İleri, evet evet İleri! (Savaş ERGÜL)

Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi romanının dördüncü bölümünde, önce iki defa, sonra aynı sayfada artarda ikişer kez olmak üzere dört defa “ileri” sözcüklerini okur veya duyarız. Evet, dört defa ileri! Romanın temel sözü bu dört tekrar içinde yinelenir. Milliyetçiliğin, dinin ve dışarıdan gelip buyuran egemen gücün kuşatıcı ağlarını delip geçmek isteyen bir ileridir bu. Joyce’un kalemi, İngilizlerin ve dinin sunduğu sahte evrenselliğe karşı olduğu kadar evin taşralı boğuculuğuna karşı da yekinir. Daima taşan, çoğalan ve çok katmanlı bir dili kullanan bir edebiyatı keşfetme arzusu. “İleri” sözcüğü, aynılık içinde farklılaşarak genişleyen bir alanı kurar. Tekrarlayan üç ileri, Stephen Dedalus’un üç ayrı romanda görünmesidir: Stephen Hero, Portre ve Ulysses. Üç Stephen’a ve onların “ileri”lerine, dördüncü olarak, Joyce’un tıpkı bir tanrı gibi kendisini merkeze aldığı “edebi ileri”si ve son romanı Finnegans Wake eşlik eder veya tamamlar. Joyce’un İleri buyruğu, sona varmaktan ziyade bir başlangıcı başlatan adımdır; tamamlanmayan başlangıcı başlatma buyruğudur. Kelime oyunlarından hoşlanan Joyce, son romanı Finnegans Wake’de -“fin” (son), “again” (yine/bir daha) ve “wake” (uyanıyor)- hiç vazgeçilmeyen bu başlatma ve dönüştürme temasını bir kez daha beyan eder.

Beş bölümden oluşan Portre, çocukluktan gençliğe uzanan “tinsel bir serüveni ve keşfi anlatır.” Her bölümün sonu, Stephen’ın bir dönüşme deneyimini verip yeni bir başlangıç için bir geçidin açıldığını gösterir. Birinci bölümün sonunda, haksız yere cezalandırılması üzerine Rektör’le konuşur ve bu cesareti sayesinde arkadaşlarından takdir görür; ikinci bölümün sonunda, Stephen ilk cinsel deneyimini yaşar; üçüncü bölümün sonunda, günah çıkartıp kendini sert ve basit bir din hayatına hazırlar; dördüncü bölümün sonunda, düş-gerçek karışımı sahnede, derede yürüyen bir kızla karşılaşması görüntüsü, onu yeniden dünyevi hayata ve edebiyata yöneltir; beşinci bölümde ise, Stephen’ın ilk defa yazdığını görürüz. Böylece, romanın başındaki epigraf anlaşılmış olur. Genç bir sanatçının, ruhsal doğuş ve ilerleme anlarıdır bu deneyimler.

Elbette bu dönüşümler ve ilerlemeler, düz bir uzamda gerçekleşmez. Stephen’ın dönüşüm süreci de bir ağ olarak gördüğü yüklemler içinden geçerek gerçekleşir “Bu ülkede bir adamın ruhu doğunca uçmasını önlemek için ağlar atıyorlar üstüne. Sen bana ulusçuluğun, dilin, dinin sözünü ediyorsun. Bense bu ağlardan kaçmaya çalışacağım” (s. 219) Ama bu kaçış, tek bir koşulla mümkündür: kaçan kişinin, kaçtığı yere dönüp onları anlatması gerekir. Tinsel olan ancak mekânın belirlenimleri içinden geçerek kendisini gerçekleştirebilir. Hazırlık Sınıfı öğrencisi küçük Stephen, coğrafya dersi çalışırken kitabın başındaki “boş sayfaya” şunları yazar:

Stephen Dedalus
Hazırlık Sınıfı
Clongowes Wood Okulu
Sallins
Kildare İli
İrlanda
Avrupa
Dünya
Evren (s. 14).

Stephen, yüklemsiz bir özne olarak kendisinden başlayıp Evren’e varmak ister. Evren’den sonra ne geliyor: hiçbir şey. Joyce, İrlanda’nın basit ve sıradan insanlarının gevezeliğinin “hiçbir şeyliği” içine “her şeyi” dâhil edecek bir edebiyatın peşindedir. Kendisi ve evren arasında zorunlu ama geçmesi gereken tikel noktalar bulunur. Romanın sonundaki her dönüşümde bu noktalardan bazıları geçilmiş olacaktır. Listede dikkati çeken şey, romanın yazıldığı ve anlattığı dönemde, İrlanda’nın siyasal bir birim olarak bağlı bulunduğu Büyük Britanya’nın bu tasnifte yer almamasıdır. Bu Joyce’un -romanda Stephen Dedalus’un- sömürgeci güce reddiyesidir. Arkadaşı Fleming ise, aynı kitabın öteki sayfasına şakayla şunları yazar:

Stephen Dedalus benim adım,
İrlanda’dır vatanım.
Clongowes’da yaşarım
Cennet ise umudum (s. 14).

İki çocuğun tasnif ettiği adlar ve yerler arasındaki farkta, bir gedik ortaya çıkar. Bir yanda, Fleming’in doğal ve uyumlu addettiği yerler, bu yerlerin tahsis ettiği kimlikler -bir yerli olma, bir ulusa ve bir dine ait olma-; öte yandan, Stephen’ın kendisi ve evren arasında yüklem olmaksızın kurmak istediği bir ilişki tarzı yer alır. Stephen’ın tasnifinde, anılan adlar arasında yer olmayan tek ad, tek özne kendisidir: bütün yüklemler onun etrafında döner. O adeta durumun bir istisnası olarak ortaya çıkar: “tuhaf ve yadırganan bir ada sahip.” (s. 7, 24). Ön adı Katolik bir azizin, soyadı ise, Yunan mitolojisinde eli her sanata yatkın olan ve labirent çıkmazını bulan mucidin adıdır. “Adı hayatında ilk olarak bir kehanetmiş gibi göründü güzüne” (s. 180). Bu iki adı, ruhunun özgürlüğünü ve gücünü göstermek, yeni ve edebi olanı yaratmak için bir özne olarak yeryüzüne fırlatacaktır. Bir düşüş ama günahkârlık addedilebilecek bir düşüş değil, yeryüzünün yollarını ve tarzlarını keşfedecek, onlara ruh verecek bir düşüş.

Peki, ama nasıl? Joyce, tekil ve evrenselin, edebi olmayan adına her şeyin ve edebi olan adına hiçbir şeyin buluştuğu bir yerel nokta olarak tasarlar. Farklı romanlarında bir özne olarak Stephen’ı bu aralığın içine yerleştirir. Joyce, çokluğu ve farklılığı barındıran, pek çok dilin, söylemin ve üslubun uzamı olan bir edebiyatı yaratmak ister. Bu yöntem asıl olarak Ulysses ve Finnegans Wake romanlarında gerçekleştirilir. Portre ise, başlangıç öncesi karşılaşmalara odaklanır. Stephen’ın öğrencisi olduğu Cizvit okulunun İngiliz Dekan’ıyla yaptığı konuşma, bu karşılaşma sorunsalını açığa çıkarır: “Konuştuğumuz dil benim olmadan önce onun dili. Ev, İsa, bira, usta kelimeleri ikimizin ağzından ne kadar bambaşka çıkıyor! Ben bu kelimeleri ruhum tedirgin olmadan konuşamıyorum, yazamıyorum. Bana bu derece yakın ve bu derece uzak olan bu dil benim için her zaman sonradan edinilme bir dil olarak kalacak. Kelimelerini ben yapmadım, ben benimsemedim. Sesimle kendimden itiyorum bu kelimeleri. Onun dilinin gölgesinde ezilip büzülüyor ruhum” (s. 204). Bu dört kelime -Ev, İsa, bira ve usta- Stephen’ı çevreleyen ağlardır. Kültürel-siyasal (ev), dinsel (İsa), toplumsal yoksulluk ve çaresizlik (bira), esas efendi olarak İngiltere (usta). Ağlardan oluşmuş bu dörtlü yapıyı kırmak, hepsini birbirine karıştırmak gerekir. Şeyler, katı bir birim olarak bırakılmadan ilişkisel akış düzenlemeleri içinde düşünülür. Hem tek cümleden hem de pek çok cümleden oluşan, son satıra kadar noktasız ve virgülsüz “ilerleyen” Ulysses’in son bölümü gibi doludizgin, sınırlandırmayı devre dışı bırakarak konuşmak ister: “evet”le başlayıp “evet”le sona eren bir ilerlemedir bu. Yüklemsiz, sırf özneyi olumlayan bir “evet”tir. “Evet” de tıpkı “ileri” sözcüğü gibi aynılık içinde kendini tekrarlarken farklı kipliklerin içinde ortaya çıkar.

Bu yüklemsiz yazma tarzı, dışarıdan geleni kabul etmediği gibi “ev”e ait olanı da kabul etmek istememesinden kaynaklanır. Kendi dilinde artık ikamet edemeyen Joyce, kendisine verilen veya giydirilen dilde de kolayca ikamet edemediğinden, türleri birbirine karıştırmayı, sözcüklerin belirsizliğiyle oynamayı; ironi, parodi ve pastişi kullanmayı vazgeçilmez bir üslup olarak benimser. Kendi yaratmadığı ve rahatsız olduğu dili efendisi için de rahatsız edici kılmak ister. İki yönden de gelen malzemeyi, bu aralık içinde biçimlendirir.

Romanın son dört sayfasına kadar anlatıcı hep üçüncü tekil şahıstır, son dört sayfasında ise, anlatıcı birinci tekil şahsa dönüşür. Anlatıcının değişmesi artık Stephen’ın bir sanatçı olarak doğumunun gerçekleştiğini gösterir. “Milyoncu keredir yola çıkıyorum yaşantının gerçekliğiyle karşılaşmak ve ruhumun nalbantında soyumun yaratılmamış vicdanını dövmek için” (s. 219). Joyce’un edebi gücü ve güçsüzlüğü de buradan, bu yüklemsiz özne tavrından “ileri” gelir. Terimlerin ilişkiler içinde değişen hallerine rağmen, değişmeyen ve varlığını unutamadığımız tek terim Joyce’tur. Bütün yerler, merkez olan bu adın etrafında döner: “Ama, diye onun sözünü kesti Stephen, kanımca İrlanda’nın önemi onun bana ait olmasından kaynaklanıyor.” (Ulysses, 16, 1359-1360).

SANATÇIN BİR GENÇ ADAM OLARAK PORTRESİ, James Joyce, çev. Murat Belge, İletişim Yayınları, 2012.


0 yorum:

Yorum Gönder