Güvenlik Simbiyozu: “Dikkat, Polis!” (Kansu YILDIRIM)


AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılından günümüze polis sayısı 122 binden 240 bine yükseldi; yani % 88’in üzerinde bir artış yaşandı. Emniyet Genel Müdürlüğü’ne ait suç istatistiklerine baktığımızda adi suçlar, cinayetler, nitelikli dolandırıcılık, ihaleye fesat karıştırma, uyuşturucu ticareti veya eşya kaçakçılığı gibi suçlarda ilgili yıllar arasındaki artış % 88’ler düzeyinde değil. Bu iki istatistiksel bilgi mukayese edildiğinde akıllara şu soruyu getirebilir: “Polis, araç ve ekipman sayılarındaki bu denli artış neye işaret ediyor?” veya “İleri demokrasi evresinde rejimin (niceliksel ve niteliksel) polisleşme eğilimini nasıl açıklayabiliriz?”. Her iki soru, farklı noktalardan hareket ederek polis sayısı ve polisleşme ile tanımlanan güvenlik olgusundaki güncel veçheyi anlamayı kolaylaştırabilir. Çünkü polis sayısındaki artışın diğer kamu görevlileri alımındaki sayıları katlaması; orduya ayrılan bütçenin görece kısılırken polise ayrılan bütçenin artışı; spesifik olarak emniyet kuvvetlerine dış güvenliği ilgilendiren durumlarda kullanılan ağır silahlara erişim izni verilmesi; salahiyet sınırlarının hukuki açıdan genişletilmesi; emniyet içinde toplumsal olaylarla özdeşleşen özel timlerin orantısız güç kullanmaları rejimin hakim güvenlik paradigmasını tartışılır hale getirdi. Bu durumu izah edebilmek için üç uğrağa değinmemiz gereklidir: a) Güvenlik aracılığıyla devlet iktidarının meşruiyetine dair tarihsel arkaplan; b) devletin güvenlik faaliyetlerinde polisin konumu; c) polis ile sermaye siyasetinin simbiyotik ilişkisi.

Meşrulaştırma Pazarlığı

Siyasal antropoloji ve siyaset bilimi literatürü karıştırıldığında pre-kapitalist ve kapitalist devletlerin ortak örgütlenme söylemlerinden birisi, güvenliğin sağlanması üzerinden kurulmuştur. Güvenlik söylemleri ve icraatı, bireysel düzeyde can ve mal güvenliğinden kolektif güvenlik ihtiyaçlarına kadar geniş bir yelpazede kitlelere aşılanmış, onları içine çekmiştir. Güvenlikleştirilen yaşamlar karşılığında kitlelerden istenen tek şey, onların tabiiyetidir.

Evren Haspolat “Neoliberalizm ve Baskı Aygıtının Dönüşümü” eserinde, Hobbes ve Schmitt arasındaki korelasyondan başlatarak tabiiyet sürecini “pazarlık” olarak tarif etmektedir. Hobbes’un doğa durumu kurgusundaki tehlike ve risklerin maksimum seviyede olduğu, herkesin “kurtlaştığını” kabul ettiği soyutlamada güvenliğe yaptığı göndermeler; Schmitt’in “Protego ergo obligo” (koruyorum, o halde kendime bağlıyorum) olarak ifade ettiği, koruma-itaat ilişkisi olmaksızın hâkimiyetin de olmayacağı şeklindeki düşünceleri, güvenlik üzerinden yapılan pazarlığa dikkat çekmektedir. Haspolat’ın devlet iktidarının toplumsal sınıflar üzerinde kurulurken güvenliğin tali bir unsurdan asli bir öğeye dönüşünü Charles Tilly ve Michael Mann üzerinden ele alışı, güvenlik söylemlerinin maddiliğini açığa çıkarır.

Altyapısal iktidardan zor kapasitesine

Sermaye-mantığı veya sınıf-kuramsal Marksist devlet tartışmaları dışına çıkıldığında, Mann ikili bir iktidar tarifi yapar: “despotik” ve “altyapısal iktidar”. Modern devlete, geleneksel devlet formlarına göre üstünlük kazandıran denetim özelliği, “altyapısal iktidarıdır”. Altyapısal iktidar, vergilendirme, istihdam politikaları, sosyal yardım ve kamu hizmetlerinin organizasyonu gibi yollarla devlete bireylerin yaşamlarını düzenleme imkânı tanır. Toplumsal ve bireysel ihtiyaçlar çerçevesinde düzenlemelerden olumlu etkilenen kitleler, devlet siyasalarının gündelik yaşamlarındaki tesirlerinden kısmen veya tamamen etkilenir. Böylece uyumlaşmadan kaynaklı sağlanan konformizm, kitlelerde güvende olma hissiyatını pekiştirir.

Altyapısal iktidarın sağlanışında devlet açısından ivedilikle yerine getirilmesi gereken pratik, güvenlik araçlarının örgütlenmesidir. Güvenliğin diyalektik özelliğinden ötürü, zor ve şiddet ile birlikte varolan bir olgu olması, güvenlik araçlarını devletin örgütlenmesi sürecine paralelleştirir. Tilly, sermaye birikimi ve yoğunlaşması sürecinde devletlerin oluşumunda zor araçlarının birikimiyle eşzamanlı bir süreçten bahseder. “Komşulara boyun eğdirme”, “uzaktaki rakiplerle savaşma” gibi eylemlerin yanı sıra, zor araçlarının yeniden-üretiminde, zor kapasitelerinin oluşturulmasındaki kaynak transferlerinde özgün yönetsel mekanizmalar hâsıl olur. Bu noktada Gramsci’den bildiğimiz üzere sadece zora dayalı bir iktidar kelebeğin ömrü kadar süreceğinden, kritik odak, güvenlik ile toplumsal rızanın sağlanmasına kaydırılmıştır; devlet (bürokrat-teknokrat kadrolar, kurumlar) ile toplum arasında Haspolat’ın belirttiği üzere, “güvenlik” temelli bir “pazarlık” gerçekleşmiştir.

Polis-devlet ilişkisi

Devlet aygıtının güvenlik söylemleri ile iktidar alanını tesis etmesindeki başat dayanaklarından birisi, polis kurumudur. Mark Neocleous’un erk olarak polis üzerine yaptığı araştırmalardan bildiğimiz üzere, 15. yüzyıl ve 19. yüzyıl arasında üç döneme ayrılan polis, devletin güvenlik üzerinden mevcudiyetini ideolojik düzeyde yeniden üretmesinde, yoksulluğun kontrolü, halk sağlığı ve suçların azaltılması gibi kamu düzeninin tesisi, genel refahın sağlanması gibi çeşitli işlevler üstlenmiştir. Polis’in 1500’ler ve 1800’ler konjonktüründe üstlendiği bu roller, Alman hukukunda geçen devlet aklı öğretisi bağlamında “esas idare öğretisi” olarak nakledilmiştir. Ancak Neocleous’un belirttiği üzere, feodal üretim tarzından kapitalist üretim tarzına geçişte polis, içerik bakımından “genel iyinin” / “genel refahın” sağlanması için koşulların hazırlanmasından kapitalizme özgü ihtiyaçların tedarikçisi pozisyonuna evrilmiştir. Ücretli emeğin piyasa normlarına adaptasyonu, bedenen işe koşulmak için hazır olanları işgücüne dâhil etmek gibi rolleri yerine getirmeye başlayan polis, sermaye ilişkilerinin toplumda olgunlaşmasıyla birlikte müdahaleci seyirciye dönüşmüştür. 19. yüzyıl sonrası polisin en belirgin özelliği, her alanın polis eliyle düzenlenmesi veya 15. yüzyıldaki gibi toplumsal refahın örgütlenişi değil, üretimin ve yatırımların gelişmesi için müteşebbisliğin önünü açması, (Smithçi manada) metalara vergi yüklememesi, sermayeyi serbest bırakması olmuştur.

Devletin polis işlevlerini yeniden içeriklendirmesi, otomatikman polis aracılığıyla toplumda gözlenen ve kabullenilen güvenlik algısının da değişmesine yol açmıştır. Söz konusu serbest girişimin ve yatırımların dizdarı olarak polisin varlığı; bir bütün olarak dünyada emniyet teşkilatlarının buna göre yapılandırılması ve hukuksal zeminin yeniden tanımlanması, “polisi kanun ile eşitleyerek onu kanun hâkimiyetinin birincil sorumlusu ve uygulayıcısı haline getirmiştir”.

Sermaye-polis ilişkisi

Başta hukuki zemindeki ilişkilerin ve diğer toplumsal ilişkilerin egemen sınıfların ortak çıkarları doğrultusunda örülmesi, polisi aracılığıyla sağlanan güvenliğin halk yararı ilkesinden kopuşuna işaret etmektedir. Polis, belirli zümrelerin ve sermayenin icra komitelerinin güvenliği için mahsus birimler olarak örgütlenmektedir. Şüphesiz bu durum polisin kamu güvenliği faaliyetlerini askıya almamaktadır; çünkü Poulantzas’ın belirttiği gibi “görece özerk” bir vasfa sahip olan devlet, kitleler nezdinde “tarafsızlık” imajını koruyabilme adına “sınıflar-üstü” performanslar sergiler. Ne var ki, tarafsızlık sermayenin birikim stratejilerine uygun hegemonya projelerini aksatacak kitlesel hareketlerde, işçi sınıfı mücadelesinin ivme kazandığı durumlarda askıya alınır: HES karşıtı köylülere ve çevrecilerin eylemlerinde, fabrika direnişleri ve grevlerde, öğrenci boykotları ve yürüyüşlerinde, siyasi iktidara yönelik protestolarda kullanılan onlarca ton su ve yüzlerce biber gazında olduğu gibi… Polis, böylesi koşullarda, devlet otoritesine ilaveten, sermaye çıkarlarının “çıplak zoru” formuna bürünür. Krizler sonucunda pek çok rejimin otoriter bir niteliğe büründüğü bu zamanda, polis sayısındaki artışın ve yoğunlaşmanın da temel nedeni tam da budur.

Evren Haspolat, Neoliberalizm ve Baskı Aygıtının Dönüşümü: Türkiye’de Özel Güvenliğin Gelişimi, Notabene Yayınları, Ankara, 2012, ss. 372.


0 yorum:

Yorum Gönder