yeni coğrafyalara ulaşmaya çalışarak, yükselmeye başlayan muhalefet dalgasına karşı yeni denetim, disiplin ve cezalandırma önlemlerini devreye sokarak yaşamaya çalışılıyor.

Neoliberalizm, artık yalnızca kapitalizmin ürettiği “yapısal şiddetin” daha da yoğunlaşmasına neden olmakla kalmıyor; yeni, militarist, “olağan üstü” şiddet biçimlerini de giderek artan oranda gündeme getiriyor.

Neoliberalizmi yeterince tanıyoruz ancak, “şiddet” arasındaki ilişki yeterince araştırılmış bir konu değil. Yine de Foucault, Harvey, Boltanski ve Chiapollo, Johanna Oksala, Simon Springer, Wolfgang Steeck, William Davies, Zizek’in çalışmalarına dayanarak bu ilişki üzerinde düşünmeye çalışabiliriz.

Neoliberalizm kendini özgürlüklerle, devlet etkisinden kurtulmakla (Liberty) ilişkilendirerek karşımıza müstehcen bir paradoksla çıkar. Hâlbuki tarih neo-liberalizmin doğuşuna, Endonezya’da, Şili’de, Türkiye’de askeri darbelerin, devletin son derecede baskıcı uygulamalarının ebelik etmiş olduğunu söylüyor.

IMF-Dünya Bankası reformlarıyla, 1980’ler boyunca, genelleşen, 1990’larda ekonomi yönetim modeli olarak üzerinde küresel düzeyde bir mutabakat oluşan, kriz içinde de finansal sermayenin bir “yaratıcı yıkım makinesi” haline gelen “Neoliberalizm”i hem bir ideolojik yapıntı (ve söylem), hem de bir uygulamalar ve dönüşüm süreci (neoliberalleştirme) olarak düşünebiliriz.

Bu açıdan onu, “egemen öznellik biçimleri”, hatta “hakikat” ve “disiplin rejimleri” bağlamında köklü değişiklere yol açan bir “toplum mühendisliği” projesi olarak değerlendirebiliriz.

***
“Şiddet”, neoliberalizmden daha karmaşık bir kavram. Örneğin şiddetin, nesnel/objektif ve öznel/sübjektif yanları var. Şiddetin objektif yanı, şiddet eyleminin fiziksel içeriğine ilişkindir – acıtma, yaralama, travma yaratma, öldürme gibi. Şiddetin sübjektif yanı, şiddet eyleminin, uygulayan ya da etkilenen tarafından yaşanma biçimlerine ilişkindir. Kaynağı itibariyle herhangi bir bireye ya da kuruma doğrudan atfedilemeyen, toplumsal-ekonomik sistemin sıradan işleyişinin ürettiği, “yapısal” olarak tanımlayabileceğimiz bir şiddet türü de vardır. Bunu da fiziki ve simgesel olarak ikiye ayırabiliriz

Fiziki şiddet, acı vermeye, baskıya, diğer fiziksel veya ruhsal sıkıntılar yaratmaya ilişkindir. Simgesel şiddet ise, ezilenlerin sıkıntılarını anlamalarına, ifade etmelerine, direnmelerine, başkaldırmalarına olanak verecek lisana ait araçları (kavramları/ söylemleri), imgesel araçları bastıran, kullanılamaz kılan, buna karşılık baskıyı, egemenlik sistemini üreten, sürdüren söylemlere ilişkindir. Simgesel şiddet, belli sınıf ve tabakaların çıkarlarının, hatta varlıklarının simgesel ifadelerinin, toplumun simgesel alanından silinmesini de getirebilir. Bu bağlamda Kültür endüstrisi simgesel şiddetin en önemli kaynağıdır.

***
Neoliberalizmin en önemli ideolojik özelliği, piyasa koşullarını doğallaştırmaktır. Böylece toplumun anlamlar, değerler sistemi içinde ekonomik yasalar tarafsız, ekonomik olgular evrensel, siyasetten arınmış olarak belirirler.

Feodalizmden çıkarken liberalizm, piyasa ilişkisini hakikatin yeni yeri ve devlet yönetiminin referans noktası olarak tanımlamıştı. Daha sonra, kapitalizmin gelişmesi, işçi sınıfının mücadeleleri, emperyalizm, ulusal çıkar, toplumsal reform, sosyal ilerleme, kalkınma gibi kavramları “hakikat” tanımının içine soktu. Neoliberalizm, toplumsal, ulusal çıkar, adalet kavramlarının üzerini çizdi, hükümetlerin, bireylerin referans noktası, yeniden piyasa kaynaklı “hakikat” oldu. Bu değişiklik, kültür endüstrisinin eliyle, üniversiteleri de kapsayacak biçimde, karşıt söylemlere kapıları kapatan bir simgesel şiddet uygulamasıyla birlikte gelişti. Neoliberal ideoloji, ürettiği söylem kapitalist sınıfların dışındaki sınıfların, grupların çıkarlarının üzerini çizdi. Neoliberalizm piyasa ile demokrasi arasında bir özdeşlik ilişkisi oluşturarak, demokrasiyi ortak toplumsal çıkar ve vatandaşlık bağlamında düşünmeyi, tartışmayı olanaksızlaştırdı. Neoliberalizme göre eşitsizlik gerekli bir önkoşuldu, özgürlük piyasalara ve sermaye hareketliliğine referansla tanımlanıyordu. Piyasa ilişkisini doğallaştıran neoliberalizm, neo-Oryantalizme de yol açıyordu.

Neoliberalleştirme, devlet, kamu mallarının özelleştirilmesi, sağlık, eğitim, genetik maddeler gibi yaşamın toplumsal, biyolojik alanlarının metalaştırılması, toplumsal güvenlik ağlarının (hizmetlerinin) tasfiyesi, yoksullar, işsizler, yasal/yasa dışı göçmenler, yaşlılar, gençler gibi sermaye devresinin, piyasa ilişkisinin dışında kalanların terk edilmesi anlamına geliyordu. Neoliberalleştirme, kapitalizmde zaten var olan “yapısal şiddeti” daha da ağırlaştırdı.

Yerel düzeyde: Neoliberal uygulamalar, işsizliği, yoksulluğu, eşitsizliği arttırdı. Eşitsizlik şiddeti, şiddet eşitsizliği derinleştirdi. Yoksulluk güvencesizlik, umutsuzluk, ahlaki ve psikolojik aşınma yaratıyor, bu aşınma ev içi şiddet, ırkçılık, homofobi gibi öznel şiddetin, adi suçların, hatta örgütlü suçların artmasına katkıda buluyordu.

Artan öznel şiddet ortamında neoliberalizm, yeni izleme/gözetleme teknolojilerini, özel yaşam üzerine “veri madenciliği” teknolojilerini teşvik ediyor, ağlara bağlı ofis teknolojileri yoluyla da iş yaşamıyla özel hayat arasındaki sınırı belirsizleştiriyordu. Böylece neoliberalizm, klasik liberalizmin bireyin özel yaşamında devlet müdahalesinden korunma hakkı anlamına gelen (Liberty) boyutunu hızla ortadan kaldırdı; bir “kontrol toplumuna”, kendi kendini denetleyen “kabahati”, sürekli kendinde bulan marazi bireylerin toplumuna geçişin kapsını açtı.

Neoliberalizmin piyasa temelli disiplin ve kontrol rejimi “biyopolitikten” yaşamı yeniden üretmeye, geliştirmeye ilişkin tüm unsurları tahliye etti; toplumu sayan, ölçen hesaplayan, maniple eden “uzmanlar”ın yönettiği, yönlendirdiği bir insan nüfusuna dönüştürmeye başladı. Ölçülemeyen, sayılamayan, insani değerler egemenin ilgi alanı dışında itildi.

Küresel düzeyde: Neoliberalizmin ekonomik/demokratik “çağdaşlaştırma” projesine dönüşmesi sürecinde “ekonomik tetikçilere”, mali rüşvetlere, bunların yetmediği yerde mali şantaj (IMF yeşil ışığı, kredi reyting kurumları) yoluna başvuruldu; kimi zaman gerçek tetikçilerin, hatta askeri darbelerin devreye girmesi gerekti. Neoliberalleştirme liberal demokrasiyi kabul ettirme sürecinde savaşlar, işgal ve sömürgeleştirme gibi şiddet olayları yaşandı.

***
Neoliberalizmin, bir çağdaşlaştırma projesine dönüşmesi, neo-Oryantalist bir ideolojiye işaret eder. Bu ideolojinin altında, Irak, Libya, Suriye örneklerinde gördüğümüz gibi devletlerin, toplumların ekonomik kültürel dokularının tahrip hatta imha edilmesi, nüfusun yerinden edilmesi, göçe zorlanması, hatta bazı durumlarda imha edilmesi meşrulaştırılır.

Araştırmalar, neoliberalizmin hızla yaygınlaştığı toplumlarda, 1980’lerde ve 1990’larda, “depresyonun”, çalışma yaşamını aksatan “egemen” hastalık haline geldiğini ortaya koyuyor.

Bu araştırmalardan hareketle 1990’larda ve 2000’li yıllarda, özellikle ABD ve İngiltere’de devletlerin, uzmanlar aracılığıyla bireyin iş ve özel yaşamına müdahale, yönlendirme çabalarını yoğunlaştırdıklarını görüyoruz. Bu durum, neoliberalizmin ekonomik krizi yönetme tarzının içerdiği paradoksla yakından ilişkilidir.

Neoliberalizm, bir taraftan talep yetersizliğine çözüm üretmeye, diğer taraftan emeğin doğrudan ve dolaylı (devlet eliyle karşılanan) maliyetlerini düşürmeye çalışır.

Birinci yönelim, maddi gereksinimlere yönelik, artık doygunluğa ulaşmış, işlevsel tüketim tarzından, asla doygunluğa ulaşması söz konusu olmayan hazlara (mutluluk vaadine) dayalı “hedonist” tüketim tarzına geçme sürecine açılıyor. Bu “hedonist” tüketim tarzının yaşayabilmesi için tüketicinin metalara maddi gereksinimlerini karşılamaları açısından değil, “mutluluk” vaat eden özelliklerinden dolayı yönelmesi gerekiyor. Bu tüketim tarzı da tanımı gereği toplumda bir mutluluk saplantısının, “mutsuzluğun” üretilmesini, özenle yönetilmesini gerektiriyor.

Metalar haz / mutluluk / gençlik vaat eden nesneler olarak pazarlanmaya başlanınca, kültür endüstrisi de gözlemlenebilir ama gerçekte ulaşılamaz nesnelerin imajlarını üretmeye odaklanıyor. Bu imajları taşıyan “ünlüler” kültürü, “gençlik kültü” patolojik düzeyler ulaşıyor.

Bu madalyonun öteki yüzünde, tüketicinin aynı hızda artmayan ücretlerine karşılık, gelecekteki gelirlerini şimdiden harcamaya, bunun için de kredi almaya teşvik edilmesi yatar. Bunu sosyal hizmetlerin, işçi haklarının tasfiyesine, iş güvenliğinin hızla ortadan kalmaya başlamasına yönelik uygulamalarla birleştirdiğimizde karşımıza, sürekli, mutsuzluğu körüklenerek, sürekli mutluluk arayışı üzerinden tüketmeye, bunun için gittikçe borca batmaya, aynı anda da işini koruma, sağlık, eğitim, çocuk yetiştirme, yaşlılık gibi alanlarda güvencesizlik duygusu artmaya başlayan bir insan tipi çıkacaktır.

Bu insan her an işini, borç yükünden dolayı evini, tüketim, mutluluk mallarına ulaşma kapasitesini kaybetme riskiyle, yaşam kapasitelerini istediği gibi geliştirme olanaklarını giderek kaybetmekte olduğuna ilişkin anksiyetesiyle, var olan durumun bir başka seçeneği olmadığına, yalnızlığa, terk edilmişliğe, ilişkin bir umutsuzlukla karşı karşıyadır. Bu üçlü; risk, anksiyete, umutsuzluk neoliberalleşme sürecinde giderek yaygınlaşan “depresyon” olgusunun arkasındaki temel toplumsal dinamikleri oluşturur.

Neoliberalizmin yeni tüketiciler üretme kaygısıyla, hazlara dayalı tüketim normlarının ülkelerde yarattığı fiziki ve kültürel-psikolojik travmalar, neo-oryantalizmin etkisiyle, yerel entelektüeller arasında Fanon’un “Siyah ten beyaz maske” olarak betimlediği olguyu da -bir emperyalizm maymunluğunu- yaratır.

Tüm bunlar, neo-liberalizmin “yapısal şiddetin”, “simgesel” alanında “olağanüstü” olarak tanımlanabilecek bir şiddeti de üretmekte olduğunu gösterir.

Slavoj Zizek, Ahir Zamanlarda Yaşarken, Çev. Erkan Ünal, Metis Yayınları, İstanbul, 2011, ss. 592


0 yorum:

Yorum Gönder