“Tina Modotti ha muerto” (Ahmet BÜKE)

Eğer iyi bir romancı olsaydım bu metne şöyle başlardım: “Hayatımda benimle ilgili ikinci telgraftı bu. İlkini babam ben doğduğumda Gördes PTT Müdürlüğü’nden Postacı Reşat marifetiyle kendine çektirmiş; “Bir oğlum oldu. Yaşarsa karakaşlı ve hüzünlü olacak. Doğmasaydı daha fena olurdu her şey ama…”

Fakat ben alaylı bir öykücü olduğum için böyle yazmayacağım elbette. Zira öykücüler eski bir yalan üzerine kurmazlar metinlerini. Henüz söylenmemiş yalanlar onların koynunda ve de boynundadır. Zaten babam da kendine böyle bir telgraf çekmedi.

[Buna öykünün “Büke Paradoksu” diyecekler ileride. Cahit Arf kaleme alacak.]

Ama ben dün bir telgraf aldım.

“Portakal reçeli zamanı geliyor. Sen de gelsen keşke.” İmza: Tina Modotti.

Kumru Kamil, “Ben yola falan çıkamam abi,” dedi. “Hem kadın seni çağırmış işte.”

Sırt çantamı hazırladım. Diş fırçam, tansiyon ilacım, Behçet Çelik’in Düğün Birahanesi, iki kat çorap, iç çamaşırı. Pasaportumu da koyuyordum az daha ama Kumru Kamil o kadar güldü ki, kendime geldim.

Yenikapı’ya kadar dolmuşla gittim. Devlet Öykücüyü Destekleme Fonunun verdiği çeki bozdurdum. Cessna 206H ile 6 gün sonra Mexico City’nin bulutları arasındaydım.

Telgrafın arkasında Ayrılık Çeşme Sokak yazıyordu. Havaalanında taksiciyle sıkı pazarlığa giriştim. 120 Pesodan aşağıya inmedi. Hem onun aracını tercih edersem şehrin en iyi Cointreau portakal likörünü yapan yerinin önünden de geçirebilirmiş yolunu.

Dediği gibi de yaptı. Zocalo Meydanı’ndan sola saptık. Acapulco Caddesi’nin tam ortasında duran çivit mavisi panjurları açık barın önünde durdu. Camı indirdim. Dünyanın bütün güzel kokuları burada toplanmış gibiydi.

120 Pesoyu avucuna sayarken mutluydum gerçekten.

Gerçi iyi şeyler kısa sürebilir bu hayatta. Doğru yerdeydim fakat ev numarası yazmıyordu telgrafta. Sokak boydan boya turunç ağaçları ve iki katlı evlerle doluydu. Çaresizce yürüdüm. Mexico City Belediyesi yazan bir banka çöktüm çaresiz.


Böyle çaresiz anlarda –mesela İzmir Fuarı’nda kaybolduğum günlerde- ağlardım. Çok işe yarardı. Biraz zorladım kendimi. İşkencede ölen arkadaşlarımı düşündüm falan. Ama olmadı. Yanıma yaşlı bir kadın oturdu.

“Hayırdır evlat,” dedi.

“Bayan Modotti’nin evini arıyorum.”

“Şu fotoğrafçı kadın mı?”

“Evet.”

“Bak karşıdaki ev. Balkonundan sana bakıyor zaten.”

Koşarak gittim.

Uzun uzun Tina’nın yemeklerinden bahsetmek isterdim ama bu konuda söz aldı. Bundan hoşlanmıyormuş.

“Peki,” dedim. “John Berger’den girelim lafa, ‘Bütün fotoğraflar bize unuttuklarımızı hatırlatmak için vardır,’ demiş abi. Senin fotoğraflarını neden unutamıyoruz acaba?”

“Terasa çıkalım mı,” dedi.

Nü fotoğraflarını çektirdiği yere çıkacaktık nihayetinde. Kalbimin hızını mazur gördüm.

Bütün mahalle ayaklarımızın altındaydı.

“Aslında unutmak ve hatırlamak fotoğrafın ilgilendiği konular değildir,” dedi.

“Fotoğrafı benzersiz kılan asıl özellik onun ‘itme’ gücünde yatıyor. İyi fotoğraf öykünün kodlarını kullanır. Okuyamayacağımız ama hissedebileceğimiz bu kodlar görüntüyü iter, ortaya çıkan boşluğu önce sözlü sonra da yazılı anlatı doldurur. Erki gerçekten korkutan da bu bana kalırsa. Fotoğraf, sıradan denilen ve güçlülerin harcı âlemden saydıkları insanları öykü anlatıcısına dönüştürebilir. Öykü ayak takımının eline geçerse şehirler zengin uçlarından tutuşabilir.”

Portakal reçeli çıkardı son kahvaltımızda.

Ekmek de kızartmış.

“Bazen sizinkileri burada görüyorum,” dedi.

“Uzun boylu, bıyıklı, durmadan “Adalıyım” şiirini okuyan bir oğlan var. Hiç fena değil bence.”

Devrimci Fotoğrafçı Tina Modotti, Margaret Hooks, Agora Kitaplığı, 2008

0 yorum:

Yorum Gönder