"Asıl Hikâye Kilitli Sandıklarda" (Nermin Yıldırım ile Söyleşi: Doğuş SARPKAYA)

Geçmiş bugün arasında gidip gelen, geçmişin günahlarını bugünün gündeliğe dönüşen gaddarlığıyla harmanlayıp toplumsal gerçekliği anlatmaya çalışan romanların artmaya başladığı bir dönemdeyiz. Geçmişle bir tür hesaplaşmaya girişen bu kitaplar, aynı zamanda bugünü anlamanın anahtarını taşıyor. Bugünün parçalanmış dünyası, bu tarz romanlarla daha anlaşılır olabiliyor. Nermin Yıldırım’ın Doğan Kitap’tan çıkan Saklı Bahçeler Haritası geçmişle bugün arasına mekik dokuyan sıkı bir roman. Yıldırım ile kitabını konuştuk.
Daha önceki romanlarınızda olduğu gibi, Saklı Bahçeler Haritası’nda da geçmişle bugün arasında bir bağ kurmaya, bugünü geçmişin vasıtasıyla anlamaya çalışıyorsunuz sanki. Sizi sürekli geçmişe yönelten şey nedir?

Kişisel ve toplumsal hikâyelerimizde, taşıdığımız olumlu ve olumsuz hissiyatların, bilhassa da marazların kökünün geçmişte saklı olduğuna inanıyorum. Kilitleyip kaldırdığımız sandıklara bakmadan; ayıplarımızla, günahlarımızla, bizi biz yapan heveslerimizle yüzleşmeden, yola devam etmenin zor olduğunu düşünüyorum. Geçmiş, kaçmaya çalıştığımız ama bir biçimde saplanıp kaldığımız bir bataklık gibi. Hal böyle olunca, sadece esaretinden kurtulmak için bile olsa, onunla yüzleşmemiz, ilişkimizi düzenlememiz gerekiyor. Romanlarımda gerek karakterlerin kişisel hikâyelerini, gerekse içinde yaşadıkları toplumun hikâyesini anlatırken, geçmişe eğilmemin temel sebebi bu.

Romanınızda iki farklı zamanda, iki farklı hikâye akıyor. Bugünün dünyasında orta yaşa gelmiş Rıdvan’ın hikâyesi Suad ve Behiye’nin mektuplarıyla bölünüyor. Bu iki farklı dünyayı birbirinden ayırırken iki farklı dil kullanmışsınız. Bu dili kurarken nelere dikkat ettiniz ya da daha doğru bir ifade ile farklılaşan üslupların birbirini etkilemesinden çekinmediniz mi?

Bu bahsettiğiniz, romanda beni en çok zorlayan noktalardan biri oldu. Dolayısıyla epey özendim ve üzerine çalıştım. Günümüzde yaşayan Rıdvan’ın dilini kurmak Behiye ve Suad’a oranla daha kolaydı. Bildiğim, içinde yüzdüğüm sulardı zira. Ama Behiye ve Suad’a geçince, onların dillerini oluştururken hem yaşadıkları dönemin dilini, hem de doğal olarak farklı psikolojilere ve günlük deneyimlere sahip iki ayrı insan oluşlarını gözetmem gerekti. Bu zaten her romancının yaptığı bir şeydir. Fakat zaman ve anlatıcı çokluğu bir araya gelince işim bir parça zorlaştı. Bunun için daha önce denemediğim bir yönteme başvurarak bu iki karakter için birer sözlük oluşturdum. Sadece kullandıkları sözcükleri değil, metaforları dahi ayırdım. Psikolojilerine uygun olarak bir tanesi, misal doğa metaforları kullanacaksa fırtınalardan, depremlerden, ürkütücü doğal afetlerden dem vururken; bir diğeri bahçelerden, günebakanlardan, meltemlerden dem vursun istedim. Başlangıçta biraz endişe ettiysem de, işin doğrusu roman bittiğinde sonuç içime sindi.

Günümüzü ele alırken kaleminiz biraz tutuklaşıyor gibi… Bugünün insanını anlatırken yarım kalmışlık hissini vurgulamanın bir yolu muydu bu?

Bunun üç sebebi var. İlk sebep, bugün üçüncü tekil ile yazılıyor, yani dışarıdan. Behiye ve Suad ise hikâyelerini birinci tekil olarak anlatıyorlar, yani içeriden. Dahası, bunu mektup tekniğiyle yapıyorlar. Mektuplar ve günlükler, belki de kalben en kolay temas kurabileceğimiz, en sıcak metinler. Bir hikâyeyi içeriden ve hele mektupla anlatmak bambaşka bir şey. İkinci sebep, geçmişten bahsetmenin çoğu zaman daha derinlikli bir iş olması. Çünkü durup bakacak, anlayacak zamanınız var. Oysa bir şeyi hâlihazırda yaşarken anlamak zor. Tercihen, yaşarken anlatmanın ritmi de diğerine kıyasla daha farklı bu yüzden. Rıdvan’ın başına gelen bu. Rıdvan, günümüz insanı gibi hem bir tür yarım kalmışlıktan hem de garip bir hızın müptelası olmaktan mustarip. Öyküsü de, o öykünün anlatılış biçimi ve dili de bunu bir biçimde yansıtıyor sanırım.

1930’lardan başlayıp, 1960’lara uzanan mektuplaşmalarda Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki toplumsal ve kültürel değişim, varlık vergisi, Demokrat Parti iktidarı, 6-7 Eylül olayları gibi konuların yanında Avrupa’da yaşanan savaşın getirdiği felaketleri ele almışsınız. Aslında kötülüğün sınırlarında dolaşmışsınız. Sizi kötülüğü anlatmaya yönelten şey neydi?

Romandaki Behiye karakteri, Suad’a yazdığı mektuplardan birinde “İnsan dediğin melanetten ve iyilikten, alçaklıktan ve faziletten, zorbalıktan ve merhametten, korkaklıktan ve cesaretten, nefretten ve sevgiden karılmış bir hamurdur. İyilik, fıtratın mutlak kararı değil, ancak içimizdeki aydınlıkla karanlığın giriştiği savaşın ganimeti olabilir” gibi bir laf ediyor. Bu konuda kendisiyle hemfikirim. İnsanı anlamaya çalışırken elbette bütün renklerine bakma ihtiyacı duyuyorum. Ama asıl hikâyenin ışık vurmayan yerlerde, kapalı kapılar ardında ve kilitli sandıklarda olduğuna inanıyorum. Oraları kurcalamak, insanın insana ve kendine yapabileceklerinin sınırlarında gezinmek daha çok ilgimi çekiyor bu yüzden.

Rıdvan, mektupları okudukça hem kendi acılarını düşünmeye hem de günlük hayatını sorgulamaya başlıyor. Okuyucuda benzer deneyime sürükleniyor. Geçmiş ile yüzleşmenin doğrudan bir sonucu mudur bu?

Bence öyle. Geçmiş her zaman bugüne dair ipuçları taşıyor. Başkalarının hikâyesi de bizim hikâyelerimize dair... Çünkü her ne kadar farklı biçimlerde yaşasak yahut öyle saysak da, aslında bütün hikâyelerin tek bir ortak hikâyeden doğduğuna inanıyorum ben. Ve bütün insanların öyle ya da böyle birbirine benzediğine... Dolayısıyla birimizin hikâyesi aslında bir biçimde hepimizin hikâyesidir bana kalırsa. Zaten bu yüzden, yani biraz da orada kendimizi bulmak ve anlamak için, başka hikâyeleri, başkalarının hikâyelerini merak ederiz.

Walter Benjamin “Geçmişin gerçek imgesi uçucudur. Geçmiş ancak, bir daha görünmemek üzere kendini gösterdiği an, birden parlayıp aydınlanıveren bir resim olarak yakalanabilir” diyor. Romancının uçucu olan bu imgeyi yakalama şansı nedir sizce? 

Herhangi bir şeyi yahut birini anlama ihtimaliniz ona ne kadar uzun baktığınızla ilgilidir. Kime, neye uzun bakarsanız onu bir biçimde sevmeye, ya da en azından anlamaya başlarsınız. Aslında biz buna tanımak da diyebiliriz. Geçmiş olup bitmiş, yanıp sönmüş olması itibariyle bize bu şansı pek vermiyor gibi görünebilir. Ama bir yandan da tam da bugünle bağından ötürü bitmediğini, her an uç uca eklenerek sürdüğünü, devam ettiğini de düşünebiliriz. Yani geçmiş belki de olup biten değil, gittikçe büyüyerek devam eden, süren bir şeydir.

SAKLI BAHÇELER HARİTASI, Nermin Yıldırım, Doğan Kitap, 2013.

0 yorum:

Yorum Gönder