Sosyal politika, Batı’da refah devleti olgusunun ortaya çıkışı ile birlikte kurumsallaşarak toplumsal bütünlüğü sürdürmeyi amaçlayan uygulamalar setini tanımlamaktaydı. Kapitalizmin “Altın Yılları” boyunca emekçiler refah devleti tarafından sağlanan bazı olanaklara sahip oldular; sosyal güvenlik, sendikalar ve toplu sözleşme düzeni, emek lehine iş yasaları, sosyal yardımlar, asgari ücret, kamusal sağlık, eğitim, konut ve ulaşım hizmetleri... Bu dönemde sermaye emeğin yeniden üretim koşullarında devlet tarafından düzenlenen bazı görece iyileştirmeleri kabullenmişti. Emeğin üretkenliği belli bir düzeyin üstünde kaldığı ve kapitalizm büyümeye devam ettiği, yapısal krize girmediği sürece de bu “toplumsal uzlaşma, barış, uyum” bozulmayacaktı.
Bilindiği gibi dünya kapitalizmi 1970lerde krize girdiğinde sermayenin ilk tepkisi emeğe sağladığı olanakları geri almaya çalışmak oldu. Sendikalar toplumdışı, neredeyse yasadışı ilan edilerek baskılandı; işçi ücretlerinde çarpıcı düşüşler yaşandı; sosyal yardımlar azaltıldı; eğitim, sağlık, konut, ulaşım gibi kamusal hizmetlere sınırlandırmalar getirildi; iş yasaları işveren lehine yeniden düzenlendi. Neoliberal politikalar refah devletini hemen hemen ortadan kaldırdı. Günümüzde sosyal politika denilen şeyin artık emekçilerle herhangi bir alakası kalmadı; sosyal politika, artık daha çok yoksullar, kadınlar, kimsesizler, yaşlılar vb. “sınıf dışı” diyebileceğimiz grupları kapsayan bir biçim kazandı.
Emekgücünün Metalaşması
Refah devleti döneminde kurumsallaşan sosyal politika ile işçi sınıfı arasındaki ilişkiyi anlayabilmek için kapitalizmde emekgücüne odaklanmak gereklidir. Piyasanın hâkim hale gelmesi üretim araçlarına sahip olmayan işçi sınıfını iki açıdan piyasaya bağımlı kılar. Birincisi, ihtiyaçların artık önemli bir bölümü piyasadan satın alınmak zorundadır. İkincisi, bunları alabilmek için insanlar hayat enerjilerini yani emekgücünü emek piyasasında satışa çıkarmak zorundadır. Kapitalizm emek-gücünü piyasada alınır satılır bir meta haline getirir.
Sermin Sarıca Tülay Arın’a Armağan kitabındaki “Sosyal Hakların Emekgücünün Meta Niteliği Üzerindeki Etkilerine Dair Düşünceler” makalesinde sosyal politikanın emekgücünün metalaşması üzerindeki etkilerine dair iki farklı yaklaşım olduğunu belirtir. İlk yaklaşım sosyal politikanın emekgücünün meta niteliğini zayıflattığını iddia eder. Dekomidifikasyon (meta niteliğinin zayıflaması) tezine göre “kapitalizmin yıkıcı dinamiklerini telafi edici ya da tersi yönde işleyecek kalıcı düzeltici önlemlere hep ihtiyaç duyulmuştur (s.403)”. İşçi sınıfının mücadelesi özellikle devleti bu önlemlerin alınmasına zorlamıştır. Devlet müdahalesi de değişik biçimlerde bu sürecin düzenleyicisi olmuştur. Emek gücünün meta niteliğinin zayıflaması “bireylerin ya da ailelerin piyasa katılımında bağımsız olarak sosyal açıdan kabul edilebilir yaşama standardını gerçekleştirebilmesi” demektir. Böylelikle emekgücünün piyasaya olan bağımlılığı azalır.
Söz konusu yaklaşım içerisinde sosyal politikalara geliri yeniden dağıtan, piyasanın ve sermayenin çıkarlarından ziyade işçinin ve yoksulların konumun güçlendiren bir işlev atfedilir. Bu politikaların uygulanması ve kapsamının genişlemesi sol partiler, sendikalar vb. sınıf örgütlerinin gücü ile bağlantılıdır. Bu sınıf örgütlerinin gücü ve etkisi zayıfladıkça sosyal politikalar ya gündemden düşer ya da uygulanmaz hale gelir. Böylelikle rekomodifikasyon (emekgücünün meta niteliğinin yeniden güçlenmesi) süreci başlar. Sosyal politika açısından, neoliberal dönüşüm süreci diğer deyişle refah devletinin ortadan kalkması bu kavramla açıklanabilir.
Sosyal politikanın emekgücünün metalaşması üzerindeki etkilerine ikinci yaklaşım ilk yaklaşımın tezlerine itiraz eder ve sosyal politikaların emekgücünün meta niteliğini güçlendirdiğini öne sürer. Bu yaklaşım sosyal harcamaların emekgücünün piyasaya daha az bağımlı kıldığını iddia eden dekomidifikasyon tezinin aksine sosyal politikanın emekgücünün yeniden üretim masraflarını toplumsallaştırdığını, yükü tekil kapitalistlerin sırtından alıp, devletin ya da ailenin (kadının üzerine) yıktığı da söylenebilir (s. 406)”. İkinci itiraz noktası olarak sosyal harcamaların kapitalistlerden daha çok çalışan kesimin gelir vergileri ile finanse edildiğinin altı çizilir. Bu çerçevede sosyal harcamalar emekgücünü piyasaya daha az bağımlı hale getirmekten ziyade işçinin verimliliğin artırır ve bunun sonucunda yükselen artı değerin bir kısmı üzerinden sosyal politikaların finansmanı sağlanır.
Eğer kapitalizmde emekgücünün metalaşmasının anlamı; emekgücünün esnekliğini, mobilizasyonun ve niteliklerinin emek piyasasında mübadele edilmeye daha yatkın hale getirilmesiyse sosyal harcamalar (eğitim, sağlık, vb. hizmetler) emekgücünün metalaşmasını güçlendiren bir işleve sahiptir. Örnek olarak, finansmanını tekil kapitalistin yüklenmediği eğitim harcamaları kalifiye işgücünün yetiştirilmesi anlamına gelir. Sağlık harcamaları işgücünün “sağlıklı” yeniden üretimini tekil kapitalistin sırtından alınıp devlete yüklenmesi demektir. Ulaşım hizmetleri emekgücünü evinden işyerine işyerinden evine taşır. Bu bağlamda sosyal politikalar, işçi sınıfı ve kapitalistler arasında aslında kapitalistler lehine olan bir uzlaşmayı ifade eder.
Aslında iki yaklaşımın bakış açısından da emekgücünün koşullarında görece iyileşmeden söz edilebilir. Hardt ve Negri’nin “emeğin anayasallaştığı” süreç olarak nitelediği refah devleti, emeğin toplumun kurucu unsuru olarak kabul edilmesidir. Ekonomik ve sosyal haklar işçi sınıfının taleplerinin toplumsal sözleşmeyi ve güçler dengesini temsil eden anayasada yer almasıdır. Ancak denge kapitalistler lehinedir ve hukukun biçimi, bu talepleri kapitalist toplumsal formasyonu sınırları içerisinde tutar. Aslında kolektif içeriğe sahip bu haklar bireysel haklar olarak kullanılabilir ve hâkim sınıfı temsil eden devlet iktidarının sınırlarına tabidir.
Sosyal Politika ve Sınıf Mücadelesi
Sonuç olarak, sosyal politika belli bir zaman aralığında kapitalist toplumsal formasyonlarda sınıf mücadelesinin bir çıktısıdır. Ekim Devrimi’nin yaşandığı ve işçilerin Sovyet deneyiminden aldıkları güçle kapitalist devlet iktidarına taleplerini dayattığı bir dönemin ürünüdür. Kapitalistler de kendi lehine sonuçlar üretebilmek için belli sınırlar dâhilinde bu taleplere cevaz vermek zorunda kalmıştır. Ancak bu politikalar emekgücünün metalaşması sorununa hiçbir cevap üretmemiştir, zaten böyle bir amacı da yoktur, tersine bundan kaçınmaya çalışır. Güçler dengesi kapitalist sınıf lehine daha fazla döndüğünde ve Sovyetlerin ortadan kalktığı dönemde bütün kazanımlar da geri alınmaya çalışılmaktadır.
TÜLAY ARIN’A ARMAĞAN, der. Sermin Sarıca, Belge Yayınları, 2010.
0 yorum:
Yorum Gönder