“Bir savaş düşünün, kimse gitmiyor...” (Burak ÖZÇETİN)

Türkiye dillerine kazandırılmasını dört gözle beklediğimiz Ordu Millet Efsanesi (Palgrave, 2005) kitabının yazarı Ayşe Gül Altınay, Pınar Öğünç’ün Asker Doğmayanlar kitabına yazdığı önsözü şu sözlerle sonlandırıyor: “–Bir savaş düşünün kimse gitmiyor. –Düşünebilir miyiz?”

Erkeğiyle kadınıyla, pek çoğumuz düşünemiyor, lakin düşünemeyenlerin değil, militarizmi reddedenlerin “hikâyeleri” böylesine sarsıcı bir kitabın konusu olabiliyor. Öğünç, kitaptaki sübjektif hikâyelerin uç uca eklenmesiyle Türkiye’de zorunlu askerlik karşıtı, antimilitarist hareketin 1990’lar ve 2000’ler boyunca seyrini izlemenin bir nebze mümkün olacağını söylerken aslında kitabın yazılma amacını ortaya koyuyor.

Gitsen bir türlü, gitmesen bin türlü

Kitap, muhtelif gerekçelerle askere gitmeyi reddeden ve vicdani reddini açıklayan kişilerle yapılmış yüz yüze görüşmelere dayanıyor. Yaşanan acılar, işkenceler, sürekli gözaltılar, askeri mahkemeler, aşağılamalar, toplum tarafından dışlanma, kayıt dışı yaşamak, sürekli tetikte yaşamak zorunda kalmak... bütün bunlar vicdani retçileri “asker kaçağı”, “kolaycı”, “korkak” olarak damgalamanın kendisinin ne kadar kolaycı olduğunu ortaya koyuyor.

Öğünç, derlediği bireysel hikâyelerde vicdani reddin sadece askere gitmeyi reddetmek anlamına gelmediğini; birçok vicdani retçinin temelde bir bütün olarak militarist tahayyülü ve militarizmi tüm hayatlarından kovmak amacında olduklarını bize gösteriyor. Yani anti-militarist bir toplumsal düzenin kuruluşu için devrimi kendi yaşamlarında başlatan, en zor olanı seçen insanların hikâyelerini bize aktarıyor. Bunu yaparken de –dosya konumuzdaki diğer yazılarda olduğu gibi– militarizmin sadece askerlikle sınırlı olmadığını, sivil olanla/askeri olan arasındaki perdenin şeffaflaştığı her uğrakta karşımıza çıkan, gündelik yaşamı örgütleyen ilkelerden biri olduğunu vicdani retçilerin yaşamlarından örneklerle ortaya koyuyor.

Ve hikayeler...

Vicdani reddin insanın tüm yaşamını kapsayan bir duruş, duyuş meselesi olduğunu kitaptaki ilk figür olan Tayfun Gönül’ün şu sözlerinde görmek mümkün: “Birisinin bana emir vermesine çok tepki duyuyorum. Aynı şekilde başka birine bir şey emretmeye de çok zorlanıyorum. Garsondan çay istemeye bile” (30). Vicdani ret aslında yaşamın bu ufak ayrıntılarında yuvalanmış hiyerarşi ve tahakküm ilişkilerine bir karşı çıkış olmasıyla, alternatif bir dünya tahayyülünün nüvelerini içerisinde barındırıyor. Gönül’ünkine benzer vurguları diğer vicdani retçilerle yapılan söyleşilerde de bulmak mümkün. “Emir alıp vermek benim kişiliğimle, duygularımla hiç bağdaşmayan bir şey,” diyen Vedat Zencir’de olduğu gibi. Bununla birlikte Zencir Türkiye’de muhalif kesimlerin savaş karşıtı bir politikalarının olmadığını, hatta orduyla ilgili bir anlayıştan bile yoksun oldukları belirterek önemli bir eksikliğin altını çiziyor.

Vicdani reddini 13 yıl önce açıklayan Yuri, siyasette bugün var olan sorunların hepsinin birbirleriyle ilişkili olduğunu söyler: “Mesela burada, Ayvalık’ta arıtma tesisinin olmamasının vicdani retle bağlantısı var,” der ve ekler “antimilitarist olmak benim kimliklerimden bir tanesi. Taşıdığım tek kimlik yaşıyor olmam. Bir bitkiden, bir balıktan kendimi ayırmıyorum.” 

Burada Zeytin Müzesi’nin açılışı vardı. Başkan, vali, milletvekili, protokol... Bir tarafta belediye bandosu var, kaç yaşında adamlar hazırolda bekliyorlar. CHP milletvekili çıktı, “Zeytin barış demektir” diye başlayıp Ayvalık, barış, barışa dair, bildiğimi politikacı ne söylerse onları öfkeli bir dille söyledi. Başka birileri daha konuştu. Sonra tam kurdele kesilirken belediye bandosu askeri marş çalmaya başladı. Birden beynim durdu; adam barış dedi, uzun uzuzn barış hakkında konuştu, zaten Zeytin Müzesi’nin açılışı... ve askeri marş çalıyor! Kendimi tutamadım, asker gibi sayıp ellerini kaldırmaya başladım.” (Yuri, s.59)

Eşcinsel vicdani retçi Mehmet Tarhan’ın “Eşcinsel olmam nedeniyle ‘hak’ olarak sunulan çürük raporunu militer düzenin kendi çürüklüğü olarak algılıyorum” diyerek muayeneyi reddetmesi fiziksel ve psikolojik şiddete maruz kaldığı uzun tutukluluk sürecinin de başlangıcı olur. Tarhan’ın yaşadıkları Türkiye’de vicdani ret mücadelesinin tarihini yazacak olanlar için şüphesiz akla durgunluk veren ayrıntı ve anlarla doludur. Sağlam raporu dosyasına düşülen “eşcinsel olduğu halde muayeneyi reddetmesi kastının yoğunluğunu göstermektedir” notu gibi.

Vicdani ret askerliği reddetmekten daha fazla bir şeydir

Askerlikle cinsiyet ve yaş nedeniyle ilişiği (henüz) olmayan kişilerin hikâyeleri, vicdani reddin askere gitmemenin ötesinde bir duruş olduğuna dair bariz örneklerdir. İnci Ağlagül’ün “susmak suç ortağı olmaktır, o yüzden susmadım” demesinde olduğu gibi.

“... tam da bana zorunlu olmadığı için, doğrudan değilmiş gibi görünüp aslında bizi de hem doğrudan hem de dolaylı etkilediği için karşı çıkmamız lazım.” (Ağlagül, s. 84)

Feminist zeminde bir antimilitarist anlayışın peşinden giden Ferda Ülker “kadın retçileri, vicdani ret kavramını geliştirme açısından, erkeklerin reddinden daha değerli buluyorum” derken aslında kavramın kapsayıcılığına vurgu yapıyor. Merve Arkun da vicdani reddi antikapitalizmle, otorite karşıtlığı ile birlikte düşünmenin gerekliliğini vurguluyor.

Daha on dört yaşındayken Lice’de koyun otlatırken havan mermisiyle vurulan ve o kocaman güzel gözleriyle hala bizden hesap soran Ceylan Ökol’un ölüm haberinin ardından, onunla aynı yaştaki liseli İlyada Erkuş’un vicdani reddini açıklaması herhalde kitabın en heyecan veren ve yürek burkan hikâyelerinden birisi:
“Ceylan Önkol’un yaşında bir gencim, 15 yaşındayım, ben yaşıtlarımın, arkadaşlarımın ölmesini istemiyorum. Yeni Ceylanların ölmesini istemediğim için askerlik yapmayacağım. Bu militarist kültürün bir parçası olmayacağım.” (İlyada Erkuş, s. 168) 

“Evladını yitirmiş bir asker babası olarak vicdani reddimi açıklıyorum...” 2010 yılında vicdani reddini açıklayan Hayri Kamalak’ın sözleri bunlar. Oğlunun askerliğinin 17. gününde intihar ettiğine dair haberi alan ve buna ihtimal vermeyen, oğlunun şüpheli ölümünün peşine düşünen bir babanın vicdani reddi.

1990’lı yıllarda PKK’ya katılan, yakalanan ve sonrasında da vicdani reddini açıklayan, Roboski için 1300 kilometre yürüyen ve Türkiye’de barış duygusunun ve düşüncesinin gelişmesi ve güçlenmesi için çaba harcayan Halil Savda’nın hikâyesi vicdani reddin diğer bir cephesini göstermesi açısından çok çarpıcı. Diğer cephede Kürt Vicdani Ret Hareketi’nin içerisinden bir figür olan Kemal Acar’ın anlattıkları da kaydedilmeli.

İslam’da zorunlu askerlik mümkün değil diyen ve Enver Aydemir ve İslam’ın heterodoks akımlarından etkilenerek vicdani reddini açıklayan İnan Mayıs Aru vicdani ret hikâyelerinin çeşitliliğini ve ahlaki ve bireysel muhasebelerin çoğulluğunu ortaya koyuyor. Lakin tüm bu çeşitlilik içerisinde tüm hikâyeler vicdani ret ve militarizmle ilgili şaşmaz bir doğrunun altını çiziyor: bu olguların sadece askerle, askere gitmek ya da gitmemek arasında yapılan ayrımla ilgili olmadığını, bir bütün olarak yaşamlarımızın her hücresine nüfuz ettiği gerçeğini. Öğünç çalışmasının giriş bölümünde bunu şu sözlerle belirtiyor:
Peki gözümüzün önünden bir perde kalkar, erkekliğin, şiddetin, milliyetçiliğin büyütüldüğü kışlalardan dışarı sızan militarizm de netleşir mi? Kadınların,  bir savaştaymışçasına erkekleri tarafından üçer beşer öldürülüşlerinin, ‘zorunlu erkekliğin’, ‘zorunlu askerlikle’ hiç mi ilgisi yok? Evlerin küçük ‘vatanlara’, okulların küçük kışlalara döndürülüşlerinin, bir dizi kılıkla aramızda gezen çıplak şiddetin çok başka nedenden görünen katmerli travmaların hiç mi ilgisi yok? Askerlik, sadece askerlikle ilgili bir mesele mi? (s.22)
Öğünç’ün kitabı ve kitapta yaşadıklarını cesurca paylaşan kişiler, kimsenin gitmediği savaşları düşünmemiz için bize ilham veriyor. Bu yüzden de sadece övgüyü değil teşekkürü de hak ediyorlar.

ASKER DOĞMAYANLAR, Pınar Öğünç, Hrant Dink Vakfı Yayınları, 2013. 

0 yorum:

Yorum Gönder