İnsanlığın gördüğü en büyük düşünür ve bilim adamlarını anlatan, onların kurduğu sistemleri işleyen bir bilim tarihi kitabının adı ne olabilir diye sorulduğunda, pek az insanın aklına “Uyurgezerler” gibi bir isim gelir. Ancak elbette Arthur Koestler bu ismi seçerken, kitabını yazarken gösterdiğine benzer bir titizlikle hareket etmiş, işlediği ana temayı kısa yoldan, açık bir benzetmeyle ortaya koymuş. Koestler’e göre deney ve aklın katı kurallarına göre neredeyse kurulmuş bir saat gibi iş gören bilim adamı karikatürü, bilim tarihine kendi önyargılarıyla yaklaşan tarihçilerin, felsefecilerin ve hatta kendi yaptığı işi bile tam anlamamış bilimcilerin kurguladığı bir mit, o kadar. Gözlem verileri ve akıl, bilimin neredeyse üç bin yıllık macerasında elbette vazgeçilemez bir rol oynuyor. Ancak tesadüfler, kişisel hırs ve önyargılar, dahası ve en önemlisi, bir hayalin peşinden el yordamıyla giden uyurgezerin adımlarına benzer sezgiler, düşünüldüğünden çok fazla yer tutuyor bilimsel sistemlerin kuruluşunda, ve elbette yıkılışında. Uyurgezerlerimiz, yani bilim tarihinin tanıdık dâhileri, çoğunlukla ulaştıkları sonuçların öneminin ve dünyayı nasıl değiştireceğinin farkında bile olmuyor. İlk basımı 1959’da yapılmış olan Uyurgezerler (The Sleepwalkers), 20. yüzyılın ilk yarısında egemen olmuş ve akılcı yöntemi bilimsel gelişmenin biricik motoru olarak gören bilim tarihi anlayışına bir itiraz olarak okunabilir. Bu itirazını gerekçeler ve tarihsel verilerle ortaya koyuyor yazar. Kitap boyunca da en çok, “mistik ve bilimsel deneyim tarzlarının bölünmez kaynağını ve bunların birbirlerinden ayrılmasının yol açtığı feci sonuçları” hissettiriyor okuyucusuna.
Koestler, uzun yüzyıllar boyunca astronomi etrafında şekillenen bilimin yolculuğunu, Babillilerin çocuksu sayılabilecek dünya kavrayışlarından başlatıyor. Bayrağı onlardan devralan ve mitolojiyle iç içe geçmiş bir astronomi dünyası kuran Antik Yunan ile devam ediyor. Bu dönemde özellikle Pisagorcuların ve antik dönemin iki büyük filozofunun, Platon ve Aristoteles’in üzerinde duruyor. Daha sonra, bin yıldan uzun bir süre astronomiye egemen olmuş dünya-merkezli Batlamyus evreninin kuruluşunu anlatıyor bize, ardından ise onun uzun hükümdarlığına son verecek olan güneş-merkezli Kopernik evrenini. Bu iki büyük sistemi anlatırken, işin çekirdeğindeki bilimsel ayrıntıları es geçmiyor, ama astronomiye veya matematiğe uzak okurları sıkmamayı da başarıyor, tıpkı kitabın geri kalanında yaptığı gibi. Hikâyesini Newton ile sonlandıran yazar, bu uzun yolculuğun odağına ise, Newton’dan hemen önce yaşayan ve günümüz bilimini mümkün kılan iki büyük bilimciyi yerleştiriyor: Johannes Kepler ve Galileo Galilei.
Aynı dönemde yaşamış bu iki bilimcinin bilimi kavrayış biçimleri arasındaki keskin farklılığı durmaksızın vurgulayan Koestler, bu farklılık üzerinden medeniyetin 17. yüzyılda geldiği yol ayrımını anlatıyor aslında bize. İki ayrı âlemi temsil eden bu dâhileri karşılaştırırken, Kepler’e duyduğu yakınlığı gizlemiyor. Galileo’nun bilimsel düşünceye verdiği pırlanta değerindeki katkıları da elbette inkâr etmiyor. Ancak onu, bilimle dünyanın geri kalanı arasında modern dönemde açılacak olan uçurumun baş mimarı olarak gördüğünü de açıkça söylüyor. Dünyayı her yönüyle kavrayacak, geometri, astronomi, müzik, astroloji (yani, insanın bu dünyadaki yazgısı) ve insan aklı arasındaki bozulmaz ahengi arayan, aramakla da kalmayıp bu ahengi hücrelerinde hissettiği izlenimini veren Kepler, Koestler’e göre, Pisagorcularla başlayan dünyayı ve insan deneyimini bir bütün olarak kavrama çabasının son temsilcisi. Galileo ise ihtiraslı, kuşkusuz son derece zeki, ancak öne sürdüğü bilimsel iddiaların büyük resim içindeki önemini ve sonuçlarını görecek ilham ve basiretten yoksun bir figür.
Yaşamında mistisizme duyduğu merakı elden hiç bırakmamış bir yazar Koestler. Kepler’in madde ile anlam dünyasını, fizik yasaları ile yaşamın amacını kaynaştıran anlayışını geride bıraktığımızda, sınırsız bir teknolojiye ve doğa üzerinde mutlak denetime doğru önümüzde bir yol açılmış olduğunu kabul etse de, bu yolun hayatın büyüsünü yok eden dağınık bir varoluşa yöneldiğini görüyor.
Aynı zamanda bir edebiyatçı olan Koestler, son derece akıcı ve keyifli bir dille Galileo’yu yukarıda çizdiğim çerçevede yerden yere vururken, bir yandan da bilim tarihine dair genelde doğru kabul edilen birçok hikâyenin aslında birer şehir efsanesinden ibaret olduğunu ortaya koyuyor. Galileo’nun Pisa Kulesi’nin tepesinden farklı ağırlıkta gülleler bırakarak kuramını temellendiren bir deneyci olmadığını, Engizisyon tarafından işkence altında sorgulanmadığını, “ama o yine de dönüyor” gibi bir sözü de hiç söylemediğini öğreniyoruz örneğin. Dar kafalı din adamlarına karşı her şeyi sorgulayan açık fikirli Galileo klişesi de gözlerimizin önünde eriyip gidiyor. O dönemindeki bazı Hıristiyan düşünürler, göklere dair yerleşik inançlarına aykırı bir şeyler görecekleri endişesiyle, yeni icat edilmiş olan teleskopla gökyüzüne bakmayı bile reddedecek kadar sabit fikirliydiler, doğru. Ancak görüyoruz ki onları teleskoptan bakmaya ikna etmeye çalışan Galileo da, birkaç defa mektuplaştığı ve kitaplarından haberdar olduğu Kepler’in eliptik yörünge fikrini, bütün matematiksel ve gözleme dayalı kanıtlara rağmen, benzer bir sabit fikirle ömrünün sonuna kadar kabul etmeye yanaşmamıştı. Ne de olsa bağlı olduğu dünya görüşü ona bütün gök cisimlerinin mükemmel daireler üzerinde yol alması gerektiğini söylüyordu! Yine de yazarın bütün bunları Galileo’ya duyduğu kuru bir antipatiyle, ona giydirilmiş “bilim şehidi” kostümünü yırtarak “kral çıplak” diye bağırma çabasıyla yazmadığını vurgulamak gerekir. Veya piyasada son zamanlarda yaygınlaşan “doğru bildiğimiz yanlışlar” türü derlemelerin bir benzeri de yok elbette karşımızda. Zira bütün bu tarihsel veriler kitap boyunca çizilen derinlikli bir dünya görüşü çerçevesine oturtuluyor. Kitabın önümüze serdiği ayrıntılarda bilimin, dolayısıyla aklın, medeniyetin ve insanın ne olduğuna dair kurgularımız gizli ve bu kurguda, Kepler ve Galileo’nun kesiştiği ve ayrıştığı dönemeçten günümüze uzanan yolda, bir şeylerin ters gittiğini söylüyor Koestler.
BİR BİLİM TARİHİ KİTABI: UYURGEZERLER (İNSANIN DEĞİŞEN EVREN GÖRÜŞÜNÜN BİR TARİHİ), Arthur Koestler, Çev.: Ekram Berkay Ersöz, Phoenix Yayınevi, 2013.
0 yorum:
Yorum Gönder