Küçürek Öykü ve İki Kitap (Başak BAYSALLI)

Zaman hızla geçiyor, her şey değişiyor ve biz bugün hızlı tüketim çağının yaşam biçimleri, alışkanlıkları arasında bir yerden bir yere savrulup duruyoruz. Özgür görünsek de kurallara, bürokrasiye, hiyerarşiye, yetiştirmek zorunda olduğumuz işlere mahkûm durumdayız. Hızlı tüketim çağının özgür görünümlü tutsaklarıyız bir bakıma. Bu tutsaklığın farkına vardığımızda, yaşamak bizim için artık daha da zordur. Bilmek ve farkında olmak, rahatsız edicidir. Bu rahatsızlık ise farklı düşüncelerin, yaşam biçimlerinin, ürünlerin ortaya çıkmasını sağlar. İşte, küçürek öykü de insanın kendini ve çevresinde olup biteni fark ettiği anda ortaya çıkan, bu hızlı tüketim çağının bir ürünü olan, aynı zamanda da tüm bunlara karşı duruş sergileyen anlatı türüdür.  

Bu yazıda, dünya edebiyatında 20. yüzyılın son çeyreğinde öne çıkmaya başlayan ve “short short story, flash-fiction, sudden fiction, quick fiction, fast fiction” gibi terimlerle karşılanan, Türkçe edebiyatta da yeni yeni benimsenip yaygınlaşmaya başlayan “çok kısa öykü, minimal öykü, öykücük, minicik öykü, hızlı kurgu, mini kurgu, kısa kısa öykü, küçük öykü, küçürek öykü” gibi terimlerle adlandırılan anlatı türünü Ferit Edgü’nün İşte Deniz, Maria ve Ali Teoman’ın Öykü Uçları adlı kitaplarından yola çıkarak ele almak istiyorum.

Küçürek öykünün başlıca özelliği kısa ve düzyazı şeklinde oluşudur. Bu türde az sözle çok şey anlatılması, sözcüklerin duygu ve çağrışım değerlerinden yararlanılması, alışılmamış imgelere yer verilmesi şiirde de görülen özelliklerdir. Bu açıdan bakıldığında, düzyazı şeklinde yazılan, olaya/duruma odaklanan ve kurmaca bir metin olan küçürek öykü, şiirle öykü arasında bir yerde durur.

Ferit Edgü, İşte Deniz, Maria’ya önsöz niteliğindeki “Öykülerden Önce Birkaç Sözcükle” başlıyor ve küçürek öyküyle ilgili şunları dile getiriyor: “Ben, minimal öykülerimde her şeyden önce “olay”ı önemsiyorum. Ama benim “olay”larım, gözümün gördüğü olaylar değil. Çünkü ben, kendimi bir tanık yazar görenlerden değilim. Olayları, gözlerimi kapadığımda daha iyi görüyorum. Yıllar önce söylediğim gibi, düş ile gerçek koşut gidiyor yazdıklarımda.” Kitabın ikinci bölümünde “Çok Kısa Öyküler-ŞAŞILACAK BİR ŞEY” başlığı altında yer alan küçürek öykülerde yazarın bireyin “an”lık durumuna odaklanan “olay”sız anlatım yolunu benimsediği görülüyor. Çoğu zaman çarpıcı bir sonla biten bu çok kısa öyküler, bireyin kendisiyle ve dünyayla olan ilişkisini, yalnızlığını, açmazlarını, bunalımlarını dile getiriyor.  Hızlı bir kurguyla oluşturulan öykülerdeki her bir sözcük ayrı bir çağrışım değeri taşıyor. Cümleler arasındaki geçişlerde çağın hızından uzaklaşmak, durmak, düşünmek gerekiyor. Alt metne ulaşabilmek; çağrışımları, imgeleri, ara metinleri yorumlayabilmek ve anlamlandırabilmekle mümkün oluyor. Kısa oluşu, ilk bakışta kolay yazılır ve kolay anlaşılır izlenimi yaratsa da bu izlenimin yanlışlığı daha ilk öykülerden anlaşılıyor. Sözcüklerin günlük yaşamdaki karşılıklarını bilmek, öyküleri anlaşılır kılmıyor. Yazın geleneği içinde değerlendirerek yorumladığımızda ve başka anlamlara ulaşabildiğimizde, bu kısacık öyküler üzerimizde kalıcı bir etki bırakabiliyor.

Ferit Edgü’nün hem 1950’lerde oluşan öykü anlayışını sürdüren örneklerinin hem de çok kısa öykülerinin bir arada yer aldığı İşte Deniz, Maria’nın Edgü tarafından kaleme alınan giriş yazısı “Niçin minimal öykü?” sorusuna yanıt verirken yazma uğraşının da bitmeyen bir yolculuk olduğunu vurguluyor: “Peki niçin minimal, diye sorulacak olursa, yalınlığa, daha çok yalınlığa, artık hiçbir fazlalığı içinde barındırmayan yapıya ulaşmak için diyebilirim. Ayıklamak, arıtmak… Tıpkı mermerin içinde gizli biçimi bulmak için, durmaksızın yontan, o koca sert kütleyi küçülte küçülte kendi öz-yapıtına varmaya çalışan emekçi-yontuç gibi. Yontuç, mermerin içinde saklı biçime (yoksa cevhere mi demeliydim?) ulaşmaya çalışıyor; bense “dil”in içindeki cevhere. Hiçbir zaman varamayacağımı bile bile. Ama gene de…” Kitapta yer alan “Yolda” adlı öykü ise Ferit Edgü’nün bu yolda olma halinin kâğıda yansıması olarak düşünülebilir: “Yola çıktım./Ama çok geçmeden gördüm ki, yol yoktu. Yol silinmişti./Ne yapabilirdim?/Geri dönemeyeceğime göre bir yol açıp orada ilerlemem/ gerekiyordu./Ben de öyle yaptım./Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum./Hâlâ yoldayım./Ama bu yol hangi yol ve beni nereye götürecek, bilmiyorum.”

2011 yılında kaybettiğimiz Ali Teoman ise, küçürek öykülerden oluşan dosyasını şu sözlerle yayınevine teslim eder: “Öykü Uçları – Çok Çok Kısa Öyküler’i de Kırık Kalpler Terzihanesi kitabından sonraki üçüncü yeni öykü kitabı olarak ele alabilirseniz çok sevinirim. Yeni öykü yönelimim (tabi eğer ömrüm olursa) bu yönde ilerleyebilir. Biraz Samuell Beckett’in ‘foirades’ı gibi…” Ve yazarın son yeni kitabı Ocak 2014’te Yapı Kredi Yayınları tarafından basılır. Ali Teoman, “yeni öykü yönelimi”nin izlerini taşıyan başka bir kitap yazamadan aramızdan ayrılır.

Ondan kalanlar ise okudukça yeni anlamlara ulaşıyor. Varoluşsal sorunların ele alındığı bu öyküler, taşıdığı yükün ağırlığını daima hisseden, yalnız ve karamsar birinin seslenişi niteliğinde. Bizi de bu karamsarlığa ortak etmeye çalışan bir sesleniş… Metinlerde yer alan sorulara veremediğimiz yanıtlar, boğazımızda bir yumru halinde öylece kalsa da sessizce ortak oluyoruz anlatılanlara. Kitabın ilk öyküsü olan “Adım”ı birkaç kez okumadan, her bir cümlenin üzerinde düşünmeden sonraki öyküye geçemiyoruz: “(…) Günün loş aralıklarından bakarken kararır sular, huzursuz bir hayvan dönenir içlerinde, kafesin çeperlerine gelip kendini çarpar. Bunu biliyorum, biliyor. Adımlarım adımı her adımda siliyor, siliyorum, siliyorlar. Öyleyse benim adım nedir, adım nedir, adım ne?” Öykülerdeki şiirsellik, Ali Teoman’ın yalnızca içeriğe odaklanmadığının, biçim ve dildeki sanat kaygısını metne yansıttığının da bir göstergesi. Tekrar edilen sözcüklerle sağlanan ahenk, farklı çağrışımlara kapı aralıyor. İçimizde, öyküleri yeniden okuma ve anlamlandırma isteği uyanıyor.

Çağın hızına uyarak insanı derinleşmekten uzaklaştıran her şeyde olduğu gibi küçürek öykü de yüzeysellik tehlikesini içinde barındırır, bu tehlike ancak yazar tarafından aşılabilir. Ali Teoman ve Ferit Edgü, yazdıkları kısacık öykülerde yüzeyselliğe düşmek şöyle dursun derinliğin sınırlarını söyleyişteki zenginlik ve içerikteki yoğunluk ile zorluyor.

Ali Teoman, kendisiyle yapılan bir röportajda öykü yazmayı “işin çekirdeğine bir türlü varamamak” olarak tanımlar. O da “dilin içindeki cevhere” ulaşamayacağını bilerek yazmayı sürdüren Ferit Edgü gibi yolda olma halini kabullenerek ince bir dil işçiliğiyle yazar bu kısacık öyküleri. Çıkılan hiç bitmeyecek bir yolculuktur aslında. Okuru da ortak eden, çağın hızından alıkoyan, başka zamanlara kapı aralayan bir yolculuk…   

İŞTE DENİZ, MARİA, Ferit Edgü, Sel Yayıncılık, 2014
ÖYKÜ UÇLARI, Ali Teoman, Yapı Kredi Yayınları, 2014    
  

0 yorum:

Yorum Gönder