“...Yaşarım, sevgilim, canım, ulu çınarım...
Git hiç arkana bakmadan çekip git bu dünyadan. Yüz bin çiçek olmak isterdim cenazende, yüz bin renkli çiçek, senin insanların gibi giyinmiş, Çukurova’n gibi uçsuz bucaksız bir ova, Anavarza kayaları gibi başı dumanlı bir dağ olmak isterdim...
Yaşarım, sevgilim, canım, gökteki bulutum,
Git arkana hiç bakmadan çekip git bu dünyadan. Deli bir yağmur olmak isterdim cenazende, sen nereye ben oraya. Yağmak, dur durak bilmeden yağmak isterdim; senin insanların gibi içten, kurduğun hayal cumhuriyetindeki zalim beyler gibi öfkeden kudurmak isterdim, toprakta tepinmek, köpüklü denizlerde yitip gitmek isterdim.
Yaşarım, mezarının kıyısında mavi bir çiçek olup açmak isterdim. Gökyüzüne gülümseyen mavi bir çiçek...
Hangi yazar istemezdi ki?
Yaşarım, şu dünyayı gezdim, nice fikir alemlerine daldım, acımı dindirmek için kapımın önünden gelip geçen her isyana ruhumu verdim. Her öfkeyi toprağıma uzanmış yardım eli sandım, dinmedi acım Yaşarım, dinmedi.
Ve nasıl oldu bilmiyorum, sarı bir yaz vakti senin Meryemcen bir dağı tırmanıyordu. İnatçıydı, başındaki sarı güneşi umursamayacak kadar inatçı. Aha dedim, bu benim nenem! O gitti ben gittim, o inat etti ben yalvardım. Hadi nene az kaldı, hadi biraz diren, dedim. Bir kıskandı kalktı yürüdü, bir küstü geldiği yolu gerisin geri gitti. Babam peşine verdi, sırtına aldı.
Katır yolda öldü.
Yaşarım seni okurken bu hapiste gözlerim hep yaşlı, duvarlar üzerime gelir. Nefesimi tutarım derim aha bu dağı çıkınca arkada Dersim denen cehenneme düşecek Yaşar Kemal’in roman kahramanları. Anam çayı dahi ateşe verir, bulgur kazanını üç ayaklığa, seni bekler...
Ah Yaşarım, bir bilsen bizim ora insanı ne kadar senin insanlarına benzer. Dersim insanının ateşi harlı, dumanı boldur, akşam Laz olarak yatağa girer sabah Ermeni, Kürt, Türk kalkar, öyle gariptir!
Hayalde dahi ben senin roman kahramanlarını bekledim. Kendi kendime, dedim şimdi evlerimizin arkasındaki Gola Ostoro dağından bir atlı nefes nefese çıkıp gelecek. Ve anam ocakta kızdırdığı tereyağını hoşşş diye sinide dumanı tüten bulgur tepsinin üzerine boca edecek. Bir yandan yerken, bir yandan oh be yaşarım, oh be baban rahmet ne güzel yazmışsın, ne güzel yazmışsın fakirliğimizi ve de kardeşliğimizi...
Yaşarım biliyor musun, ben ilk gençlik yıllarıma kadar senin yaşadığını dahi bilmezdim. Okuduğum yatılı okul kütüphanesinde her kitap vardı da bir senin kitapların yoktu. Ne garip, yasaklamışlar seni bize.
Hiç unutmam bir gün o yatılı okul kütüphanesinde Aytmatov’un kara kuru bir katırına bindim. Bir görsen Yaşarım, bir görsen o katır nasıl da sarı özek bozkırını ortadan ikiye böldü... İşte ben o kara kuru katırın sırtındayken senin ovanda buldum kendimi. Bir daha da çıkamadım. Senin dünyan, bizim dünyamız nasıl da büyük bir felaket gibi yüreğimizi burkar...” (Yeniden Meryemce)
Yaşar Kemal üzerine ne yazayım diye eski defterlerimi karıştırırken bu notu buldum. Tarih 7 Temmuz 1998, Yozgat cezaevi. Ne garip Yaşar Kemal’in her kitabına, her söyleşisine bir not düşmüşüm. Bu notların hepsi başka bir ruh haliyle yazılmış, ortak yanları hepsinin yarım olması, devamında neler yazmak istediğim belirsiz. Zaman geçip gitmiş.
Aslında 20. Yüzyıl edebiyatının en büyük üç dehasından biridir Yaşar Kemal. Diğer ikisi Cengiz Aytmatov ve bir kaç hafta önce ölen Marquez’di.
Böyle büyük yazarlar her ülkeye nasip olmaz, onlar bir hükümeti övmeye kalksalar dahi kurguladıkları roman dünyasında o hükümetler erir yok olur. Siyasi sistemleri sarsar, eskinin içinde geleceğin dünyasını inşa ederler, kurgu dünyaları öyle güçlüdür.
Ki, bu aslında söylence edebiyatından gelen anlatı damarının temel özelliğidir. Roman anlatısını masal ve söylencenin devamı olarak görürsek, aslında romancının anlattığı şeyin insanın gelecek düşü olduğunu rahatlıkla görmüş oluruz. Uçan halı masalını, fakir Keloğlan hikâyelerini, ya da Alâeddin’in Lambasını düşünün, binlerce yıldır anlatılan bu masalların hepsi günlük hayatın bir parçası haline geldi. Uçan halının yerini üstümüzde vızır vızır işleyen uçaklar aldı, fakirlik hala sorun olsa da insanlık onu alt etmede de büyük yol aldı, ama önümüzdeki şu internet ve bilgisayarın Alâeddin’in lambasından farkı nedir? Alâeddin ovardı lambayı, biz düğmeye basarız ve yardımını istediğimiz o bilgi devini karşımızda buluruz. Yaşar Kemal’in anlattığı düş dünyasının kardeşliğinde yeni Türkiye’nin edebiyatı doğmuştur. Yeni edebiyatımız onun eseridir.
Hayali gerçek olarak anlatan yazar
Yaşar Kemal romancılığının büyüklüğü buradadır. Yaşar Kemal, Serveti Fünun edebiyatı içinden çıkan “millicilik” akımına dâhil olmadı. Öyle bir direndi ki onu “hain” dahi gördüler. Sadece onu değil Orhan Kemal’e de ateş püskürdüler. İstanbul ve Ankara’da hükümete yakın duran milli edebiyatçılar, Yaşar Kemal’in yazdıklarının roman dahi olmadığını söylediler. Elbette bunun bir nedeni vardı.
Yaşar Kemal üzerine nice eleştirmenler, gelecek kuşaklar yazacaktır. Belki yüzlerce binlerce kez yazılacaktır, büyük Rus yazarları Puşkin, Gogol, Dostoyevski ve Tolstoy gibi her yazıldığında “hayır bu olmadı” denip yeniden anlaşılmaya çalışılacaktır.
Yaşar Kemal, Orhan Kemal’in Bereketli Toprağından fışkırmıştır. Bu edebiyatımızda çok önemli bir kırılmadır. Eğer edebiyatımızın ilk dönemini Tanzimat Edebiyatı sayarsak, ikinci dönem Serveti Fünun, üçüncü dönemi milli edebiyata verirsek, Yaşar Kemal dördüncü dönemi başlatan romancıdır. Ancak dördüncü dönem gelmesine rağmen Türkçe yazılan edebiyatın ana damarını o inşa etmiştir. Çünkü o bir coğrafyanın üzerinden gelip geçenleri değil, o toprağın kendisini yazmıştır. Her kim ayak basmışsa, her kim bir ağacın gölgesinde durup nefes almışsa Yaşar Kemal anlatısının içinde de kendi rengiyle yerini almıştır.
Biz yeni Türkiye edebiyatçıları onun kurduğu bu cumhuriyetin çocuklarıyız. Nedir bu yeni edebiyat, eskiden farkı nedir derseniz, derim ki, o ne Tanzimat Edebiyatının öykünmeciliğine benzer ve ne de serveti fünun ve milli edebiyatın ötekileştirme kurmacasına benzer. Özbeöz Anadolu’dur. Yaşar Kemal’in yaptığı kırılma da budur. Milliyetçi ve İslami değerlere oturan Milli Türk anlatısıyla hesaplaşmış elbisesini herkes için dikmeye çalışmıştır.
İstanbul ve Ankara’da yeni devletin ideolojik ihtiyaçlarına hitap eden milli edebiyatı, alıp Anadolu’nun en büyük insan havzalarından biri olan Çukurova’ya götürerek bunu başarmıştır. Bütün yaptığı budur. Ondan önce, İstanbul edebiyatının kelime kapasitesi bir çıkın kadardı. Düşmanı Ermeni ve Rumlardı. Yaşar Kemal o kelimeleri bir eşeğe bindirdi ve Çukurova’ya getirdi, daha üç köy geçmeden o eşeğin dizlerinin bağı çözüldü. Dil büyüdü, anlatının çeperi genişledi, zenginleşti.
İstanbul’da Ermeni ve Rum milli düşmanken, Çukurova’da yalnızlık ve gözyaşı oldu. Terk edilmiş hanlar, hamamlar, o hanlara hamamlara yerleşmiş yeni dağ insanlarının çaresizliği yürek burkuyordu onun dilinde.
İnkâr edilen Ermeni, Rum, Süryani, Fellah, Arap, Kızılbaş, Türkmen ve Kürt onun anlatısında bazen bir taş olup konuşuyordu, bazen bir rüzgâr olup esiyordu. Çukurova’da taşa selam verse o taşın üzerinde bir medeniyetin izi okunuyordu. Aslında İstanbul ve sonradan Ankara’da üst bürokrasinin kardeşi olan Türk Milli edebiyatının Yaşar Kemal nefretinin altında yatan da buydu. İnkâr edilen her şey onun anlatısında kol kola gelip gidiyordu.
Evet, onun anlatısında da, romanların başkahramanları Türk etnik yapıdan seçiliyordu ancak dilinde asla ötekileştirme, Müslüman ve Türk olmayanların aşağılanması yoktu.
Yaşar Kemal edebiyatı bugün dünyanın öbür ucunda okunmaktadır. Okuru öyle moda olsun diye okumaz onu, tutkuyla onu takip etmekte ve onun sözcüğüne kendi ruhlarının elbisesini giydirmektedirler. Onun edebiyatının sonsuz olmasının nedeni de budur. Yaşar Kemal’in cümlelerinin bir yurdu vardır ama kelimelerinin milliyetini insanlık olarak seçmiştir. Kumaşını, dünyanın en eski dillerinden biri olan Türkçeden seçmiş, bu büyük söz terzisi. O kumaştan yarattığı söz cumhuriyeti her milliyet ve coğrafya insanının kendini özgürce ifade etmesini, rahatlıkla alıp üstüne geçirmesini sağlamıştır.
Yaşar Kemal, dünyanın diğer büyük yazarları gibi kelimelerini zamansal ideolojilere ve siyasal iktidarlara kiraya vermediği için, asla eskimeyecek bir dil yaratmıştır. Her çağın ve devrin insanı kanaatime göre onu sevecektir. Homeros’un destanlarını nasıl ki bugün her dilde okuyorsak, olur da gün gelir yeryüzünde Türkçe diye bir dil konuşulmazsa Yaşar Kemal aynen Homeros gibi var olacaktır. O zamanın dillerine uyarlanacak ve onun insanları o yeni dilde kendine yaşam bulacaktır.
Tabii ben Yaşar Kemal yazamam ama şöyle bitireyim:
Zürih’te iki haftada bir buluştuğumuz bir okuma grubumuz var. Grup 1971 yılında kurulmuş. O tarih bu tarihtir iki haftada bir bu grup buluşur edebiyat konuşur. 2010 yılından beridir de ben katılırım. Sayımız bazen beş olur, bazen on beş.
Geçen yıl Zürih Üniversitesi Edebiyat fakültesinde okuyan genç bir hanım daha katıldı aramıza. Kısa boylu, boncuk gibi mavi gözleri olan Natalia adında bir kadın bu. İçimizde en çok okuyanda o, öyle garip romanlar bulur okur ki, şaşar kalırım, ancak hangi romanı anlatırsa anlatsın cümlesinin bir yerinde Yaşar Kemal’in roman kahramanlarından birinin özellikleriyle karşılaştırır.
Bana göre bu anlatının yeniden üretilmesidir, Yaşar Kemal başka dillerde kendini üretebilen tek yazarımızdır. Gittiğim her Avrupa ülkesinde onun hayranlarına denk gelirim.
Bugün yeni Türkiye yazarlarının ağırlıklı kesimi aynen onun gibi ötekileştirmeden anlatısını kurmaktadır. İnsanı etnik ve dini kimlik önceliğine göre kurgulamayan, insanı sadece insan olarak anlatan bir edebiyatçı nesli yetişti Türkiye’de. Bu onun başarısıdır.
Onun için sahiden de hiç arkasına bakmadan çekip gidebilir bu dünyadan.
O büyük bir yazardır, hep mavidir hiç çekinmeden kayığınıza atlayın ve onun denizine açılın.
Mutluluktur, engin derin bir mutluluk. Kıyıyı özlersiniz onun romanında ama iner inmez yeniden binersiniz. Denizi dağ, dağı deniz yapar. Fili karınca yapar, üstüne de kanatlı bir dünya bindirir, uçar mı dersiniz şimdi bu meret, uçar mı? Bekleyin uçar! Bu hayal dünyası, güneşli mavi bir adaya götürür peşine takılanları...
0 yorum:
Yorum Gönder