Buenas Noces Frida (Ahmet ERGENÇ)

Frida Kahlo toplumsal varlıkla kişisel varlığı ya da dış dünya denilen şeyle iç dünya denilen şeyi iç içe geçirmiş bir siyasi figür ve ressamdı. Bir yandan kendini Meksika devriminin kızı diye tanımlayıp, toplumsal bünyeye dâhil oluyor, bir yandan da şahsi bünyesindeki acıları ve hezeyanları resmediyordu. Çoğunlukla otoportrelerden oluşan resimlerinde en mahrem ve maraz yönlerini tuvale dökerken, bir yandan da sokakta ve dünyada olup bitenleri değiştirmek için mücadele ediyordu. Bu anlamda, politika ve sanat arasında yapılan kaba ayrımı ortadan kaldırıp, hem son derece toplumsal bir politikanın kendinden emin taşıyıcısı, hem de son derece şahsi bir hikâyenin kırılgan anlatıcısı olabiliyordu. Yani Frida’nın iki hayat hikâyesi vardı: fiziksel acılar ve varoluşsal buhranların belirlediği kendine kapalı hayatı (resimlerinin ana malzemesi) ve politik mücadelenin belirlediği dışa açık hayatı.
   
Frida’nın hayat hikâyesini yazmak bu açıdan hassas bir dengeyi gerektiriyor: hem Frida’nın dış dünyadan bağımsız bir düzeneğe sahip çalkantılı ‘hasta yatağı’nın hem de etrafını saran dünyanın çalkantılı gidişatının resmedilmesi gerekiyor. Rauda Jamis’in Frida: Aşk ve Acı’sı bu anlamda doğru bir rotayı takip ediyor: bir yandan Frida’nın günlüklerinden alıntılarla şahsi dünyasını sunarken, bir yandan da dış dünyada yaşayan Frida’yı dışarıdan bir gözle, biyografik roman kurgusu içinde sunuyor. Böylece bazen Frida, bazen de biyografi yazarı, bazen iç ses bazen dış ses devreye giriyor ve ortaya çok katmanlı ve bütünlüklü bir ‘Frida ve çağı portresi’ çıkıyor.
   
Frida Kahlo’nun yaşadığı dönem (1907-1954) hem kendi ülkesinde, hem de dünyanın geri kalanında büyük siyasi çalkantıların ve kırılma dönemlerinin yaşandığı bir dönemdi. Şöyle bir hatırlayalım neler olduğunu: Meksika Devrimi, 1917 Sovyet Devrimi, 1. Dünya Savaşı, 2. Dünya Savaşı ve bütün bunların sanat ve edebiyata olan etkileri. Frida kendini böyle bir dönemde, ülkesindeki devrimin içinde, bir büyük tarihi anın içinde bulduğu için şanslı hissettiğini söylüyor: “Biz bir devrimin çocuklarıydık ve bu devrimin bir yanı bizim omuzlarımızdan destek alarak ayakta duruyordu… Karşı çıkılması olanaksız bir tarihsel anlam beynimizin dünü, bugünü ve yarınında titreşiyordu ve biz bunun tümüyle bilincindeydik…” Bu nedenle Frida yeniyetmelik döneminde bir şahsi kriz yaşamadığını, hayatının ve etrafındaki gençlerin paylaşılan bir tarihsel anın etrafında güneş gibi parıldayan bir mücadele olduğunu söylüyor. Depresyon burjuva işidir lafını doğrulayacak bir tarihsel yoğunluk ve mücadele içinde olan Frida hayattan büyük idealleri uğruna yaşar. Frida’nın kendini tarihsel olarak konumlayışı doğum tarihini değiştirmeye kadar da varacaktır. İnsan intihar ederek ölüm tarihine ve anına karar verebilir ama ne zaman doğduğuna karar veremez. Kesin bilgi. Ama Frida şahane bir muziplikle bu kesin bilgiyi de bozguna uğratmış. Kitapta yer alan günlük alıntılarından birinde şöyle diyor:   “İnsanlar doğum tarihim konusunda ne yapacaklarını asla bilememişlerdir. Ne zaman doğdu bu kız? 6 Temmuz 1907’de mi? Yoksa 7 Temmuz 1910’da mı?... Ben bir devrimle birlikte doğdum. Duyduk duymadık demeyin… 1910’da doğdum.”

Ama bu büyük tarih anlatısını bozan bir erken şahsi ölüm tarihi, Frida’nın hayatını bambaşka bir yöne sürüklüyor. 17 Eylül 1925’te, Frida ölümcül bir kaza geçiriyor. Onu dünyayı kucaklayan coşkulu hayatından alıp, yatağa, hareketsizliğe ve kronik acıya mahkum eden bir kaza. İlk aşkı ve yoldaşı Alejandro’yla birlikte, rüzgarlı ve hafif bir günde bindiği otobüs, tramvay tarafından ikiye bölünüyor. Bu kaza Frida’yı da gerçek anlamda ikiye bölüyor. Vücudundan geçen bir demir parçası (daha sonra, 1944’te bunu ‘Kırık Sütun’ adlı tablosunda resmetmiştir) Frida’yı hasta yatağına mahkum ederek, dış dünyadan koparıyor. Böylece aklı dışarıda akan coşkulu hayatta, bedeni acılı yatağında iki Frida çıkıyor ortaya. O zamanları ve sonrasında sık sık yatağa ve bedenini saran korselere mahkum oluşunu gayet sade ve çarpıcı bir benzetmeyle şöyle anlatıyor Frida: “Ben uçmak isteyip de uçamayan bir kuş gibiyim.”
   
Okulda Cauchas adlı, “kışkırtıcı, cüretkar, kafa bulandırıcı”  eklektik bir edebiyat – siyaset topluluğunun parçası olan ve hem bir estet hem de angaje bir politik figür, belki de bir yazar olma yolunda ilerleyen Frida, artık yatağa bağlıdır ve metaforik değil, gerçek anlamda, fiziksel acılar içindedir. Zamanla bu yatağı meşhur otoportrelerini yaratacağı bir yüzleşme mabedine dönüşür. Ailesinin hareket edemeyen Frida’nın yatağının üstüne yerleştirdiği aynada sürekli kendini gören Frida, gördüğü şeyi çizmeye başlar. Ve böylece kendini didikleyen, sorgulayan ve varlık hallerini, acılarını, hezeyanlarını ve ümit parıltılarını resme döken Frida Kahlo ortaya çıkar. Sürekli ölüm ihtimali ve kendisiyle ‘yüz yüze’ olması ona müthiş bir derinlik ve hayatiyet bahsetmiştir. Resimlerinde görülen o bulanık rüya hissini ve sert hayati damarı buna atfedebilirsiniz.
   
Sonra hayatına malum, Diego Rivera girer. Ve Kahlo Diego’yla olan ilişkisi esnasında dönemin mühim sanatçıları ve siyasi figürleriyle temasa geçer. Andre Breton gibi gerçeküstücüler Kahlo’ya müthiş bir hayranlık duyar ve aralarına dahil etmek isterler ama Frida gerçeküstücüleri sıkıcı, yavan ve teorik bularak, onların arasına girmeyi reddeder. Paris snopluğu ona göre değildir ve gerçeküstücülük artık ‘şişmanlamış, evli bir adam’ kadar vasattır Frida’ya göre. Bu esnada Rivera ile birlikte Amerika’ya, bir komünist parti üyesi olarak nefret ettiği Amerika’ya da gider ve ‘hayat adamı’ Rivera’nın aksine Amerika’da gördükleriyle hiç uyuşamaz. Çelik ve saldırganlığın ve yüzeyselliğin ülkesi Amerika da ona göre değildir. Nihayetinde yine Meksika’ya döner ve Kolomb-öncesi mirası, yani Aztek kültürünü de sahiplenen Zapata devriminin, yerli kökenleri yok saymayan bir sosyalizmin savunucusu ve gerçekle gerçeküstünü bir araya getiren bir resimsel üslubun yaratıcısı olarak Meksika’da ölür.
  
Ölümünden önce yaptığı son otoportre olan ‘Marksizm Hastayı Sağlığına Kavuşturacak’ adlı tablo bütün bu şahsi ve politik hayatın özeti gibi. Aztek sembolleri, parıldayan bir güneş, yabani, ürkek, tehditkar bakışları ve geleneksel eteğiyle Frida, bir kurtarıcı figür olarak Marks, Frida’nın elinde tuttuğu kızıl kaplı kitap ve bütün bunları saran ve gerçeğe gerçeküstü bir hal katan bir rüya atmosferi. Frida dünyada iyileşmenin yolunu bulamadan ama dünyaya inancını da yitirmeden sonsuz uykuya daldı. Kitap Frida’nın kendine veda cümlesiyle bitiyor, tekrarlayalım: Buenas noces Frida!

FRİDA: AŞK VE ACI, Rauda Jamis, Çev.: Hülya Uğur Tanrıöver, 2015.



Mutlağı Reddeden Bir 20. Yüzyıl Filozofu (Dinçer DEMİRKENT)

Eric Hobsbawm, Kısa Yirminci Yüzyıl adlı eserine on iki yirminci yüzyıl insanının, yüzyıl üzerine söylediklerini alıntılayarak başlar. Alıntılarda ortak olduğunu söyleyebileceğimiz düşünce en dehşeti umutların ve felaketlerin yirminci yüzyılı karakterize ettiğidir. Yirminci yüzyıl hakkındaki imgelerimiz büyük hakikatler ve onlara eşlik eden sadakat ve ihanet hikâyeleriyle kaplanmıştır. Belki bir yanılsama, belki de kaçıştır geriye doğru uzanan bu romantik bakış; ama yine de felaketi daim olan dünyamızda kendi yüzyılımızı yirminci yüzyılın romantik kırılmasından görmeyi bırakamayanlardan olduğumu söylemeliyim.

Yirminci yüzyılın en etkileyici kadın düşünürlerinden biri olan Hannah Arendt’in Elisabeth Young-Bruehl tarafından Dünya Aşkıyla adıyla kaleme alınan biyografisi, yüzyıl hakkındaki ‘romantik sapmayı’ beslememek için elinden geleni yapsa da okur kendini yüzyılın hakikatlerine sadakat ve ihanetleri yargılarken buluyor. Hannah Arendt’in yargıda bulunmaktan korkmamakla karakterize olan öyküsü de belki okuru bu duruma kışkırtıyor. Kitabın İletişim Yayınları tarafından hazırlanan Türkçe baskısının kapağında bulunan fotoğraftan itibaren yargılama süreci başlıyor. Arendt’in on sekiz yaşına ait yüzü ve duruşu, melankolisine sığmayan sabırsız gözleri, saçı ve giyimiyle fotoğrafın vaadi okuru kitap boyunca karşımıza çıkacak güçlü hislerin önüne geçecek düşünce ve yargılama pratiğine hazırlıyor.

Almanya İçindeki ‘Parya’ 
Hannah Arendt’in Köningsberg’de geçen çocukluğunu ayrıntılı bir biçimde kavramakla kalmayıp dönemin ‘Almanlığı’yla bizi tanıştıran Arendt’in annesi Martha’nın benimsediği pedagojik yöntem. Martha Arendt, çocuğunun doğumundan itibaren ondaki bütün duygusal, fiziksel ve zihinsel değişimleri notlar halinde kaleme alıyor. Özellikle babasının ve dedesinin ölümünden sonra Arendt’in bir çocuk olarak –kimi zaman annesinin onun hissiz bir çocuk olduğu yönünde şüphe duymasına varan- tavırları Arendt’in çocukluğuna ilişkin okuru, kitabın devamında geliştireceği yargılardan ilkine zorluyor. Babasının ölümünden dolayı annesinin durumuna üzülerek annesine, bunun birçok kadının başına geldiğini ve cenazede şarkıların güzelliğinden dolayı duygulandığını söyleyen bir çocuk hakkında ne düşünülmeli?

Arendt bir Alman Yahudisi ve hem Almanlığı hem de Yahudiliği, düşünceleri ve hayata bağlılığı yönünden güçlü bu çocuğun geleceğinde en önemli etkiyi yaratıyor. Alman diline ve şiirine düşkünlüğü onun bir filozof ve Almanya içindeki ‘parya’ konumu onu seyirden yaşama geçen bir ‘gerçek insan’ yapıyor. Arendt’in kişisel ilişkileri dâhil yaşamını belirleyen belki de en önemli düşünce sadece paryaların ‘gerçek insan’ olduğu yönündeki düşüncesi olmuş. Bu yargıya güçlü bir biçimde inanmaya başlamasından itibaren de ‘gerçek insan’ olarak kalma uğraşı yaşam deneyimine eşlik etmiş.

Arendt’in sürgün içinde geçen ve en sonunda dünyayı bir vatan olarak bellemeye varan hayatının olgunlaşması Köningsber’den çıkışıyla başlıyor. Almanya’da felsefe devriminin önemli iki ismi Heidegger ve Jaspers ile karşılaşmaları ve gelişkin anlamda duygusal yakınlaşmaları da öyle. Young Bruehl, Almanya’nın felsefede çıkış yaratan iki düşünürün tam da temel eserlerini yazarlarken Arendt ile birlikte çalıştıklarını vurguluyor. Heidegger’in, Platon’dan itibaren varlığın unutulmasına neden olan Batı metafiziğini eleştirisi ve Jaspers’in psikolojiden felsefedeki temel eserine ulaşan çalışmaları Arendt’in ikisinin yanında olgunlaşan eğitimine denk geliyor.

Parlak bir arkadaş çevresinde parlak bir öğrenci olan Arendt’in parya konumuna ilişkin düşünceleri yine bu ortamda hiç de taşra sayılamayacak bölgelerde yaygın olan anti-semitik tutumlara ilişkin yargılarla güçleniyor. Arendt’in Köningsberg’de hissettiği yüzyılın ilk büyük felaketinin daha büyük ve derin ardılı Almanya üniversitelerinde kendini hissettiriyor. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ikinci eşi Brücher’in düşüncelerinin de katkısıyla yazılacak Totalitarizmin Kaynakları’nın ilk filizleri belki de henüz kendini apolitik olarak tanımladığı bu yıllarda atılıyor: Emperyalizm, antisemitizm ve ırkçılık.

Eleştirel Düşüncelerin Filizlenişi
1933’te Naziler iktidarı aldığında Alman kültürüne bağlılığına rağmen, Almanlar kadar ona güvenmiyor. Hem Alman şiirine ve düşüncesine çok güvenen Almanlar hem de siyonizmi Yahudi hayırseverliğine bağlamış Yahudilere karşı hiç de aceleci olmayan yargılara varıyor. Blumenfeld ile tanışmasının ardından eleştirel bir bağlılık kuracağı Siyonist düşünce ilişkisini eleştirelliğinin dozunu artırarak hayatının geri kalanında da sürdürüyor. Fakat zengin ve asimile Yahudilere karşı daha bu dönemden ‘size Yahudiliğinizle saldırılıyorsa kendinizi ancak Yahudiliğinizle savunabilirsiniz’ ilkesini geliştirmeye başlıyor. Paryalar ve asimile Yahudiler arasında açıkça paryaların gerçekliğini ve Yahudi politikalarını yönlendiren zengin Yahudi ailelerin sorumluluğunu korkmadan dile getiriyor. – Biyografi yazarının vurguları bu düşüncenin gelişmesinde Arendt’in çocukluğundan beri annesi Martha’nın telkinlerinin payını da açık biçimde ortaya koyuyor. Varnhagen adlı Yahudi kadının mektuplarına tesadüfen ulaşması ve Alman romantizmi üzerine çalışması ile birleşen bir süreçte, Yahudi karşıtlığını hislerin ötesine geçen bir noktada kavrama zorunluğuna artık kesin olarak karar veriyor.

Arendt’in Alman üniversitelerindeki eğitim yıllarının belki de en önemli yanı Brüehl’ün kabileler olarak adlandırdığı dostluklar. Arendt’in içinde bulunduğu entelektüel çevreler onun düşünce gelişiminde büyük bir etki uyandırıyor. Kendisinde oldukça büyük ve evli olan Heideger ile yaşadığı ilişki, ardından onun tavsiyesiyle Jaspers ile kurduğu dostluk bu çevrenin odakları. Her iki evliliği onu Siyonist ve komünist çevrelerle de temasa sokuyor ve ‘apolitik hayatı’ özelllikle Nazi iktidarından sonra sona eriyor. Bu entelektüel çevreler, bir yandan içinde bulunduğumuz çölleşmeye hayıflanırken bir yandan da hem yüzyılın hem de dönemin Almanya felsefe ve politikasının etnolojisini düşünmeye zorluyor okuru.

Yaşam İle Eserin İçiçeliği
Savaş, sürgün ve hesaplaşma yılları, önce Paris ardından Amerika’da başlıyor. Yahudilerin soykırıma uğratılmasının tanıklığı ile Amerika’ya göçmeyi başaran şanslı azınlığın içinde yer alan Arendt önemli eserlerini Amerika’da üretiyor. Totalitarizmin Kaynakları, Şiddet Üzerine, Devrim Üzerine, Kötülüğün Sıradanlığı, İnsanlık Durumu, Cumhuriyetin Krizi, Geçmiş ve Gelecek Arasında bu dönemde üretilmiş eserler. Arendt’in politika felsefesini ortaya koyan bu eserlerde Amerika’ya göçünün ardından Siyonizm ile ilişkileri de etkili oluyor. Siyonist projelere güçlü itirazlar getiren Arendt, federasyon, özyönetim, ulus egemenliğinin, bir ve mutlak olanın reddi fikirlerini güçlü bir biçimde dile getiriyor. Devrim Üzerine ve İnsanlık Durumu’nda Marksime ilişkin tasarladığı ama çıkaramadığı kitapta yer alacak düşüncelerin özünü sunuyor. Belirtmek gerekir ki Bruehl’ün biyografisi tüm bu eserlerin yazarın yaşamını belirleyen düşüncelerle nasıl iç içe geçtiğini muazzam bir çaba ve titizlikle aktarıyor.

Arendt’in siyaset felsefesine bu yazıda girmem mümkün ve doğru değil. Fakat Arendt’i popülerleştiren Kötülüğün Sırandanlığı’na birkaç satırla değinmek, özellikle de Buehl’in biyografisinin tanıtıldığı bir kitap için zorunlu. Arjantin’de yakalanıp İsrail’e getirilen ve İsrail’de yargılanan ölüm kamplarının sorumlularından Erich Eichmann’ın duruşmalarını New Yorker için izlemeyi isteyen ve isteği kabul edilen Arendt’in duruşma sırasında oluşan yargıları özellikle Siyonistler tarafından çok sert eleştirilmiş ve bugüne de etkileri olan önemli tartışmaların kaynağı olmuştur. Arendt’e göre Eichmann sıradan hatta kimi zaman aptallığının farkında olmayacak derecede sıradandır. Arendt’in vardığı yargı istisnanın Nazi Almanyası döneminde Eichmann değil, ona karşı çıkanlar olduğu yargısına varmış ve bu durumdaki birinin yargılanmasının ise ancak insanlığa karşı işlenen suçlar benzeri bir kategori içinde düşünülebileceğini söyleyerek İsrail’deki yargılamaya ilişkin fikirlerini sunmuştur. Eser bunun ötesinde Yahudi cemaati içinde radikal bir tutum almış ve önemli siyasal ve hukuki tartışmaların da kaynağı olmuştur.

Hemen bütün eserlerinde yüzyılının sorunlarını düşünen ve onun ötesine geçecek bir politika felsefesinin arayışında olan Hannah Arendt’in Elisabeth Young Bruehl tarafından yazılmış biyografisi iki şeyi aynı anda ve çok güçlü bir biçimde başarıyor: Yüzyılın yarattığı güçlü duygularla baş edecek bir düşünce metodolojisini Arendt’in yaşamı içinden gösterme ve bir düşünce insanın yaşamı ve eserleri arasındaki güçlü bağı kanıtlarıyla ortaya koyma.

HANNAH ARENDT-DÜNYA AŞKIYLA,  Elisabeth Young-Bruehl, Çev.: Ali Selman,  İletişim, 2015.


Tutkulu Bir Devrimci (Anıl Ceren ALTUNKANAT)

“O halde, insan kalmaya bak. Temel mesele, insan olmak. Bu ise kararlı, dürüst ve neşeli olmak demek, evet, herkese ve her şeye rağmen neşeli olmak, çünkü sızlanmak zayıfların işidir. İnsan olmak demek, gerektiğinde tüm hayatını severek ‘kaderin büyük terazisine’ koymak, fakat aynı anda her aydınlık güne ve her güzel buluta sevinmek demektir (…) Tüm çirkinliklere rağmen dünya ne kadar güzel ve inan, zayıf karakterliler ve korkaklar olmasaydı, daha da güzel olurdu.”
Rosa Luxemburg gibi hem siyasetçi ve düşünür kimliğiyle tarihe mal olmuş hem de bir dizi kişisel tutkuya ve hayatla alabildiğine zengin ve çok yönlü bir ilişkiye sahip bir karakterin yaşam öyküsünü anlatırken, iki boyuttan birine fazlaca çubuğu bükmek pekâlâ mümkün. Luxemburg’un toplu eserlerini ve mektuplarını yayına hazırlamasıyla tanınan, aynı zamanda Margaret von Trotta’nın “Rosa Luxemburg” filmlerine de danışmanlık yapmış olan Prof. Annelies Laschitza’nın kaleme aldığı çalışma, sadece yeni arşiv belgeleriyle zenginleşen en kapsamlı Luxemburg biyografisi olmakla kalmıyor; bu açıdan da son derece doyurucu bir Rosa resmi sunuyor. “Bütün dertleri tokların vicdanına yüklemek istiyorum” diyen bir devrimcinin, doktor unvanlı bir iktisatçının, bir botanik, resim, müzik ve edebiyat âşığının, bir yazar ve militanın tutku ve direniş dolu yaşamöyküsünü anlatıyor.

Polonyalı bir Yahudi ailesinden gelen Rosa Luxemburg, bilindiği gibi, Birinci Dünya Savaşı ertesi Almanya’yı sarsan devrimci ayaklanmanın önde gelen figürlerinden biriydi. Polonya sosyal demokrasisindeki ulusalcı eğilimlere, Almanya sosyal demokrasisi içindeki sosyal reformizme karşı tavizsiz mücadelesiyle öne çıktı. Birinci Dünya Savaşı’ndaki II. Enternasyonal ihanetine ve “vatan savunması” yalanlarına karşı, işçi sınıfını emperyalist savaşa karşı örgütlemeye çalıştı. Bolşevik Devrimi’ni büyük bir coşkuyla karşıladı; parti-kitle ilişkisi, sosyalist demokrasi gibi konularda Bolşevikleri eleştirdi. Ardında yüzlerce makale, onlarca kitap ve broşür, iktisat teorisinden ulusların kendi kaderini tayin hakkı sorununa kadar pek çok önemli teorik/politik tartışma ve zaman zaman karşıtlarını çileden çıkartan sert polemikler bıraktı.

Öte yandan bu coşkusu sadece siyasal ve teorik tartışmalara değil, tüm zenginliğiyle yaşamın bizzat kendisine yönelmişti: “Doğanın türlü türlü ve gizemli yapıları ve renkli detay zenginliği Rosa Luxemburg’u mutlu ediyordu. Tüm duyuları yeni tutkusu için harekete geçmişti. Hiçbir çayır, kır veya ormandan yeni bir keşif yapmadan, eve götürmek üzere ot, çiçek veya dallar toplamadan dönmüyordu. Geniş bir bitki coğrafyasında incelemeler yapıyor ve koleksiyon coşkusunu çevresine de aktarıyordu; aynı zamanda resim yapmaktan da hoşlanan, evdeki yardımcısı Gertrud Zlottko’ya bile.”

Fakat siyasi tartışmalardaki tüm tavizsizliğine, iddialılığına ve gücüne, yaşamla kurduğu bu çok yönlü ilişkiye rağmen zaman zaman içine düştüğü zayıflık ve çaresizlik duygusunu da kayda geçirecek kadar derin bir içgörüye sahip Rosa –kuşkusuz günün sonunda mücadeleye ve yaşama duyduğu güçlü bağı bir kez daha kurmak koşuluyla. Kitapta Rosa’nın bu dirimsel coşkusuna, direnme ve mücadele gücüne tanıklık eden sayısız mektubuna yer veriliyor. Onu bir sayfada Alman sosyal demokrasisi içinde eleştiri oklarından en çekinilen kalemlerden birine, diğer bir sayfada kaskatı bir yabanarısına dönüşmüş bulmak mümkün:

“Zorlukla kurabildiğim güzel dengenin tam orta yerinde dün akşam yatmadan önce, yine geceden çok daha karanlık olan bir çaresizliğe kapıldım. Bugün de gri bir gün, güneş yerine soğuk doğu rüzgârları hâkim… Kendimi donmuş bir yabanarısı gibi hissediyorum; hiç sonbaharın ilk soğuk sabahlarında ölü gibi kaskatı, incecik bacaklarını içine çekmiş ve kürkü kırağıyla kaplanmış bir şekilde çimenin üstünde sırtüstü yatan bir yabanarısı gördünüz mü? […] Bu gibi durumlarda yaptığım ilk iş dizlerimin üstüne çökmek ve yabanarısını ağzımın sıcak soluğuyla hayata döndürmek olurdu. Keşke güneş de benim gibi bir zavallıyı ölüm soğukluğundan hayata döndürebilse! Bu arada içimdeki şeytanlara Luther gibi mürekkep hokkasıyla karşı koyuyorum.”

Levent Bakaç’ın akıcı bir Türkçeyle dilimize kazandırdığı bu çalışmada, bir yandan dünya ve devrim tarihinin bu gelgitli dönemine Rosa’nın penceresinden tanıklık ederken, aynı zamanda onun edebiyata, botaniğe, resme, müziğe derin ilgisi ve yeteneğiyle de tanışıyoruz. Bu kitapta karşımızda “hayat piyanosunda bütün parmaklarını kullanmak” isteyen bir devrimciyi buluyoruz. Kısacası Laschitza, Önsöz’de belirttiği hedefine ulaşmış görünüyor:

“Burada sunulan yeni yaşam öyküsü, Luxemburg biyografisindeki tek yönlülükleri aşmayı amaçlıyor. Başlıca hedefim, kapsamlı arşiv çalışmaları, yayınlanmış kaynaklar ve yeni araştırma sonuçları temelinde, Rosa Luxemburg’un gelişimini gerçeğe uygun şekilde ve geniş açıdan göstermek. Elinizdeki biyografi, Rosa Luxemburg’un hayatındaki çeşitli durakları takip ediyor ve kişiliğinin, teorik çalışmalarının ve politik ve pedagojik faaliyetlerinin birliğini gözler önüne sermek istiyor. Girdiği çatışmaların ve başarı ve yenilgilerinin nedenlerini açıklamak üzere, arkadaşları ve karşıtlarının kişisel ve politik zihin dünyasına da ışık tutuluyor.”


ROSA LUXEMBURG- HER ŞEYE RAĞMEN, TUTKUYLA YAŞAMAK, Annelies Laschitza, Çev.: Levent Bakaç, Yordam Kitap, 2010.



Eftelya’nın Hikayesi (Helin KÜÇÜK)

Kitabın yazarı Thomas Korovinis Eftalya ile (Çika ismi daha sonralarında bir takma isim olarak kendisine verilmiş. Yazının devamında bahsedeceğim) 1989 yılında İstanbul’da tanışmış. Kendi tabiri ile Eftelya “Yunan Konsolosluğu’nun önünde orada cüzi miktarda parasal yardım bulmaya çalışan son trajik figürlerden biri”. O zaman seksen yaşlarında olan Eftelya’nın, hikâyesini kendine has üslubuyla paylaştığı Korovinis bu kaydı sekiz yıl sonra Eftelya’nın diline hiç müdahale etmeden kitaba aktarmış. Kimileri için okumakta zorlanacakları bu tercih, benim için Eftelya ile gerçek bir sohbet tecrübesine eşdeğerdi.

Aslında hikâye çok eski ama eskimesine erkek aklın izin vermediği kadar yeni. Erkeklerin başlattığı bir savaşta kaybolan bir küçük kız, erkek egemen toplumda nefes almaya çalışan bir ergen ve bu erkek dünyanın kuralına boyun eğmek zorunda kalan bir garip kadın. Feminist tırnaklarımı çıkarmadan anlatmaya çalışacağım; yazının hemen başında bezmeyin. Zaten kitabı okuduktan sonra “kadın haklı beyler” diyeceksiniz.

Eftelya’nın hikâyesinin başı “ne olur sonu güzel bitsin” arzusuyla başlıyor. Okulunun ilk günü, Eftelya güzel kalemlerini koyup çantasına, okul yolunu tutuyor.  Dersler az biraz sıkıcı gelmiş olacak ki uyuyakalıyor, bir kedi uyandırıyor onu sınıfa nasıl girdiği belli olmayan. Uyanıp dışarı çıktığında ilk gördüğü şey, elinde tüfeği ile bir asker karşıdaki evin kapsının önünde; içeride, evin bahçesinde ise bir adam asılmış. 5 Aralık 1917 Erzincan Mütarekesi Eftelya’nın gözlerinden anlatılıyor tam bir çocuk aklı ve diliyle. Belki okulda uyuyakalıp derslerini dinleyemiyor ama en hayati bilgi giriyor aklına Eftalya’nın: “Topal Osman Ağa’nın konağı. Hıristiyanları bu öldürüyordu, Rabbim İsa, lanetli Topal Osman, çeteci, büyük çeteci, çok kötü adam, ruhu şad olmayasıca. O zaman bir korku çöktü üstüme, bir titreme ve adamı gördüm, git oradan dedi. Hadi Eftalya, dedim içimden, doğru eve çek”. Bu topraklarda azınlık olarak yaşama giriş; Hadi Eftelya! Doğru eve çek!

Babası cezaevine girdikten sonra annesi ve ninesi ile kalan Eftelya ikisinin de ölümünün ardından bir Osmanlı kadını tarafından kaçırılıp (Bu tabir Rumlar arasında Müslümanları ifade etmek için kullanılırdı) doğup, büyüdüğü Giresun’dan Poli’ye yani İstanbul’a getiriliyor. Böylece Eftalya’nın Çika olma yolculuğu da başlamış oluyor.

İstanbul’da babasını delirmiş olarak bulan Eftalya’yı halası himayesine alıyor ve ikinci ders zili çalıyor. Bu topraklarda hem azınlık hem de kadın olarak yaşamaya giriş; “Anladım mı yani nedir hayatım? Bu duyduğun, işte budur hayatım. Gübreden çık boka gir. Boktan kaç gübreye düş.”
Sonrasında hikâye her ne kadar bilindik olsa da canınızı acıtmaya devam ediyor. Bir adamla tanışıyor, yabancı bir asker. Kendisine Çika adını o veriyor. Adam onu beklemesini istiyor, namuslu bir kız olarak beklemesini istiyor ondan. Ama başka adamların da başka planları var elbet. Eftelya, bırakırlar mı seni? Ki bırakmıyorlar. Eftelya oluyor Fahişe Çika. “Hangi yolu alayım, kime derdimi anlatayım, dünya kafamın içinde bir yumak, başım bir fırıldak gibi dönüyor, nerede bulacaksın sana benzeyen bir kalp, sana acıyacak bir yürek?” diye düşünürken adaşı Denizkızı Eftalya’nın sesiyle nasıl hüzünlendiğini anlatıyor. Onu hüzünlendiren adaşının çok genç yaşta, paşaların keyfi için bir gemide şarkı söyledikten sonra hastalanıp ölmesiyle de şarkıları susuyor. Son dersi de böylelikle Denizkızı veriyor Eftalya’ya: Bu topraklarda güzel sesli güzel kadınların ciğerlerinin ve yüreklerinin ebedi yeri, sofralarıdır ciğersiz paşaların.

Eftalya’nın hikâyesinin bir kadın hikâyesi olduğu kadar önemli bir dönem anlatısı oluğunu da söylemek lazım. Yazar Korovinis önsözde bunu şöyle açıklıyor: “Bizim insanlarımızdan birinin sürükleyici hayat hikâyesinin içinde çağdaş Türk-Yunan tarihinin birçok mihenktaşı beliriyor ve İstanbul’un son birkaç on yılının toplumsal hayatının karakteristik figür ve olayları gözümüzün önünden bir film şeridi gibi geçiyor”. Kullandığı dil ise yazara göre hem dramatik hem de çeşitli lehçelerin birleşiminden oluşuyor. Korovinis bunu şöyle özetliyor; “İstanbullu Rumların yerel söyleyiş- leri, hâlâ kullanılan çeşitli Türkçe deyimler ve birkaç Pontusça kelimeden oluşan bir karışım” Bu bağlamda en dikkat çeken bölümlerden biri Eftalya’nın Fahişe Çika olduktan sonra başından geçen bir olay; Evinde kaldığı Madam onun için birkaç adamla pazarlık yapıyor ve Çika da bu pazarlığa kulak misafiri oluyor. Ardından odaya dalıp durumun ne olduğunu ona da açıklamasını istiyor ve adamlar “Seni alacağız, ortaya koyacağız. Biz üç tane zengin çiftiz. Seni iyi bir eve götüreceğiz. Hepimiz beraber oynayacağız. Işıkları söndüreceğiz ve kim isterse öbürüyle ne isterse yapacak.” Çika ise bu durumdan hoşlanmıyor ve böyle şeyleri daha önce duyduğunu anlatıyor: “Duydum ki böyle şeyleri başka yerlerde yapıyorlar, uzakta, Anadolu’da bazı köylerde.” Sonrasında ise ben dâhil pek çok Alevinin bir aklı geri yüzünden hayatında en az bir kez dinlemeye maruz bırakıldığı, sonrasında bön bön bakışlarla “ya harbiden doğru mu?” diye sorulduğu “mum söndü” suçlamasını anlatmaya başlıyor. Yayınevi bu bölümü tutmalarının sebebini “Bu asılsız ithama (modern söyleyişle “nefret söylemine”) ve benzerlerine bu anlatıda da rastlanması, bunların Sünni dışı topluluklarda da yaygınlaşmış olduğunu ortaya koyuyor” diyerek açıklıyor. Çika’nın bu anlatımı konusunda ona kızmadan hikâyeye devam edebilmemin sebebi ise sanıyorum benim de aldığım derslerden biriydi. Marksizme giriş Ders:1 “ Bir toplumdaki düşünce biçimi, o toplumdaki egemen sınıfın düşünceleridir.”

Eftalya’nın hikâyesi bittiğinde ilk yaptığım şey hemen Denizkızı Eftalya’nın bir şarkısını bulup dinlemek oldu. Aynı adı taşıyan bu iki kadın adlarını bilmedikleri adamların savaşlarında, keyiflerinde onlara taktıkları isimlerle bu dünyadan geçtiler. Dilleri, onları da yok eden bir çoğunluğun diline dönüşüverdi onlar bilmeden. Birinin sesi kaldı taş plaklarda; diğerinin hikâyesi de 67 sayfaya sığıverdi ve okunu verdi bir çırpıda.

*Yazı boyunca Eftelya’yı asıl ismiyle anmamın sebebi, hikâyesini anlatırken ona Fahişe Çika diye seslenilmesinin en büyük hakaret olduğunu söylemesi. Bunu açıklıkla söylemesine rağmen kitabı hazırlayanın Eftelya’nın en nefret ettiği isimle kitabı çıkarmasını anlamak pek mümkün değil doğrusu.

FAHİŞE ÇİKA, Thomas Korovinis, Çev.: Frango Karaoglan, İstos Yayınları, 2012.



“İlham Verici” Olmaktan Fazlası (Sevinç TOSUN)

Sosyoloji öğrencileri, disiplinin kurucu “babaları”nı öğrenirlerken bir ara kulaklarına onun adı da çalınır, sonra pek üstünde durulmaz, sınavlarda sorulmaz, geçer gider. Jane Addams.

Bir kadın, üstelik üniversiteyle ilişkisi gayet mesafeli. Türkçe basımdaki Yayıncının Sunuşu’nda Chicago Okulunun ilham kaynaklarından biri olduğu belirtilmiş; ne kadar tehlikeli bir tarif! Bir kadından “ilham kaynağı” diye bahsediliyorsa, anlarız ki esas işi yapan adam ona aşıkmış ve bu aşkın verdiği güçle yoluna devam etmiş. Olsa olsa arada kafasındaki fikirleri onunla konuşmuştur. Ya da, “ona konuşmuştur” desek daha doğru. Bir tür ayna gibi.

Jane Addams bundan çok daha fazlasıydı. Sadece onlara değil, kendisinden sonra gelen kadın kuşaklarına da ilham verdi. Yaptıklarıyla, düşündükleriyle, mücadelesiyle, dünyaya katılma biçimiyle. Dünyaya katılmanın ancak eylem yoluyla olabileceğini gösterdi. Düşünce ile eylemin durmadan birbirini sınayan, birbirini besleyen, birbirini güçlendiren şeyler olduğunu. Praksisi.

Biyografi okumanın en güzel yanı muhtemelen budur: Kahramanın nasıl bir dünyaya, hangi araçlarla ve heveslerle katıldığını anlamamızı sağlar. Böylece biz, dünyayı onun gözüyle görürüz, bakışımız derinleşir, ufkumuz genişler. Addams’ın öğretmeni Caroline Potter’ın “Eğer bir kadın öğrendiklerini yalnızca biriktiriyorsa, hayati gücünü yitiriyor demektir” sözünün anlamını Addams’ın yaşamıyla kavrarız mesela. Henüz yirmi yaşındayken, mezuniyet töreninde yaptığı konuşmada Truva rahibelerinden Cassandra’nın hikayesini anlatmasını, kadın sözünün değersizleştirilmesini vurgulamasını içimiz titreyerek okuruz. Bu konuşma, hayatının geri kalanında vereceği mücadelenin habercisi gibidir.

Addams’ın eylemciliği üç temel alanda ortaya çıkar: sosyal reform, kadın hakları ve barış hareketi. Bu üçünü birbirinden ayırmaz, hayatının farklı dönemlerinde biri öne çıksa da, biri olmadan diğerlerinin başarılamayacağının farkındadır.

Sosyal reform mücadelesi, onun Hristiyanlığı kavrayışıyla bağlantılıdır. “Yoksullarla birarada yaşamanın onları iyileştirmekten başka, sahici nedenleri olduğunu keşfetmek”ten söz eder örneğin. İlk Hristiyanların sınıfsal farklılıkları aşan bir topluluk kurma idealinden derinden etkilenir, Tolstoy ve İtalyan devrimci Mazzini’de bu arayışın izlerini bulur. Onun için sosyal reform, yasal ve ekonomik düzenlemelerin ötesinde, ahlaki bir idealdir. Çünkü yoksulluk, insanların “ruhlarını sakatlar”. Chicago’nun en yoksul ve göçmenlerle dolu mahallesinde kurduğu Hull House, dünyadaki ilk toplum merkezlerinden biridir ve Addams hayatının büyük bölümünü burada geçirir. Yoksullar için ücretsiz sağlık hizmetleri, kadınlar ve çocuklar için barınak, yetişkin ve çocuklar için kültürel çalışmalar sunan bu merkez, sosyal çalışma alanının ortaya çıkışının habercilerinden biridir. 1893 yılında patlayan Pullman Grevini bütün gücüyle destekler. Grevin başarısızlıkla sonuçlanmasından sonra, sosyal reformlar için çalışmaya devam eder. Chicago’lu orta sınıftan kadınlara yaptığı konuşmada, “İnsanların vicdanının uyanması, işçi sınıfının insanlığın manevi, entelektüel ve maddi mirasına tam katılımının sağlanmasını gerektirir” der. Louise W. Knight, Addams’ın bu grev ve sonrasındaki tutumunu, “Aslında bu konuda Jane Addams’ın kavrayışı, Marx’ın öngördüğü gibi, kendi sınırlı yaşam deneyimleriyle biçimlenen perspektifiyle sınırlıydı. Bolluk içinde bir hayatta, beyaz bir kadın olarak yetişmişti, hiçbir zaman bir fabrikada çalışmamıştı ve ekonomik iktidarın gücüne kördü; ayırt edebildiği tek çatışma, kişisel olandı” diye değerlendirir. Ama haksızlık etmeyelim, Addams deneyimlerinden öğrenen biridir. Pullman Grevinden sonra babasının hayırseverlik etiğini terk ederek politik perspektifini genişletir. “Çağın tutkusu” der, “çalışanları özgürleştirmektir”. Bundan sonraki çalışmalarında hep kamusal gücün yeniden dağılımı hedefini görürüz.

Addams’ın cinsiyet bilinci, sınıf bilincinden çok daha erken uyanmıştır. Henüz çok genç bir öğrenciyken. Yıllar sonra, mezun olduğu Rockford Koleji diploma töreninde yaptığı konuşmada, kadınların saf doğasına ilişkin yaygın inancı sorgular: “Belki de kadınların siyaseten yozlaşmamış olmalarının, yasama organlarını yozlaştırmamış olmalarının ve zarara yol açmamalarının nedeni, bunu yapmak için daha önce hiçbir fırsata sahip olmamalarıdır; adeta cezası savaş suçundan bin beter olan bir askeri yasayla zincire bağlanmışlar gibi.” Bu konuşma, bize kadınlara yönelik ayrımcılığın sistematikliğini kavradığını gösterir. Tuhaf biçimde, Pullman Grevinden sonra geliştirdiği içgörü ve babasının hayırseverlik etiğini terk etmesi, onun cinsiyet eşitsizliğini kavrayışında da derinleşmeye yol açar ve işveren George Pullman’ı Kral Lear’a benzetir: Babanın yasası, sadece kız evlatları değil bütün ezilen ve sömürülenleri itaate zorlamaktadır.

Addams’ın ırkçılığa ve göçmen karşıtlığına yönelik mücadelesi, Amerika Birleşik Devletlerinin Birinci Dünya Savaşına girmesiyle, büyük bir barış mücadelesine dönüşür. Amerika Birleşik Devletlerinin ilk ulusal kadın barış örgütü olacak Kadınların Barış Partisi’nin ilk başkanı seçilir ve yıllarca uğraşmak zorunda kalacağı vatana ihanet suçlamalarını göğüsler. “Jane Addams gülünç, boş kafalı, küstah, evde kalmış yaşlı bir kadın olarak şimdi de çapını aşan konulara burnunu sokuyor”dur. Bugünleri sonradan şöyle hatırlar: “Bu toplumsal aşağılama ve bütün ülkeye yayılmış yanlış anlama, beni kendine acımanın çok yakınına getirdi. (…) Ne tuhaf ki, barış yanlısı kişi savaş zamanında kendine acıma batağından doğruca kendini haklı görmenin çorak tepelerine çıkabiliyor ve her iki yerde de kendisinden aynı şekilde nefret edebiliyor.”

1935’te, 74 yaşında öldüğünde, ona daha önce saldırmış olanlar “Amerikan kadınlığının en iyi örneği”, hatta “insanlığın anası” diye selamladılar. Neyse ki dostları onun kim olduğunu biliyor ve hatırlıyorlardı: “Olması gereken hayata değil, hayatın kendisine olan sevgisi”nden söz ettiler, sıradışı kavrayışından, kendini adama yeteneğinden, insancıllığından…

Addams’ın hayatını Louise W. Knight’ın kaleminden okumak bir zevk. Öğretici, ilham ve heyecan verici bir deneyim. Bu kısacık yazıda değinilemeyen pek çok yönüyle Addams’ı tanımak ve yüzyıl başı dünya tarihinin bir kesitini derinlemesine okumak için harika bir kitap.



JANE ADDAMS: EYLEMCİ BİR RUH, Louise W.Knight, Çeviri: Çağın Öngen, Eda Beydili, Başak Adıgüzel, Özlem Cankurtaran Öntaş, Melike Tunç Tekindal, Hale Meriç Karabekir, Çiğdem Ademhan,  Ayizi, 2014.


“Türkiye ve Kolombiya sanıldığı kadar birbirine uzak değil” (Armando Romero ile Söyleşi: İdil DÜNDAR)

Kolombiyalı şair-yazar Armando Romero, Cajambre Nehri romanıyla ilk kez Türkçede. Bir polisiye romanın bütün özelliklerini taşıyan, ama tek bir polis-dedektif karakterin olmadığı bu roman, antropolojik metinden aşk hikâyesine, tarihi romana ve coğrafi anlatıya kadar çok sayıda farklı tür arasında geçiş yapıyor, Türkiyeli okurun edebi bir ilgi duyduğu Latin Amerika dünyasını özgün bir biçimde ele almaya çabalıyor.

Romero, Kolombiya’da, Pasifik’e dökülen bir nehrin kıyısında işlenen gizemli bir cinayetin üzerinden aşk, toprak mücadelesi, erkek egemen kültür, toplumsal gerilimler, ayrımcılık ve adalet gibi pek çok temayı kitabında harmanlıyor. Geçtiğimiz günlerde Verita Kitap etiketiyle yayımlanan romanı üzerine Armando Romero’yla bir söyleşi gerçekleştirdik.

Cajambre hangi noktaya kadar otobiyografik bir roman olarak kabul edilebilir?

Çok sayıda yazar, yazdıkları romanlara hayatından parçalar ekler. Bazen bunun ölçüsü o kadar artar ki neredeyse otobiyografik romanlara dönüşürler. Cajambre örneğinde kendi aile hayatımla bir ilişki olduğu doğru. Karakterler Pasifik Kolombiyası bölgelerinde, kesin konuşursak Cajambre’de yaşamış olan akrabalarım model alınarak oluşturuldu. Genel olarak hikâye kurgu ürünü, ama gerçeğe de yaklaşıyor çünkü bütün tarihsel, sosyal ve kültürel koşullar gerçek. Ben romanlarımın dönemsel gerçekliğine çok sadık bir yazarım. Son olarak şunu da belirteyim, ben Cajambre’de o genç ziyaretçi deneyimini yaşadım, Ruperta’yı öldürdüklerinde oradaydım.

Eserde kadınlar önemli bir rol sahibi. Hepsi güçlü, gizemli… Bunu kadınlara karşı bir saygı duruşu olarak mı görmeliyiz?

Evet, ama bu saygı peşinen kabul edilmiş bir düşünceden değil, genel olarak Kolombiyalı kadın gerçekliğinden ve zorlu cangıl bölgelerinde hayatta kalmak için savaşan kadınlardan kaynaklanıyor. Sizin de gördüğünüz gibi çok güçlüler ve gizemli olmaları, benim görüşüme göre, aşk, dayanışma ve cesaretin birleştiği feminen karakterlerinin farkında oldukları ölçüde kendi varlıklarının da bilincinde olmalarından geliyor. Oldukça maskülen bir dünyada yaşadıklarını unutmayın. Onlar için hiç kolay değil, ama şiddete başvurmadan öne çıkmayı başarıyorlar.

Roman ilerledikçe yavaş yavaş Ruperta’yı tanıyoruz. Başta kolay bir kadın olarak sunulurken, gittikçe cesur, güçlü ve devrimci bir kadına dönüşüyor. Roman başlamadan önce ölüyor ama bence ana karakterlerden biri. Siz ne düşünüyorsunuz? 

Aynı fikirdeyim, dahası bence Ruperta bu romanın başkarakteri. Ruperta tanıdığım kadınları model alarak oluştu, gerçi onlardan bazıları zenci değildi. Ama piangua toplayıcısı olarak çalışan kadınların savunması için verdiği savaş, halkına duyduğu tutku, çektiği acılar ve zorluklar onu Pasifik’te zenci kadının bir sembolüne dönüştürüyor. Savaş sadece işteki sömürünün getirdiği kötü muameleye karşı değil, aynı zamanda toprak kaybına, yerinden edilmeye, kültürel habitatın yok edilmesine, devletin polisinin onları mecbur bıraktığı terk edişe karşı veriliyor.

Romanda tek bir polis karakter bile yok ama bir polisiye romanın bütün özelliklerine sahip. Benim aklıma gelen tarif ‘Polisiye olmayan polisiye’. Aynı fikirde misiniz?


Sizin de gördüğünüz gibi, Cajambre’de bütün sorunlar polis ya da ordu olmadan çözülüyor. Kolombiya’daki Afrika kültürleri hakkındaki belki de en büyük uzman olan Kolombiyalı etnolog Jaime Arocha, Bogota Milli Üniversitesi’nde yaptığımız bir çalışmada, bu romanın Kolombiya’da barışı sağlamak için yapılması gerekenlere bir örnek teşkil edebileceğini söylemişti, çünkü romanda sorunları toplumun kendisi çözüyor. Bunun bir hayal olduğunu biliyorum, ama romanımın neden polissiz ya da dedektifsiz bir polisiye roman olduğunu anlamak için gerekli ipuçlarını veriyor. Bu benim icadım değil, Cajambre’de yaşanan gerçeklik.

Romanı en iyi tanımlayan tamlama nedir? Antropolojik bir hikâye, polisiye roman, coğrafi bir anlatı, bir aşk hikâyesi…
 
Romanın kapsamını gerçekten iyi anlamışsınız. Bunların hepsi ve ayrıca tarihsel roman; çünkü ahşap toplanması ve satışı işinden, toprak ve denizin işlenmesine ve toprak sahipliğinden doğan sorunlara kadar dönemin yeniden yapılandırılması gerekti. Bütün bunları, romanın aslında biri trajik diğeri trajik olmayan iki yüzde sergilenen bir aşk hikâyesi olduğunu söyleyerek özetleyebilirim.

Romanda Pasifik cangılının zenci sakinleri ile ülkenin iç bölgelerinden gelen ‘göçmenler’ arasındaki farkları görüyoruz. Siz gönüllü bir göçmensiniz, romanın çevirmeni de öyle… Ve Türkiye, çok az insanın anne-babasının doğduğu yerde yaşadığı bir ülke. Bu anlamda, birbirinden o kadar uzak kültürler arasında aslında sandığımız kadar fark olmadığı söylenebilir mi?


Sizin de iyi bildiğiniz gibi, kültürler bizim coğrafi ve dönemsel farklara bakarak zannettiğimiz kadar birbirinden uzak değil. Cajambre’de zenci sakinler de göçmen, çünkü o zamanın ilk sakinleri Kızılderililerdi. İspanyollar, önce altını ve ardından da ahşabı işlemek için oraya zencileri getirdiler. Benim akrabalarım ahşap işçiliğinde çalışan göçmenlerdi, ayrıca ben ve bu romanın çevirmeni Amerika ve Avrupa’da yaşayan göçmenleriz. Türkiye halkının DNA’sını inceleyen çalışmalara rastlayınca, Türkiye’yi oluşturmak için bir araya gelen halkların büyük çeşitliliği karşısında çok şaşırdım. Çünkü benim ülkem Kolombiya da böyledir. Benim kişisel örneğimde, DNA’m Avrupa, Amerika ve Afrika arasında muhteşem bir karışımı gösteriyor. Cajambre kültürlerin bir kavşağı, bu yüzden Kolombiya’yı da çok iyi yansıtıyor. Türkiye de öyle değil mi zaten?

Roman, Pasifik Kolombiyası hakkında yazılmış az sayıda romandan biri. Bu, Türkiye’de kesinlikle tanınmayan bir dünya. Bunun sonucu olarak romanın yeterince anlaşılmayabileceğini düşünüyor musunuz?

Hayır, tam tersine, bence Türkiyeli okur uzun saatler boyunca yolculuk etmek zorunda kalmadan, farklı insan gruplarının bir arada bulunduğu, aynı zamanda çok verimli, tropikal, Türkiye’de hayal bile etmenin imkânsız olduğu bir doğanın görülebileceği muhteşem bir dünyaya açılan bir kapı bulacak. Türkiyeli okur, Kuzey Amerikalı okurun tersine, meraklı bir okur, genel olarak Avrupalı okur böyle. Ve Descartes’in dediği gibi, merak bilgiye götüren bütün değerlerin anasıdır.

Sık sık Yunanistan’a seyahat ediyorsunuz, Ege denizi hakkında şiirleriniz var. Türkiye, diğer pek çok şeyin yanı sıra, Yunanistan’la Ege denizini de paylaşıyor. Ülkemizi tanıyor musunuz?


Geçen sene İstanbul ve Ankara’yı ziyaret etme mutluluğunu yaşadım. Muhteşem bir seyahatti, çünkü sadece Türkiye’deki harika şair ve profesörlerle tanışmakla kalmadım, Kolombiya Büyükelçiliği sayesinde ebedi şair dostlarımdan biri olan Alvaro Mutis hakkında seyirci topluluğuyla sohbet etme fırsatını da yakaladım. Türk ve Yunan tarafındaki Ege’nin aynı gerçeklikte çözümlenen iki ayna olduğunu biliyorum, ama beni en çok etkileyen şey devasa bir gizem olan İstanbul’du. Batı tarihinin katmanlarını okumayı tamamlayamadığım, üst üste yazılmış bir parşömenden oluşan bir şehir. Hayran olduğum yazar Orhan Pamuk’un kitaplarını tanıyordum ve bahsettiği melankolinin nedenini hep kendime sorardım. Onun düşüncelerini derinlemesine kavrayabileceğimi sanmıyorum, ama o melankolinin şehrin birbirini takip eden farklı yüzlerinden kaynaklandığını söyleme cüretini göstereceğim. Bu yüzler ortadan kaybolmuyor, bir köşede, bir sokakta, caddenin bir kıvrımında ya da bir köprünün altında gizlenerek, geri döneceklerine dair bize söz veriyorlar. Biz de onları bekliyoruz. Türkiye’ye geri dönmeyi çok istiyorum, bu gizemi çözmek için değil, onu yaşamaya devam etmek için.

Söyleşiyi İspanyolca aslından çeviren: İdil Dündar

CAJAMBRE NEHRİ,Armando Romero, Çev.: İdil Dündar, Verita Kitap, 2015.

Türk Öykücülüğünde Tekrar Klasiği Yakaladı (Ayça KOCAVARDAR)

Bazı edebiyat yapıtları, cami avlusuna bırakılmış kimsesiz çocuklar gibi, bir köşede sessiz sedâsız doğar, yaşamları talihin, kısmetin, bahtın açıklığına bağlıdır.
Bazen yıllar sonra fark edilir, kimi zaman unutulur gider.
Gönüllü sürgün olarak 18 yıldır yurtdışında, ABD'de yaşayan, gazeteci-akademisyen-yazar Mahmut ŞENOL'un 2015 yaz başında gürültü patırtı çıkartmadan yayımlanmış hikâye kitabı, ortalıkta caka satan, rafları kaplamış kitaplar arasında uzaktan parlayan ışığıyla bir yıldız gibi görünüyor.

Mahmut Şenol, 15 yıl evvel başladığı romancılığının yan ürünlerini topluyor gibi, son olarak, romanlarında yer almadığını itiraf ettiği hikâyelerini yayımladı. İskenderiye Kitaplığı tarafından basılıp yayımlanmış, ¨Geçiyordum, Uğradım!¨ başlıklı on bir hikâyelik seçki, Türk öykücülüğünde Haldun Taner, Sait Faik, Memduh Şevket, Mehmet Seyda, Nezihe Araz, Umran Nazif gibi isimlerin kurduğu ekolün ardından yol aldığını gösterip, edebiyat eleştirmenlerince, âdeta ¨Rüştünü ispat¨ etmiş bulundu.

¨Phaselis Adağı¨, ¨Bay Konsolos¨, ¨Çerkes Âdil Paşanın Tahsildarlık Günleri¨, ¨Akhisar Düşerken¨, ¨Capon Çayevi¨ başlıklı romanları ve diğer yapıtları da bulunan Mahmut Şenol, nihayet, öykücülüğe başladı.
Genellikle romanlardan evvel öyküyle yola çıkılır, sonrasında romana geçilir diye bilinmekle beraber, tersinden gitmiş gibi, Şenol yapıtında her biri başlı başına ¨hikâye¨ olan anlatılarıyla, masalcılığını-roman yazarlığını tekrar okura gösteriyor.

Türk Edebiyatında öykücülüğün şiirsel bir tarzı zorlamak dışında okurun aklında kalacak bir şey anlatmadığını söyleyen Mahmut Şenol'un ¨Geçiyordum, Uğradım!¨ı, okunduktan sonra, başkalarına da anlatılacak söylenti olup okurun hafızasında yer ediyor. Bu anlamıyla, ¨Geçiyordum Uğradım¨ bir bakıma, meydanı doldurmuşlara karşı orta yaş üstü kuşaktan bir edebiyatçı tarafından yazılmış bir manifesto gibi okunuyor.

Şenol'un şiddetli biçimde muhalif göründüğü, yeni-sokak diliyle yazılmış, Türkçenin imla ve yazılım kurallarını hiçe sayan, bir ¨hadiseyi nakletmekten ziyade¨ , izlenimciliği öne çıkaran, anlatılan şeyin okurun algısına bırakıldığı yazı tarzının tam karşıtı bir hikâyecilik, bu yapıtta ortaya böyle çıkmış oldu.

Şenol, ¨Benim aktardığım hikâyeyi, Okur, bir dostuna gidip anlatabilir; oysa günümüzde Taner, S.Faik, K.Tahir, O.Kemal gibi yazarlarımızın kurduğu anlatı sanatını yok eden eserlere rast geliyoruz, okuyunuz, kitabı kapatınız, aklınızda tek bir şey kalırsa, lütfen beni arayınız!¨ diye iddia ettiğini anlamak için ¨Geçiyordum, Uğradım!¨ başlıklı kitabı edinmek, bu saatten ve böylesi bir savunudan sonra, edebiyat tutkunu Okurlara bir mecburiyet oldu.

Kitap hakkında yazan, öykücü-senarist Piraye Şengel, ¨İyi öykücüler Gökten zembille inmiyor, diyenler için, müjde! Gökten zembille iyi bir öykücü indi, diyebilirim. Edebiyatımıza yetkin eserler veren Şenol, bu kez de öyküleriyle ne kadar usta olduğunu kanıtıyor.¨ derken, roman yazarı-edebiyat ustası İbrahim Dizman, ¨....öyküleriyle, sıradan olduğunu bildiğimiz ama onun anlatışıyla yazınsal kişilik kazanan insanları, her gün içinde yaşayıp farkına varmadığımız çevre ayrıntılarını her zamanki kıvrak diliyle anlatıyor.¨ diye yazması Şenol'un bu son yapıtı üzerine merak uyandırıyor.

Kitap kapağı ise ilk öyküyle âdeta bütünleşen bir canlandırma-ilustirasyon eseri olarak göze çarpmaktadır. İngiliz, endüstri çağı ressamı Mark Elliott tarafından yapılmış çalışma, insanın tekliğini ve yalnızlığını anlatan bir temayla, ilk öyküyü kucaklıyor.

BirGün'ün kurulduğu ilk yıllarda uzun müddet ABD temsilciliği ve muhabirliğini yapan Şenol'un gazete yazıları arasında sürmanşete çıkan haberleri de olmuştu. Hâlen Cumhuriyet gazetesi dışhaberler sayfası yazarları arasında bulunan Şenol, farklı alanlarda kalem oynatmaya meraklı görünüyor. Arkitera Mimarlık dergisi, Roman Kahramanları, Türk Dili, Varlık Edebiyat dergisi, Açık Gazete, Mesele Kitap dergi gibi sıralanacak farklı yerlerde yazıları yayımlanan Şenol'un eski romanlarının şu günlerde, Alfa Yayımcılık tarafından ikinci baskıları da matbaaya verilmiştir. Kitaplarının ikinci bir kuşak tarafından okunacağına dair ümitlerini öğrendiğimiz Şenol'un, önümüzdeki Ekim ayında ¨Dalkavuk Hanım¨ başlıklı bir romanı da baskıyı bekliyor.
GEÇİYORDUM, UĞRADIM, Mahmut Şenol, İskenderiye Yayınları, 2015

Çiftlik İnsanları (Baran ÇAĞSU)

"Uzun Kuraklık" ve "Kazı", aynı dünyadan ve dilden doğmuş iki farklı verim. Aynı köyün farklı çiftliklerinde yaşanan iki hikâyeyi anlatıyor gibiler.

Bize uzak ülkelerin edebiyatlarını tanımaya başladıkça farklı ufuklar açılıyor önümüze. Gerek yaşayış, gerek yaşamı algılayış, gerek bu yaşamın içinden akan insan hikâyeleri gerekse de bu insanların yaşamlarına eğilen yapıtlar, aslında tam da edebiyatın üstlenmesi gereken işlev üzerine düşündürüyor okurları. Edebiyat, son kertede, insanın kendisini alımlama sanatı. Bu sanatın gereklerini yansıtan her yapıtın peşinden sonuna kadar gitmek de okurlara düşüyor. Farklı ülkelerden gelen nitelikli yapıtlar ise bu peşe düşüşte okurun tek aracı.

Hemen yukarıdaki cümlelerin kurulmasının nedeni, geçen günlerde yayımlanmış bir kitap olan Uzun Kuraklık – Kazı. Kitap, 1975 doğumlu Galli yazar Cynan Jones'un iki kısa romanını bir araya getiriyor. Hacmen küçük olsa da okuruna kattıklarıyla büyüyen iki kısa roman Uzun Kuraklık ve Kazı. Romanlara geleceğiz. Ancak öncesinde yazardan bahsetmek gerekli biraz. Çünkü Jones'un yazdıkları ilk kez Türkçeye kazandırıldı ve bu iki romanından yola çıkarak o toprakların sesini yansıtan bir yazar olduğunu söylemnek mümkün.

Cynan Jones ülkesinde ve özellikle İngiltere'de kısa romanlarıyla tanınmış bir isim ve bu bağlamda pek çok ödüle değer görülmüş. Bu iki romanı okuyanların da anlayabileceği gibi küçük kasaba yaşantısını çiçeklik ve şarapçılık yaparak devam ettiriyor. Ülkesinin Aberaeron kasabasında yaşıyor. Romanlardan, yazarın özyaşamöyküsüne dair kırıntılar toplamak derdinde değilim elbette bunu söyleyerek. Söylemek istediğim sadece kasabaya ve kırsala dair yaşayışı, betimlemelerle çok net ve detaylı bir biçimde anlatıyor bu iki romanında Jones. Bunda şüphesiz yazarın ülkesinde sürdürdüğü yaşantının da etkisi vardır ancak Cynan Jones'un önemli bir yazar olduğunu söyleyebilmek için daha pek çok neden var elimizde. Bunların başını da yazarın anlattığı atmosferle bütünleşen dili çekiyor.
Kitaptaki iki kısa romandan ilki olan Uzun Kuraklık, ekonomik zorluklar yaşayan bir çiftlikte açıyor kapılarını bize ve kaçan ineğin peşinde geçen bir günü anlatıyor. Buradan bakıldığında eğlenceli bir konu olarak gözükebilir "kaçan inek" başlığı. Her Kurban Bayramı'nda "kaçan dana" haberlerini okuyan bizler için durum böyle ancak Cynan Jones, bu olaydan yola çıkarak derin bir kasvete ve düşünceler selinin içine sürüklüyor okurunu. Düşünün sadece maddi sıkıntılar yaşayan bir köylünün evinden kaçan bir ineğin ne demek olduğunu! İşte böyle bir iç sıkıntısıyla açıyor roman sayfalarını bize. Sonrasında da romanın kahramanı Gareth ineğini ararken onun zihin akışına kapılıyoruz. Öykü diline yakın bir dili var Cynan Jones'un. Ânı genişleten, zihnin kıvrımlarında dolaşan... Buna bağlı olarak Gareth ineğini ararken onun zihnine dalıyor yazar ve kırsalın ıssız topraklarından doğan insan hikâyelerinin yanında farklı bir var oluş sorgulamasına kadar uzanıyor. Doğum, ölüm, yaşam... Bunlar kahramanımızın zihninden akıp gidiyor. Galler kırsalının ıssızlığıyla da üst üste biniyor adeta bu sorgulamalar. Hemen yukarıda bahsettiğim; yazarın, romanın atmosferiyle bütünleşen dilini de duyumsuyoruz Uzun Kuraklık'ta.

Bu kısa romanda Cynan Jones'un uyguladığı bir farklı biçem daha var. Olayları; Gareth, karısı Kate, oğulları Dylan ve kızları Emmy’den oluşan aile bireylerin gözünden teker teker izleterek veriyor Jones. Bu da yaşayışların her gözde nasıl farklı şekillendiğini görebilmek adına oldukça önemli.
Uzun Kuraklık'ın ardından gelen Kazı da yine aynı şekilde kırsalda akıp giden bir roman. Ancak hemen belirtmekte yarar var; Uzun Kuraklık'ın devamı niteliğinde bir hikâye değil. Benzerlikleri aynı topraklardan doğmaları. Kim bilir, belki aynı kitapta toplanmalarının da nedeni budur.

Kazı, yine bir çiftlikte açmaya başlıyor hikâyesini. Ancak bu kez bir aile değil, eşini yakın zaman önce kaybetmiş hüzünlü bir genç adam karşılıyor bizi. Hikâyenin karşı yakasına ise porsukları köpeklerle dövüştürmek için acvlayan "vahşi" bir karakter yerleştirilmiş. Bu karakter yazar tarafından şiddettin hayattaki olağanlığını ve bir yandan eleştirisini yapmak için konumuş romana. Bu bağlamda hikâyenin iki yakası, bu şiddet sarmalıyla bağlanıyor birbirine ve iki farklı uçta görünen roman kahramanları aynı noktada birleşiyor.

Uzun Kuraklık da, Kazı da aynı dünyadan ve dilden doğmuş iki farklı verim. Aynı köyün farklı çiftliklerinde yaşanan iki hikâyeyi anlatıyor gibiler. Ancak düşündürdükleri ve romanın üzerine düşündüğü noktalar farklı elbette.

İkisinin romanın en önemli ortak noktasını ise yazarın anlatım gücü belirliyor.

UZUN KURAKLIK – KAZI, Cynan Jones, Çev.: Kıvanç Güney, Yapı Kredi Yayınları, 2015.

Dönüşüm Yahut Bir Kurban Hikayesi: Homo Economicus (Tevfik KALKAN )

Her şey kendimi Kafkaesk bir hikayenin içinde bulmam ve kaybetmemle başladı.

İstanbul’un bunaltıcı kalabalığından sıkılmış ve bir sahil kasabasına tayin istemiştim. Ev tutup yerleştikten sonra kalan birkaç parça eşyamı almak üzere araba kiralamaya karar verdim. Arabayı alıp işimi gördüm ve kazasız belasız bir şekilde aldığım gibi teslim etmek üzere Beylikdüzü’ndeki plazalardan birinde yer alan bir araç kiralama şirketini aramak üzere yola düştüm Şato’yu arayan Bay “K.” Misali. Saatler sonra kapıya vardığımda şirket çalışanı geldi ve arabadaki muhtelif onlarca çiziklerden bir tanesini göstererek, arabayı çizmişsiniz, dedi.   Peki ne olacaktı şimdi? Şu: yukarı ofise çıkılacak, durum patrona anlatılacak ve hüküm vermesi beklenecekti. Şimdi Jozef K. gibi hissediyordum işte. Alakası olmadığım bir davada sanık olarak.

Umutsuz bir halde evime vardığımda kapının önünde bir kolinin beni beklemekte olduğunu gördüm. Koliyi mutfak tezgahının üzerinde açtıktan sonra bir düzine kitabın arasından Kafka’nın Ayrıntı Yayınları’nın klasikler dizisinden yeni çıkan Dönüşüm’ü ile göz göze geldim. Kadim dostumu diğerlerinin arasından çekip aldım ve bir çırpıda okudum. Bu temiz ve özenli çeviriyi beğendim. Emine Ayhan’ın sunuş, Harold Bloom’un sonsöz yazılarını da öyle.

Calvino’nun alını çizdiği gibi klasikleri tekrar okuma bahtiyarlığını kendimizden esirgemeyelim. Calvino, bunun için son derece isabetli, bir düzine gerekçe sıralamıştı, bir neden de ben söyleyeyim: şu anlamsız ve absürt dünyada yapayalnız olmadığınızı anlamak, onlarca yıl geçmişten bir dost sesi duymak için. İkna olmadıysanız bir neden de Albert Camus’den yazayım: “Bir an gelir ki, yaratım artık –trajik- gibi görülmez; yalnızca önemsenir. O zaman insan umutla uğraşır. Ama ona düşen bu değildir. Ona düşen kaçamağa sırt çevirmektir. Kafka’nın bütün evrene açtığı amansız davanın sonunda da bunu buluyorum. Kafka’nın inanılmaz kararı, köstebeklerin bile umut etmeye kalktıkları bu çirkin ve altüst edici dünyayı temize çıkarır.”

Emine Ayhan sunuş yazısında  Dönüşüm ile ilgili yaygın bir hatanın altını çiziyor. Gregor Samsa’nın dönüştüğü şey bir “bok böceği” değildir. Kapitalizm açısından işe yaramaz, etinden, sütünden faydalanılamaz bir tür murdar mahluktur. Kafka, kitap kapağında bir böcek resmi kullanılmamasını ısrarla istiyor ki böylelikle Gregor Samsa ile akrabalığımızın önünde yanıltıcı bir sembol olmasın. Böcek resmini kafanızdan silin ve sabahları saatin çalması ile beraber yataktan çıkmak için verdiğiniz mücadeleyi, tüm o sancılı kıvranma süreçlerini bir düşünün. Girdiğiniz tüm o garip şekiller, ters dönmüş bir böceğin çırpınışına benzedi mi? Ayhan sunuşunda, böcekleşmeyi  Kafka’nın güncel insanlık kavramı açısından düşünmemizi istediğini ısrarla vurguluyor, nitekim Gregor aslında fiilen böceğe dönüştüğü için insan olmaktan çıkıyor değildir. Belli bir insanlık durumundan çıktığı için insanlıktan çıkar. Peki nedir bu insanlık durumu? Yataktan kalkıp işe gidememek, anne, baba ve kız kardeş için yararlı olamamak. 

Max Brod’un aktardığına göre, Kafka hikayesini dostuna okuduktan sonra hayıflanarak “Bir insanın ailesinin kirli çamaşırlarını böyle ulu orta sergilemesi hoş mu sence?” diye sorar. O an ne cevap verdiğini bilemiyoruz ama Max Brod, dostunun vasiyetine uymayıp tüm eserlerini yayımlayarak verir esas yanıtı. Zira Kafka Dönüşüm ile ailesinin değil tüm insanlığın kirli çamaşırlarını sergilemiştir. Ayhan’ın da belirttiği gibi, Dönüşüm’de kurban sadece Gregor değildir. Dönüşüm’ün ardından kapı görevlisi olarak işe başlayan baba, dikiş nakışla ev geçimine katkı sağlamaya çalışan ana ve keman eğitimi almak yerine zengin bir koca aramak zorunda kalan kız kardeş de kurbandır. Sadece onlar da değil çalışanlarını sömürerek sermaye biriktirmeye programlanmış patron ve bu amaca hizmet etmesi için yataktan çıkamayan çalışanın evine gönderilen müdür de kurbandır. Tıpkı kiraladıkları aracı kiraladıkları gibi aldıkları halde depozitolara el koyan vurguncular gibi. İnsanlık evriminin bir aşamasında, yürek sızlatan bir dönüşüm yaşamış ve homo economicus’a dönüşmüştür.

Sadık Hidayet, Kafka’nın “Tanrı’ya yer olmayan bir dünyada” insanı çırpındığı “çıkmazın yalnızlığında ve umutsuzluğunda” anlatan ilk kişi olduğunu söyler. Harold Bloom ise Dönüşüm’ün sonsözünde Kafka’nın “yıkılmaz olan” metaforuna yer verir: “Yıkılmaz olan, içimizde olmaya devam eden bir öz değildir, Beckett’ın ifadesi ile artık devam edemediğin zaman devam eden şeydir. Kafka’da devam etmek daima ironik şekillerde olur…”
Benim için ise Kafka’nın sesi daima bir dost sesidir. Saçmanın, anlamsızlığın içinde çözünüp darmadağın olduğunuzda bile sesinize ses verecek bir kadim dost sesi.

DÖNÜŞÜM
, Franz Kafka, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2015.

Che’nin Ayak İzlerinde (Hatice EROĞLU AKDOĞAN)

Che’nin hayatıyla ilgili yazılmış çok sayıda kitap vardır. Bunlardan en önemlileri günlük tutma alışkanlığı olan Che’nin kendi yazdıkları çerçevesinde kurgulananlardır. Yakınları, çocukları ve en önemlisi onu idealleriyle buluşturan silah arkadaşı yoldaşlarının kattıkları Che üzerine olan yayın gerçekliğinin bir başka boyutunu oluşturmakta. Tabi bir de bunun dışında yaptıkları ve yapmayı düşledikleriyle devrimci bir fenomen haline gelen Che’yi kişiliği ve fiziki boyutuyla post modern piyasa ilişkilerine malzeme yapıp nemalanmaya çalışan kapitalistlerin yapıp ettikleri de vardır. Dolayısıyla da Che’nin devrimci anısına değer ve yakışır olanları aradan seçmek bu açıdan çok önemli hale gelmiştir.

Buradan gelmek istediğimiz nokta Che’ye ilişkin aramızda dolaşan bir kitaptır. Kitabın yazarları Che’nin hayatını adım adım takip edip, tanıkları ve belgeleriyle kronolojik bir hayat örgüsü oluşturmuşlardır. Kitabın “Cesur Bir Adam” ana başlığı yanındaki bütünleyici adı olan “Che’nin Kronolojik Hayat Hikayesi” kitabın gerçek anlamda da içeriğini teşkil ediyor.

   Kitabın hazırlayanı ve yazarı olan Adys Cupull ile Frolian Gonzalez’in kitaba başlarken düştükleri şu not Che’nin hayatına ilişkin yaklaşımımız açısından da çok anlamlı: “Kuzey Amerikalı felsefeci Ralph Waldo Emerson, insanın hayatının dünyanın gerçek öyküsü olduğuna inanırdı. Hiçbir masal, hiçbir roman, görevini yerine getiren yiğit bir insanın öyküsü kadar düş gücüne tatlı gelmez.”
              
Adım adım hayat yolculuğu
Anne babasının 1927’deki evliliği ve 1928 yılı 14 Haziran’ında Che’nin dünyaya gelişiyle başlayıp, kimi yerde gün gün, kiminde ay ay orijinal belge kayıtlarıyla devam eden kronolojik bir hayat hikayesi okumak, dışarıdan bakıldığında okurlara hiç de zevkli ve akıcı gelmeyebilir. Ancak bu kitapta çoğu başka kitaplardaki genel veya sübjektif yorumların aksine Che’nin hayatına ilişkin somuta dayalı tüm belge ve tanıklıklara siz de şahit oluyor; onun neler yaptığını kendi gözlerinizle görür gibisiniz.

Che Güney Amerika yolculuğuna çıkıyor siz yanındaki arkadaşısınız. Che annesine mektup yazıyor siz okuyorsunuz. İlk hastasını muayene ediyor ve ilk teşhisi koyuyor siz buna da tanıksınız. Che Fidel ve Raul ile tanışıyor siz yanındasınız. Granma yatıyla Küba’ya devrimi tamamlaya gidiyor siz de oradasınız. Astım nöbetlerinde o acı çekerken en yakın dostunuza yardım etme hissine kapılıyorsunuz.   Küba’da kentleri ele geçirme mücadelesinde, Santa Clara savaşında ustalaşan bir asker oluşunu seyrediyorsunuz. Devirim ve devrimin inşa sürecinde nasıl kabına sığmayan bir devrimci oluşunu anlıyorsunuz. Birlikte gezinti yapıyor, fotoğraf çekiyor, spor yapıyor, konferansını dinliyor, çocuklarıyla oynayıp neşelenmesine siz de seviniyorsunuz…. Che’nin dışında, Che’yi kuşatan bir dünya da var. Yazarlar o sürecin dünyasını da Che’nin ayak izlerinin etrafında göstermeyi de ihmal etmiyorlar.

1954/ 10 Ekim: Che annesine şunları yazdı:’ Nihai zafere inanıyorum, ama eyleme katılanlardan mı olacağım yoksa yalnızca bir seyirci olarak mı kalacağım, orasını bilemiyorum.”
1959/ 2 Ocak: Fidel, Che’ye Havana’ya gitmesi ve La Cabana Kışlası’nı ele geçirmesi talimatını verdi. Camilo’nun görevi, Columbia garnizonunu teslim almaktı.
3 Ocak: Che, gece yarısından sonra, 1 numaralı nizamiye kapısından La Cabana kalesine girdi. Garnizon’un askerlerini poligonda, düzgün sıralar halinde dizilmiş, bekler buldu.
23 Ocak: Revolucion gazetesinin bürolarını ziyaret etti.
16 Haziran: Kahire’ye vardı ve Cumhurbaşkanı Cemal Abdülnasır ile tanıştı.
13 Temmuz: Rangun’dan teyzesi Beatriz’e mektup yazdı.
1967/ 5 Mart: Vurdukları küçük kuşları ve topladıkları palmiye meyvelerini yediler.
23 Eylül: Bir portakal bahçesinde mola verdiler.
7 Ekim: Che günlüğüne 17 adamın solgun ay ışığı altında yorucu bir yürüyüşe çıktığını yazdı.   
Kronolojik örgülü bir hayat kitabında kimi zaman Che’nin izi kaybolsa da, biyografiyi gün gün oluşturmak yazar için hiç kolay değildir. Emek, masa başı emeğinin çok çok ötesindedir. Ev ev, şehir şehir, ülkeler, arşivler, müzeler…  Sayısızca denilebilecek başvuru noktası yazarların uzun yıllar çok yönlü emek harcadığının bir göstergesi ki yazarlar kitapta sadece bir sayfayı teşekkür ettikleri kurumlara ayırmış bulunuyorlar. Dergiler, tanıklar, kitaplar, resmi arşiv kayıtları olmadan 14965 günü içeren özgün bir yapıt oluşturmak olanaklı olamazdı.

Kitabın yayıncısı Yar Yayınları da arka kapağa şu notu düşmüş: “Adys Cupull öğretmen ve gazeteci, Froilan Gonzalez ise hukukçudur. Bu Kübalı çift, on yıldan fazla bir süre, Komutan Ernesto Guevara’nın yaşamıyla ilgili araştırmalar yaptı. Bu çalışmalar sırasında, Che’nin ayak izlerini takip ederek Bolivya ormanlarına gittiler. Latin Amerika ve Avrupa ülkelerini ziyaret ettiler. Amaçları, Che’nin hayatına günbegün ışık tutmak ve en önemli yönlerini yeniden yaşatmaktı.”

Che’nin anne babasının 1927 yılında evlenmesiyle başlayan takip,  katledilmesinin ardından savaş günlüğüne ilişkin çarpıtma ve tartışmalara son noktanın konulmasıyla, 10 Temmuz 1968 tarihinde sona eriyor. İçimizi Che’nin ayak izlerinin silinmesinin hüznü kaplıyor.  

CESUR BİR ADAM- CHE’NİN KRONOLOJİK HAYAT HİKAYESİ, Adys Cupull, Froilan Gonzalez. Çev. Nadiye R. Çobanoğlu. Yar Yayınları, 2013.