Patika Yayınevi tarafından okurla buluşan “Yasak Kitap", Deniz Faruk Zeren'in 25 öyküden oluşan ilk öykü kitabı. Kitabı elime alınca bırakamadım. İki günde bitirdiğim öyküleri geri dönüp bazı bölümlerini işaretledim. Ve Zeren’in kitabı hakkında yazmalıyım deyip sıraya koydum.
Zeren’i iki
nedenle kutluyorum. Birincisi “en alttakileri” yazma cesareti gösterdiği için.
Malum postmodern dünyada bazı eleştirmenler, “hâlâ mı yoksulluk edebiyatı, devrimciler,
sınıf, emek… bunların modası geçti kardeşim…” diyerek “saksıdan” konuşmaya
devam ediyorlar. Sanki dünyada emek, sanki dünyada sınıflar, sanki iş
cinayetleri, sanki bunlara itiraz eden muhaliflerin varlığı ve onların uğradığı
zulüm ortadan kalkmış gibi.
Zeren’i
kutlamamın ikinci nedeni ise, “en alttakileri” kaba gerçeklikle-sloganla değil,
estetize ederek ve sağlam kurgularla işlemiş olması. Çehov’dan Sabahattin
Ali’ye, Sait Faik’ten Panait Istrati’ye uzanan geleneği geliştirmiş.
Harmanlayıp kendi üslubunu yaratmış. Zeren’in yakın olduğu akım “Sosyalist (Toplumcu)
gerçekçilik.” Ama ülkemizde Sosyalist (toplumcu) Gerçekçilik hakkında yanlış
yorumlar var. Bir sosyalistin hâlâ ve mutlaka 1930’larda manifestosu ilan
edilen ve sosyalizmin inşası döneminde yani özel koşullarda benimsenen bu akım
dışında başka arayışlara girmesi bazı çevrelerde “ayıp” karşılanıyor. Bu
“sanatta” statükoculuktur. Oysa bu akım dışında yazan-çizen “sosyalist”
sanatçılar da var. Örneğin sosyalistlerin baş tacı ettiği, Picasso’nun
“Guvernica” adlı tablosu sosyalist gerçekçi değil, Kübist bir eserdir. Picasso’nun
kendisi de –bir dönem hariç- sosyalist gerçekçi değildir. Yine ülkemiz
devrimcilerinin severek okuduğu, ölene kadar komünist partisi üyesi olan Luis
Aragon’un “Elsa’ya mektuplar” adlı eseri sosyalist gerçekçi değildir. Kaldı ki
Aragon da hiçbir zaman sosyalist gerçekçi olmamıştır. Sürrealisttir. Devam edeyim
Frida Kahlo ve Rivera Diego, komünist ressamlardır. Ama sosyalist gerçekçi
değillerdir. Velhasıl soldan bakan yazar ve eleştirmenler bunları bilip, “postmodernizme”
tepki olarak statükoculuk tuzağına düşmemelidir derim.
Deniz Faruk
Zeren’in öykülerinde de sosyalist gerçekçilik ile eleştirel gerçekçilik
harmanlanması söz konusu. Hatta bazı öyküleri için “büyülü gerçekçilik” akımına
yakın diyebiliriz. Bu durum ne Zeren’in sosyalist kimliğine ne de
kurgularındaki ustalığa gölge düşürmez. Onun kısa öykülerinde John Steinbeck,
Yaşar Kemal ve G. G. Marquez tadında etkili betimlemeler var. Bu da Zeren’in
düz yazı ustalığını gösteriyor. Ve ben, iyi ki diyorum yazar, şiirden düzyazıya
doğru yolculuk yapmış.
Zeren’de
bazı imgelerin sık sık tekrarlanması, o imgelerin – sözcüklerin bilinçli
tekrarı düz yazıya müzikten giren, ritim-nakarat anlamına gelen “Leitmotive”e
yol açmış. Yani bazı imgelerin- sözcüklerin bilinçli tekrarı öykülerine renk
katmış. Riskli bir deneme yapmış Zeren ama bunu da başarmış. Örneğin “Kimyasal” adlı “eleştirel gerçekçilik”
akımına yakın bulduğum öyküsünde yinelenen “birbirinin” ve “gece” ile “Kokarca” adlı öyküsündeki “koku”
sözcüklerinin tekrarı, öyküyü zayıflatmamış tersine canlandırmış. Metne okurun
hissedeceği melodi katmış. “Bayram yeri”
adlı öyküsünde “sessizce”, ve “mor-mürdüm” sözcükleri imgeden simgeye dönüşen
leitmotive örnekleridir. Bu öyküde monolog tercih edilmiş. Ayrıca illegal örgüt
üyelerinin de aşık olabileceklerini, aşk yaşayabileceklerini, sevişecek kadar
sağlıklı insanlar olduğunu çağrışımlarla okuyucuya göstermiş. Öyküde hiçbir
abartma yok. Uzun yıllar “illegal” yaşamak zorunda kalan bir insan olarak
öykünün “gerçekliği” beni etkiledi.
“Dezza”da (ve diğer birçok öyküsünde)
“soğan” sözcüğü sık geçiyor. “Soğan”, akış içerisinde, “siyah zeytin” gibi en
alttakilerin simgesi oluyor. Ya da bana öyle geldi.
“Badem ağacı, Çikçiko ve havalı” adlı
öyküsü modern çağın öldürdüğü, plastikleştirdiği çocuk oyun ve oyuncaklarını
konu edinmiş. Cervantes’in Don Quichot’unu anımsadım okuyunca. Ve tabi
çocukluğumun oyunlarını. Ama iyi bir öykü çıkmış ortaya. Sağlam bir örgü ile.
“Bulantı”, şizofrenik bir öykü. Tabi
böyle bir tanım yok. Bu öyküde, satır aralarına insanlığın önünde duran “emek
ve çevre” gibi önemli bir başka sorunu, “kimlik” sorununu gizlemiş yazar. Bir
derdi var, söyleyecekleri var. Belli. Ama miting alanında olmadığının, sanat
yapmaya uğraştığının bilincinde. Bu bilinçle öykülerinde hazır
kalıplar-sloganlar yok. İmgeler- simgeler var. 21. Yüzyılda “yazın”ın geldiği
aşama bunu gerektiriyor. Artık “eser”in tamamlanması için okuyucuya boş sayfa
bırakmalı. Yani okuyucu da çaba harcamalı. Her şeyi hazır almamalı. Metnin
–şiirin, tuvalin içine girip kendini katmalı. Neruda’nın dediği gibi: “Gerçekçi
olmayan bir şair (ya da yazar b.n.) ölüdür ve yalnızca gerçekçi olan şair de
ölüdür.”
Zeren bu
hakikati kavramış.
Devam
edeyim. “İzmarit” adlı öykü de bir
gerilim filmi gibi akıyor ve okuyucu ipi göğüsleyip “ah” diyor. “ah aşk”.
“Karakol”, insanı gülümseten trajikomik bir öykü. İzgü ve Nesin
ustalığında.
“Arnavut biberi” ise, “Karakol”un sonunda yüzümüze konan gülümsemeyi
donduruyor. Hızlı bir geçiş. Sanki bir yolculukta, gerçekten kopmuş kahkaha
atarken hızla önümüzdeki arabaya çarpıp şok geçiriyoruz. Sarsılıyoruz. Öfke ve
acıdan yüzümüz buruşuyor. Allah kahretsin “acı” bu kadar güzel betimlenmez ki
diyoruz. “Arnavut biberi”nde yazar acıyı – ölümü, doğumla bastırmaya çalışmış.
Ama ölüm ağır basıyor. Doğum bizi rahatlatmıyor.
Erik zaman’ında yıl-mevsim ağaçlarla- çiçeklerle betimleniyor.
Sahi diyoruz. Zaman – saat - takvim kimin için, kime göre. Uygarlık nedir. Doğanın
saati ya da biyolojik saatimiz neydi acaba. Unuttuk. Ya da hiç bilemedik.
“Wernicke Korsakov” adlı öykü de usta işi. Bu dram ancak böyle
anlatılabilirdi. Doğrusu cesaret isterdi bu konuyu sanatla biçimlendirmek ve
indirgemek. Zeren’i bu nedenle özel olarak kutlamak gerekiyor.
Okuyucuya bu
kadar bilgi yeter sanırım. Yazı daha fazla uzamasın diye burada kesiyorum. Peki,
eleştirim yok mu? Var tabi. Birkaç maddi hata var. Örneğin silahın haznesine
mermi sürer ve ateş etmezseniz horoz kalkık kalır. O halde tabancayı belinize
koyamazsınız. Kazayla patlayabilir. Yavaşça horozu indirmelisiniz. Zeren bu
önemli detayı atlamış. Bir başka öyküde de “ve biz çarpışma halinden çok
uzağız” cümlesi bir diyalogda geçiyor. Monolog olsa tamam ama konuşma dilinde
didaktik kalıyor… gibi…
Velhasıl
Deniz Faruk Zeren’e teşekkür ediyorum. “öykü”ye olan sevgimizi ve umudumuzu
yeniden tazelediği için.
okayadil@hotmail.com
YASAK KİTAP, Deniz Faruk Zeren, Patika Yayınları, 2014.
YASAK KİTAP, Deniz Faruk Zeren, Patika Yayınları, 2014.
0 yorum:
Yorum Gönder