Türkiye’nin Kalbi, Kabul Günleri Üzerine... (Sırma KÖKSAL)

Sevgi Soysal’ın 1972, 1973 ve 1976 yıllarında Yeni Ortam, Yenigün ve  Politika’da yer almış yazılarından İpek Şahbenderoğlu tarafından derlenmiş olan Türkiye’nin Kalbi, Kabul Günleri adlı kitabı geçtiğimiz günlerde İletişim Yayınları tarafından yayımlandı. İyi de oldu. Her şeyden önce, günün peşinde koşmaktan sevdiği yazarlara yeniden dönmeye zaman bulamayanların yeniden Sevgi Soysal’ı ele alması için zorunlu bir izin belgesi. Öte yandan, ismini duymuş ama kitaplarını henüz okumamış, belki biraz “klasik” kalacağını düşünüp elini korkak tutan genç kuşaklar için de iyi bir tanışma olanağı. Gazete yazılarının bunun için en uygun adım olmayacağını düşünenler varsa eğer, onlarla aynı görüşte olmadığımı baştan söyleyeyim. Öncelikle yıllar sonra derlenmiş bu yazıların yazıldığı günlerin ikliminin ne olduğuna ilişkin Aksu Bora ile Tanıl Bora’nın ortak kaleme aldıkları önsöz son derece açıklayıcı ve yazıları yerli yerine oturtuyor. Ayrıca günümüzde 140 karakterle derdini anlatma ekonomisini kazanmış genç kuşaklara da akraba bir duygu taşıyor. Özellikle Hatice Hanım karakteriyle örülmüş olan yazıların her biri birer kısa öykü duygusunda.

Belki bu derlemede esas üzerinde durulması gereken Hatice Hanım karakteridir ama yine de ben bu yazıya, kitabın da ilk yazısı olan “İnanın, Turist Değilim” ile başlamak istiyorum. Tante Rosa’dan başlayarak hep buralı olup olmadığı tartışılmış olan Sevgi Soysal’ın asla “turist” olmadığını anlamak önemli çünkü.

Bu yazıda Sevgi Soysal Adana’da sürgün olduğu dönemde kaldığı oteldeki ve Adana’daki günlerini anlatırken, siyasi sürgünlüğün sıradan insanların gözündeki yabancılığının ve anlaşılmaz durumunun yarattığı yalnızlığı kırabilmek için neredeyse bir çığlık gibi, “İnanın, Turist Değilim” diyor. Herhalde epey “Avrupai”, otuzlu yaşların ortalarındaki bu sarışın ve yalnız kadın epey bir turist muamelesi görmüştür o yılların Adana'sında. Gelin görün ki bu coğrafyanın tüm sorunlarına gözünü dikmiş, pamuk tüccarlarının şaşaalı pavyon maceralarıyla anılan bu kentin en yoksul mahallelerinin çocuklarını, yoksulluğunun neredeyse fantastik sonsuzluğunu ve bütün bunları yaratan temel adaletsizliği en yalın haliyle gören ve aktaran bu kadın, yabancı ellerden gelmiş ve gördüklerinden şaşkın, hassas bir insan evladı olmaktan çok uzaktır. O bu dünyayı ne sevecen bir “Ah bu koşulların gözü kör olsun!” duyarlılığıyla ne de “Her işin başı eğitim şekerim,” böbürlenişiyle izler. O sadece, ne olduğunu hiç gizlemediği, uğruna da ağır bedeller ödediği siyasi görüşlerinin çerçevesinden mesafesini koruyarak bakar. Sevgi Soysal'ın okurlarına geçirdiği en temel duygu budur: Bir kamera! Fotoğrafı çekmek için elimize aldığımız kameranın vizörü. Bak ve gör, der, önce gör.


Ama onun hep buralı olup olmadığına ilişkin tartışmalara karşı da bir çığlık gibidir “İnanın, Turist Değilim” demesi.

Buralı olup olmaması tartışmasını ateşleyen Tante Rosa’dır elbette, ismiyle de yaşamıyla da bu coğrafyanın kadını olmayan ama düştüğü tuzaklarla her yere ait olan bir kadındır o ama gelin görün ki bazıları için “yerli” olmak çok önemlidir. Bazı açılardan haksız da sayılmazlar, buralı olmayan çok şey vardır onun edebiyatında.

Her şeyden önce Türk edebiyatı ana eğilimleriyle geleneksel olarak duygusal bir edebiyattır. Başlangıçlarında ya neredeyse “acıklı” öyküler ya da yine neredeyse bir dedikoducunun acımasız mizah duygusuyla verdiği ürünler ağırlığını koyar. Bir yanda, Siyah Gözler’den Halit Ziya’ya ve oradan daha nicelerine toplumsalın aileyle sınırlı kaldığı, sınıfsal bakışın karakterin kaderine ilişkin bir dram olarak yansıtıldığı, duygulara ve vicdana seslenen bir edebiyat;  diğer yandaysa Araba Sevdası’ndan Hüseyin Rahmi’ye karakterin fark edilen her ayrıntısının kendisinin aleyhine bir delil olarak kullanıldığı hiciv ağırlıklı bir edebiyatı. Toplumsal olan ise –her ne kadar batılılaşma sorunuyla alttan alta hep var olmuş olsa da–  milli edebiyatla ancak bir tema olarak girmiştir Türk edebiyatına. Toplumsal olanın edebiyatta bir tema değil de edebiyatın kendisine ilişkin bir mesele olmasının en önemli romancısı Orhan Kemal ise, geçmişin mirasıyla sıkı sıkıya bağlantılıdır. Orhan Kemal karakterlerini sever. Onları kader mahkûmları olarak görür. Toplumsal eşitsizliğin, yaşamın bu kurgulanışıyla haksızlıklarının farklı da kurgulanabileceğinin bilincindedir ama bu eşitsizlik birçoklarını kurban olarak görmesine yol açar ve onları özne olarak görüşünü zayıflatır. Bu eğilim birçok toplumcu gerçekçi yazarda da izlerini uzun zaman koruyacaktır. Bu eğilimi kıran, karakterini öncelikle özne olarak gören yazarlardır ki, edebiyatımızı temelli değiştirip geleneklerini yıkmış, onu özgürleştirmişlerdir. İşte ana akımın dışında bırakılmış birkaç öncül dışında bu değişimi en güçlü biçimde yansıtan yazarlardan biridir Sevgi Soysal. Türk edebiyatında onu özel yapan unsurlardan biri onun kötülükle kurduğu ilişkidir. Ne Orhan Kemal’deki gibi toplumsalın insana bulaştırdığı bir şeydir ne de Leyla Erbil’deki gibi yaşamın içine genişleyerek onu kapsamaya çalışan bir oluştur. Kötülük Sevgi Soysal’da herkesin içinde var olan, fırsat bulunca ortaya çıkan ve öncesinde de sonrasında da orada kalarak yaşamın sürekliliğinde yerini alan bir durumdur. Doğrudan doğruya sıradan kötülüktür onun anlattığı. Bu nedenle bireyin toplumsalla bağını kurarken iyi insanların lekelerinden temizlenmelerini, ya da kötünün tehdidini görmez, insanın önce kendisinde başlayacak olan mücadelesini işaret eder. Bu açılardan bakıldığında toplum-birey sorununa en batılı yaklaşan yazarların başında gelir. Eğer kastedilen buysa gerçekten pek buralı değildir. Kitaptaki yazıların birçoğuna konu olan Hatice Hanım’a olan yaklaşımı da bunu çok iyi anlatır. Hatice Hanım’ın kötülüğü yüzeysel bakışındaki bencillik, çıkarcılık ve hadi açık söyleyelim, sığ sağcılık değildir. Onun kötülüğü sıkıştığında “Aman ben bilmem!”, “Ay bana ne!” deyip omuz silkip arkasını dönüvermesi, ama hiç kendini sorgulamadan aynı kalmasıdır. Car car konuşabilmesi ama iletişim –kuramaması değil– kurmamasıdır. Bundan daha buralı olan kaç şey tanımlayabilirsiniz? Peki ya bunu bu kadar net, bir fotoğraf çeker gibi göstermiş kaç yazar bulabilirsiniz? İş buranın meselelerine gelince,  ödediği bedeller göz önüne alınınca da Sevgi Soysal sonuna kadar buralı bir yazar olarak çıkar karşımıza – ki bu kitaptaki yazılar da bunun en iyi belgeleri.

Sözü bitirmeden... Hani okurluk metinler arasında kendi bildiğince gezinmek keyfidir ya... Sizce de Hatice Hanım, Vüsat O. Bener’in “Havva” öyküsündeki anneyle aynı kadın gibi durmuyor mu?


TÜRKİYE'NİN KALBİ KABUL GÜNLERİ, Sevgi Soysal, İletişim Yayınları, 2014.

0 yorum:

Yorum Gönder