Varoluş Karmaşasına Yolculuk (Doğuş SARPKAYA)


Hepimiz yaşamımızın bir noktasında kendimizden sıkılmaya başlarız. Aynı bedenin içinde devinmek, her gün aynada aynı yüzü görmek, günlük yaşamın rutininde kendimize yabancılaşmak kolay değil tabii ki. Belki de onun için kaçış ya da rutini reddediş hikâyeleri, bizi en çok etkileyen roman konularından biri.

Pascal Mercier’in, Lizbon’a Gece Treni romanı da bir kaçış, kurtuluş hikâyesi ile açılıyor. Antik diller öğretmeni olan Raimund Gregorius, bir köprüde karşılaştığı Portekizli kadının etkisiyle kendi yaşamını sorgulamaya başlıyor ve Portekiz’e, Lizbon’a gitme tutkusuna kapılıyor. Gregorius’un tutkusunu tetikleyen şey yabancı bir kadının taşıdığı esinti olsa da yolculuğun asıl amacı gideceği bir kitapçıda şans eseri eline geçen bir kitap tarafından  belirleniyor. Amadeu de Prado’nun “Sözlerin Kuyumcusu” kitabındaki “İçimizde olanın ancak küçük bir kısmını yaşayabiliyorsak – gerisine ne oluyor?”  sorusunun cevabını arayan kahramanımız, hem kendi hem de Prado’nun “yaşamının gerisini”nin peşine düşüyor.

Lizbon’a Gece Treni, İsviçre’nin donuk ve etliye sütlüye karışmayan ortamından Portekiz’e taşınan bir öykü. Romanda, kendini kitapların içine gömdüğü için yaşamdan feragat etmiş Gregorius ile yaşamı boyunca kendini aramış ama bir türlü kendisiyle rastlaştığını düşünmemiş Prado’nun hikâyelerini iç içe geçmiş bir şekilde takip ediyoruz. Her ne kadar kitabımızın kahramanı Gregorius gibi gözükse de bir süre sonra Prado karizmatik kişiliği ile başrolü kapmaya başlıyor. Mercier kahramanlarını çizerken bolca malzemeye başvurmuş. Bir tarafta öykünün anlatımı üçüncü tekil şahısa yüklenmiş ama Prado’nun kitabı ve mektuplarıyla birinci tekil şahısa geçişler sağlanmış. Buna ek olarak tanıklıklar tüm öyküyü sararak anlatıyı tek düzelikten kurtarıyor.

Varoluşçuluğun Kıyılarında

Ama kitaba asıl değerini veren şey psikolojik ve felsefi dertleri diyebiliriz. Prado’nun okulun son günü tanrı üzerine yaptığı konuşma, babası ve annesine yazdığı yollanmamış mektuplar, dinsel baskı aygıtı, babanın iktidarı, annenin sessiz egemenliği üzerine güçlü psikolojik ve siyasal tartışmaları alevlendiriyor. Sözcüklerin Kuyumcusu’ndaki bölümler ise daha çok varoluşçuluğun kıyılarında gezen ve insanı felsefi bir tartışmanın içine çeken metinler. Romanda, varoluşçulukla kurulan dirsek teması, Prado’nun metinleriyle sınırlı değil. Mesela Camus’ün Düşüş’ündeki Jean-Baptiste Clemence karakteriyle Gregorius’un aydınlaması arasındaki koşutluk şaşırtıcı. Clemence, köprüde atlamak üzere olan bir genç kızı görmemezlikten gelerek ölmesine göz yumduğunda kendine gelir. Gregorius ise köprüden atlamak üzere olan kadının dikkatini dağıtarak yaşama bağlıyor. Daha önce kitapları ve dersleri dışındaki her şeye karşı tepkisiz olan Gregorius, bu sayede yaşam üzerine daha çok düşünmeye başlıyor. Bern’deki dünyasından kopmaya başladıkça yaşam deneyimi derinleşiyor, derinleştikçe de yaşam üzerine daha çok kafa yoruyor.

Amadeu de Prado karakteri ise tercihleri ile insan varoluşunun karmaşıklığını anlamamızı yardımcı oluyor. Gayet başarılı bir öğrenci olan Prado, bir taraftan kendi yolunu çizmek istiyor ama diğer taraftan çevresinin yönlendirmelerine izin veriyor. Babasına bir tepki olarak hep dik yürüyor ama kambur olan babasını tedavi edebilmek için doktor olmayı seçiyor. Hayatındaki en önemli kadın olan Maria João ile birlikte olmak istiyor ama soylu bir aileden geldiği için başka bir kadınla evleniyor. Dünyayı dolaşmak istiyor ama Lizbon’dan uzaklaşınca kendini savunmasız hissediyor. Amadeu Prado, roman boyunca,  kendini çevresine kabul ettirmek isteyen bir zavallı gibi hissediyor (Prado için “cehennem başkalarıdır” cümlesi ne kadar anlamlı gözüküyor değil mi?). Roman, özgürlük ve sorumluluk arasında kalmış Prado’nun böyle bir karmaşa ile boğuşmasını, bir uyumsuz olarak yaşamak zorunda kalmasını anlatıyor bir anlamda.

“Diktatörlük bir gerçekse devrim görev olur”

Mercier’in romanı felsefi,psikolojik tartışmalara boğup, “modern burjuvanın hezeyanları”na kaptırdığı sanılmasın sakın. Felsefi ve psikolojik tartışmaların siyasal ve tarihsel arka planla birleşip, Portekiz’in faşist cunta dönemine ayna tutması romanın etkinliğini arttırıyor. Mercier, Prado’nun farklı egemenlik yapılarıyla hesaplaşmasını sağlayarak iktidarın farklı yüzlerinin görünür kılınmasını sağlıyor. Prado’nun mezar taşında yazan “Diktatörlük bir gerçekse devrim görev olur” cümlesi, sadece Salazar faşizmine değil, onun sıradan yaşam içerisindeki uzantılarına karşı bir mücadele verilmesi gerektiğini vurguluyor.

Lizbon’a Gece Treni, her bölümde kahramanlarının “bütün o saklı deneyimlerini eşeleyerek”, okuyucunun  “kendi arkeoloğu olmasını” talep eden bir kitap. Belki de gerçekten kendimizden sıkılmamızı engelleyecek formül budur.  Belki de formül Amadeu’nun bu yazının son sözünü oluşturacak cümlelerinde gizlidir: Bizler, ruhları araştıran arkeologlar olarak, bu hazinelere yöneldiğimizde, onların ne kadar dağınık olduklarını keşfederiz. İncelediğimiz şey, kımıldamadan durmak istemez, kelimeler yaşananın üzerinden kayıp gider, sonunda kâğıdın üzerinde bir sürü çelişki kalır. Uzun zaman, bunun bir eksiklik, üstesinden gelinmesi gereken bir şey olduğuna inandım. Bugünse durumun başka türlü olduğunu düşünüyorum: Bu bildik ama yine de gizemli deneyimlerin anlaşılabilmesi için geçerli çözüm yolu, dağınıklığı kabul etmektir. Kulağa tuhaf geliyor bu, evet, hatta aykırı, biliyorum. Ama olaya bu açıdan baktığımdan beri ilk kez gerçekten uyanık ve hayatta olduğumu hissediyorum.

Lizbon’a Gece Treni, Pascal Mercier, Çev: İlknur Özdemir, Kırmızı Kedi Yayınları, 2012.

0 yorum:

Yorum Gönder