Yoksullukla Mücadele Mi? (Ayşe KAYA)

Neoliberal politikaların refah devletini ortadan kaldırdığı günümüz koşullarında sosyal politikanın nesnesi artık yoksullar, kadınlar, kimsesizler, yaşlılar vb. sınıf dışı diyebileceğimiz kesimler. Dünya Bankası, IMF, OECD gibi kapitalist iktidarı uluslararası ölçekte temsil eden ve yeniden üreten örgütler genel olarak tüm kapitalist devletlerin ama özellikle azgelişmiş ülkelerin daha fazla “sosyal politika” gündemini belirliyor. Kapitalist iktidarın ajandasındaki gündem ve başlıca söylem, “Yoksullukla Mücadele”. Söz konusu söylem hâkim hale geldikçe sosyal politikanın tarihi de geriye dönük yeniden okunuyor.

Tarihsel bağlamda sosyal politikanın ilk örnekleri diyebileceğimiz 18. ve 19. yüzyılda İngiltere’deki uygulamalar da hedefine yoksulları koymaktaydı. Gerçekten de sosyal politikanın ilk örneklerinin İngiliz Yoksul Yasaları olduğunu söylemek pek yanlış sayılmaz. Kraliçe Elizabeth Döneminde oluşturulan Eski Yoksul Yasalarının tadilatıyla ortaya çıkan Speenhamland Sistemi geliri olmayan asgari yardımı yoksul işçilerin de ücretlerinin desteklenmesini öngörerek emekçi sınıfın asgari fizyolojik ihtiyaçlarını karşılayarak “öldürmeden” yaşatmayı hedefliyordu. 1834 tarihli Yeni Yoksul Yasası ile İngiltere’de emekçiler ile işgücüne katılamayacak durumda olanlar arasına bir sınır çekilerek yoksulluk tanımı yapılmış ve yardımlar sadece yoksul olarak tanınan bu kesimi hedeflemişti. Yardım alan potansiyel işgücü (işi olmayan yoksullar) ve aktif işgücü (yoksul işçiler) “tembellik ederek”, ya yardıma güvenerek çalışmıyor ya da işini aksatıyordu. Yoksullara yardımın finansmanı da belli bir kurumsal düzenlemeyi öngörmüyor, kapitalistin “hayırseverliğine ve cömertliğine” dayanıyordu.

Türkiye’de Yoksullukla Mücadele Söylemi

“Yoksullukla Mücadele” söylemi, Türkiye’de Dünya Bankasının şekillendirdiği politikalarla 1990lı yıllarda kamu harcamalarının azaltılması tartışmaları bağlamında ivme kazanmış, 2000li yıllarda sosyal politikanın ana gündem maddesi olmuştur. Politikaların uygulanmasının başlıca yolu, ayni ve nakdi gelir transferleri olmuştur. Dünya Bankası’nın mikrokredi uygulamaları Türkiye’de denenmeye başlamış, sivil toplum örgütleri “sosyal sorumluluk” çerçevesinde ön plana çıkarılmış ve devletin bir kurumu olarak Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı sosyal politika uygulamalarının yürütücüsü haline getirilmiştir. Yoksullukla Mücadele söylem ve politikaların tatbiki üzerine sadece devlet ve bürokrasi kademeleri değil, üniversite ve kitle örgütlerinden de entelektüel düzeyde girişimlerde bulunulmuştur.

Türkiye’de yoksullukla mücadele söylemini sosyal politika çalışmalarında yankısını bulmuştur. Eleştirel tutumuyla birlikte Ayşe Buğra bu söylemin Türkiye’deki temsilcilerinden biridir. Ayşe Buğra’nın paylaştığı sorunsal, hâkim söylemin de sorunsalıdır: sosyal politikayı yoksullukla mücadele olarak düşünmek. Buğra, Kapitalizm, Yoksulluk ve Türkiye’de Sosyal Politika kitabında şöyle yazar: “Sosyal politikanın temel sorusu … kapitalist ortamda biçimlenir: Yaşlı olduğu için, hasta olduğu için ya da sadece iş olmadığı için çalışamadığı durumlarda, veya aldığı ücret sosyal olarak belirlenmiş bir asgari geçim düzeyini altında kaldığı zaman, çalışarak kazanmak durumunda olan mülksüz insana ne olur?” ve daha önemli gördüğü ikinci bir soruyu ekler: “yoksulların varlığı toplumsal varoluşu nasıl etkiler? (s. 10)”. Buğra bu soruları ortaya attığında merkezinde işçi sınıfının olduğu iddia edilen sosyal politikayı, işçi sınıfını içine alacak şekilde “yoksul” kategorisine indirger.
Sosyal politikanın yapısal işsizleri ve sınıf-dışı kesimleri içeren bir yoksul kategorisi ile tanımlanması aslında refah devleti döneminde hâkim sınıf tarafından ürkekçe de olsa toplumun kurucu unsuru olarak kabul edilen işçi sınıfını dışlar. Artık işçi sınıfı toplumun herhangi kesiminden biri haline gelmiştir ve pekâlâ o da yoksul olabilir, yoksul olduğu müddetçe sosyal politikanın nesnesi haline gelebilir. Elbette Buğra refah devleti döneminde sosyal politikanın merkezinde yoksulların olmadığının farkındadır: “Refah devletiyle birlikte gündeme gelen sosyal dayanışma anlayış, daha önceki dönemlerin sosyal politika tartışmalarından önemli bir biçimde ayrılıyordu … Artık … sosyal politikanın konusu … herkesi ortak bir ‘vatandaşlık statüsü’ temelinde birleştiren önlemler paketiydi (s. 66)”. Yine burada da sınıfsal konumları kapsamakla birlikte merkezde “vatandaşlar” yer alıyordu. İşçi sınıfının mücadele sonucunda “vatandaş” olduğu ve belirli ekonomik ve sosyal haklara sahip olduğunda kimsenin şüphesi yoktur ve bu şu anlama gelir: Sosyal politika vatandaşlık temelinde tanımlanıyorsa olsa bile bu sınıf mücadelesinin sonucudur.

Sosyal politika meselesini sınıf mücadelesi ekseninden kaydırdığınızda sadece “teorik” bir yanlış yapmış olmazsınız, aynı zamanda yanlış pratik önermelere de kapı aralarsınız. Çünkü sosyal politika aynı zamanda belli bir pratikler kümesine de işaret eder. Sosyal politika, bir sorunun çözümü için yapılması gerekenlere dair önerileri de içerir. Sınıf mücadelesi ekseninden kaymış sosyal politika kavrayışının eksikliklerine Buğra’nın “vatandaşlık temelli gelir” önerisi üzerinden bakalım.

Vatandaşlık Geliri

Kapitalist devletler için yoksulluk, çözülmesi gerekenden ziyade yönetilmesi gereken bir sorun olarak ele alınmaktadır. Bu bağlamda bir “çözümleyici” olarak vatandaşlık geliri öne çıkmaktadır. Nakdi yardım şeklinde uygulanacak vatandaşlık gelirine ilişkin Buğra’nın da belirttiği temel savlar, işçinin pazarlık gücünü artacağı ve temel sınıf eşitsizliğini dengeleyen rol oynayacağı yönündedir. Literatürde “temel gelir” veya “sosyal ücret” olarak da anılan vatandaşlık geliri, emek piyasasında yer alan ve/veya mal varlığına sahip olmayan bireyleri kapsayan sosyal koruma mekanizmasıdır. Kamu kurumları aracılığıyla doğrudan veya gelir/mal testleri ile dolaylı olarak tespit edilen vatandaşlık geliri, resmi istatistiklerde belirlenmiş “yoksulluk sınırının” altında yaşayan bireylere verilmektedir; bu yolla yoksulluğun etkisinin palyatif olarak azaltılabileceği düşünülmektedir.

Kamu bütçesinden, kurum kaynaklarından ve vergilerden finansmanı sağlanacak vatandaşlık geliri, özünde, yoksulluğa neden olan emek-sermaye gibi sınıfsal toplumsal çelişkilerin etkilerinin “kabullenilebilir” düzeye çekilmesine hizmet etmeyi amaçlamaktadır. Yoksulluğun sürekliliğine yol açan üretimde ve bölüşümdeki adaletsizliğin vatandaşlık geliri yoluyla sadece bölüşüme odaklanarak çözülebileceğine inanılması büyük bir yanılgıdır. Çünkü vatandaşlık geliri, yine emekçilerin ücretlerinden veya ödediği dolaylı vergilerden temin edilmesinden ötürü emekçilerin sağ cebinden sol cebine konması gibi bir anlama gelmektedir. Yoksulluk sınırının üzerinde bir ücret veya herkese istihdam talep etmek yerine vatandaşlık gelirine odaklanmak, buradan bir politika önerisinde bulunmak, egemen sınıfların istediği türden bir çözümdür.

KAPİTALİZM, YOKSULLUK VE TÜRKİYE’DE SOSYAL POLİTİKA, Ayşe Buğra, İletişim Yayınları, 2008.

0 yorum:

Yorum Gönder