Demokrasinin Gizlediği Diktatörlük (Ergin YILDIZOĞLU)


Francis Fukuyama, yatırım bankası Merril Lynch’in, 1990’lerde Küreselleşme üzerine düzenlediği bir toplantıda konuşurken, Amerika’nın en gelişmiş kapitalist ülke olmasından hareketle, modelinin her yerde benimsenmesinin kopyalanmasının mantıken uygun olduğunu savunuyordu. Bu saptamadan hareketle bugün kapitalist/parlamenter demokrasinin en gelişmiş biçiminin de Amerika’da olduğunu varsayabiliriz.

Öyleyse, Marx’ın “bir türü anlamak için en gelişmiş örneğine bakmak gerekir” uyarısından hareketle, kapitalist/parlamenter demokrasiyi anlayabilmek için Amerika’daki örneğine bakmayı deneyebiliriz.

Bu konuda,  Anayasa Profesörü Michael Glennon’un, geçtiğimiz aylarda yayımlanan, Ulusal Güvenlik ve Çifte hükümet başlıklı kitabı bize yardımcı olabilir. Glennon Amerikan devletine kadro yetiştiren okullardan birinde çalışıyor olmanın ötesinde, on yıllardır Washington’da Senato-Meclis Komisyonlarına, her iki partiden senatörlere danışmanlık yapan, Financial Times’ın deyimiyle “içerden” biri. Glennon’un ayrıntılı, akademik açıdan mükemmel kitabı, ilk kez içerden birinin elinden liberal demokrasinin üzerindeki “seçimlerle gelen halkın temsilcileri” örtüsünü kaldırarak özünü görmemize olanak veriyor.

Glennon, Amerikan devletinde kararları, yasama-yürütme-yargı organlarının başına seçimlerle gelip gidenlerin, televizyonlarda, merasimlerde, uluslararası gezilerde, görünen politikacıların değil sayıları bine ulaşan, ileri derecede eğitimli, halkın cahilliğinden, iradesinin ifadelerinden adeta nefret eden üst düzey bürokratların yönettiği bir iç ve uluslararası güvenlik aparatının aldığını, onaylanması ve yasalaştırılması için politikacıların önüne konduğunu örneklerle sergiliyor. Senato komisyonlarına seçilen “politikacıların”  hemen hepsinin daha önce bu güvenlik aparatında çalışmış ya da bu aparatla çalışmış insanlardan oluşuyor olması da bu yapılanmanın bir başka özelliği.

Dahası Glennon’un esas kalkış noktası, İngiltere devleti üzerine 19. Yüzyılda, bir Anayasa uzmanı olan Walter Bagehot tarafından yapılmış bir çalışma. Bu çalışma İngiltere bağlamında, Glennon da Amerika özelinde, aslında biri ötekini gizleyen, biri göstermelik diğeri gizlenen esas, iki hükümetin (yönetimin) olduğunu ortaya koyuyor. Bunlardan biri halkın ilgisini üzerinde tutuyor, kamuoyunu oyalıyor, şekillendiriyor, kendi seçtiği temsilcileri tarafından yönetildiğine ikna ediyor. Bu sırada tüm önemli kararlar, halkın gözünden uzak; Anayasal kısıtlamalardan yalıtılmış; yalnızca kendi içinde, kendisi tarafından denetleneni kendi içinde hesap veren bir güvenlik bürokrasisi tarafından alınıyor.

Glennon, bu durumu gizlemeye yetecek kadar istisnanın da her zaman söz konusu olduğunu, bu konunun asla ihmal edilmediğini de vurguluyor.

Kararlar, yasa taslakları bu aparatın uzmanları tarafından formüle ediliyor, bu uzmanlarla birlikte çalışan komisyonlarda elden geçiyor; Başkanın, yasamanın önüne geliyor. Glennon “hiçbir başkan Ulusal Güvenlik konseyinde yapılan önerileri göz ardı edemez”, “kulağına fısıldanan öneriyi geri çeviremez, CIA her istediğini her zaman alır” diyor. Bu yüzden hükümetler geliyor ve gidiyor, güvenlik politikaları değişmiyor. Örneğin Bush’tan Obama’ya ulusal güvenlik konusunda tam bir süreklilik ve aynı eğilim üzerinde gelişme gözleniyor. Obama seçim kampanyasında Bush’un dış politikasını, iç güvenlik, izleme gözleme dinleme pratiklerini sert bir şekilde eleştiriyordu. Seçildikten sonra bu uygulamalara devam etmekle kalmadı bunları daha da geliştirdi, güçlendirdi.

Glennon İngiltere’de, burası en ileri kapitalist ülkeyken, hegemonyasının zirvesindeyken gözlemlenmiş bu gizli yönetimin, esas devlet-iş yapan devlet yapısının, Amerikan devletinde de, II. Dünya savaşından sonra, ABD hegemonyası kurulurken, Truman döneminde oluşmaya başladığını anlatıyor. Glennon’un bu oluşma sürecine ilişkin anlattıkları, sürecin bir komplo biçiminde değil, devleti oluşturan güvenlik ağının karşısına gelen gereksinimlere verdiği tepkilerden, iç ve dış tehlike, risk algısından kaynaklandığını gösteriyor. Kısacası karşımızdaki, kapitalist sınıf-kapitalist ekonomi-hegemonya süreci gibi parametrelerin altında şekillenen yapısal, adeta kendiliğinden bir süreç.

Truman dâhil, her iki partiden birçok temsilci, senatör, “başımıza polis devleti gelecek”, CIA- FBI “gestapo olacak”, Pentagon “Alman genelkurmayına benzemeye başladı” gibi ifadelerle kaygılarını dile getiriyorlar ama gelişmeleri engelleyemiyorlar. Dahası o günden bu yana seçilmiş politikacıların kaygıları eleştirileri, bu güvenlik aparatının, daha da yayılarak, merkezileşerek denetimden daha da uzaklaşarak adeta bir otokrasiye dönüşmesini de engelleyememiş.

Washington Post’un 2011 yılında yayımlanan bir araştırmasına göre bugünlerde, bu güvenlik aparatı en azından 46 federal bürodan, 2000 özel şirketten, milyondan fazla çalışandan oluşuyor ve yılda bir triyon dolar harcıyor. Glennon Savunma Bakanlığının yaklaşık 700.000 personelinden yalnızca 250’sini devlet başkanının atayabildiğini vurguluyor.

Tüm bunlar beni “demokrasi aslında birileri için diktatörlüktür” saptamasının ötesine, parlamenter demokrasi, seçimler, seçilmiş yöneticiler aslında, devletin özünü, gerçek yöneticileri, güç merkezlerini gizleyen bir örtüdür düşüncesine, oradan da, muhafazakâr kesimler arasında gelişen “demokrasi özgürlükleri (kapitalist özgürlükleri) sınırlıyor” tartışmasını anımsayarak, artık kapitalist demokrasinin hiçbir biçimi mümkün değil galiba sonucuna götürdü.

NATIONAL SECURITY AND DOUBLE GOVERNMENT, Michael J. Glennon, Oxford University Press, New York, 2014.

Arendt, Totalitarizm ve İdeoloji (Melek ZORLU)

Siyaset bilimi literatürü açısından en temel ve yanıtlanması zor sorulardan birinin kitlelerin baskıcı rejimlere hangi koşularda, neden ve nasıl destek verdiğinin açıklanması olduğu söylenebilir. Bugün Türkiye’de de siyasi iktidarın niteliğindeki dönüşüme odaklanırken sürdürülen rejim tartışmalarında bu soruya verilen olası yanıtlar belirleyici olmaktadır. Bu soruya yanıt ararken, siyasetin pratikteki formunun teorideki gibi adalet ve erdem gibi kavramlarla yürümediği; kitlelerin çoğunlukla kendi adlarına karar verilmesine sessiz bir onay verdikleri; temsil sisteminin çoğu zaman sonucu baştan belli bir gösteriyle sonuçlandığı ya da modern toplumun ortaya çıkardığı çeşitli muarızların totaliter yönetimlere kapı araladığına vurgu yapılmaktadır. Pek çok yaklaşım siyasi iktidarın kendini kurduğu koşullara odaklanarak yayılan şiddetin, korkunun ve ortaya çıkan güvenlik ihtiyacının kitleleri baskıcı ve tahakkümcü rejimlere destek vermeye ittiğini belirtmektedir.

Hannah Arendt’in yakın zamanda çevrilen Totalitarizmin Kaynakları eserinin üçüncü cildi olan Totalitarizm kitabı, yanıt bulunması zor bir soru gibi görünen, kitlelerin totaliter yönetimlere neden destek verdiği sorusu üzerine yeniden düşünmemize olanak sunuyor.

Klasik diktatörlükten farklı olarak toplum üzerindeki tahakkümü tanımlamak için kullanılan totaliter kavramı, ilk kez 1920’lerin başında kavrama olumlu anlam yükleyen İtalyan faşizminin kurucuları tarafından kullanılmıştır. Siyasal terminolojinin yönetim biçimini tanımlayan diğer kavramlarından farklı biçimde modern zamanlara ait bir olguya referansla “modern diktatörlükler”i tanımlanmak için kullanılan totalitarizm kavramı üzerinde tam bir uzlaşma yoktur. İktidarın niteliğine odaklı totalitarizm tanımlarının kitle olgusuyla ilişkiyi açıklayamadığı söylenebilir. Arendt ise Totalitarizm’de kitlelerin totaliter yönetimlere hangi koşullarda ve nasıl destekledikleri sorusuna totaliter hareketlerle totaliter iktidar arasındaki ilişkiyi inceleyerek yanıt bulmaya çalışmıştır. Ancak bunu yaparken tüm ideolojileri bir arada değerlendirmekte ve iktidarın hangi sınıflarla ittifak halinde olduğu, hangi sınıflara karşı kurulduğu, bu ittifakların nasıl değiştiğini görmezden gelmektedir.

Arendt’e göre demokratik özgürlükler ve siyasal haklar yalnızca siyasete katılım olduğunda anlam kazanır. Bireyin kamusal ve siyasal özgürlüklerinin tanınmasına, yurttaş olarak eyleme olanaklarına ve kamusal işlere katılıma yaptığı vurgu Arendt’in Antik Yunan’da bulduğu ideal siyaset etme biçiminin belirleyici unsurudur. Kuramsal yaklaşımını kamusallığın gelişmesi ve siyasete aktif katılımın önemi üzerine inşa eden Arendt’in totalitarizm kavramsallaştırması, kitlelerin kimi zaman aktif kimi zaman sessiz onayla totaliter yönetimlere verdikleri destek üzerine yoğunlaşmıştır: “Kitle davranışı ve kitle psikolojisi üzerine olan tüm literatür, antiklere oldukça tanıdık gelen, demokrasi ile diktatörlük arasındaki, ayaktakımı yönetimi ile tiranlık arasındaki yakınlık fikrini kanıtlamış ve popülerleştirmiştir”(s.53).

Arendt’e göre Avrupa’da burjuvazinin egemen olduğu sınıf sisteminin çöküşü ve onun yıkımından doğan kitleler, totaliter hareketlerin yükselişinin başlıca nedenidir. Sınıflı toplum, ülke yönetimi konusunda bireysel ve kişisel sorumluluk hissettirecek yurttaşlığın gelişmesini önlemiştir (s. 50) tespitini dillendiren Arendt, totaliter hareketlerin bütünleşmiş değil aksine ayrışmış ve yalıtılmış bireylerin, izole olmuş insan yığınlarından oluştuğunu belirtir. Arendt’in ifadeleriyle, “ …‘ben’liğe karşı kayıtsızlık aşırı bireyciliğin ürünüdür ve bir kitle fenomeninin ifadesidir” (s. 52). Arendt’e göre ikiyüzlü ve çıkarcı burjuva toplumunun temsil sistemi yanılsaması ve bu idealin çöküşüyle yalnızca yığınların kaldığı koşullarda, kitlelerin Alman faşizminde olduğu gibi ırk temelli ya da Sovyetlerde olduğu gibi sınıf temelinde örgütlenmesinin ayrıcı bir anlamı kalmamaktadır.

Nasyonal sosyalizmi ve sosyalizmi totalitarizm altında değerlendiren Arendt, totaliter hareketlerin “tahakküm düşünceleri, hiçbir devletin, hiçbir katkısız şiddet aygıtının asla elde edemeyeceği, ancak sürekli devinen bir hareketin her bir bireyi yaşam alanlarında kalıcı olarak tahakküm altına alınması gibi bir şeydir” (s.68) der. Totalitarizm dışarıdan tahakküm kurmakla yetinmez; devlet ve polis terörüyle yetinen faşizmden farkı buradadır. Arendt, bu noktada, Almanya’da faşizm öncesi koşullar ile Rusya’nın Ekim Devrimi öncesindeki durumunu ve bu hareketlerin kitlelerden destek alması dışında ortaklaştırılamayacağını gözden kaçırmaktadır. Sosyalizm ile faşizmi bir görme çabası Arendt’in ideoloji ile totaliterlikle arasında kurduğu bağda da açığa çıkmaktadır. “Kitle insanının standartlarını yalnızca ve hatta özellikle bir zamanlar ait olduğu belli bir sınıf belirlemez; daha çok, toplumun tüm sınıflarının örtük biçimde ve anlamlandırmadan aynen paylaştığı etki ve kanaatlerin yayılması belirler”(s. 49) savını ileri süren Arendt açısından tüm ideolojiler totaliter nitelikler taşır; ister ırkçılık ister komünizm olsun, totaliter hareketler tarafından geliştirilirler. Tarihle uğraşmak, her şeyi açıklama iddiasıyla tarihi yeniden yazma çabası, her türlü deneyimden bağımsızlık, düşman yaratma pratiklerinde olduğu gibi düşünceyi deneyim ve gerçeklikten kurtulmuş olarak kurma çabası totaliter hareketlerin ortak ideolojik yönleridir. Arendt’e göre bu, gerçeklikle bağı kopuk olsa da kendi içinde tutarlı bir kurgu olarak işler.

Arendt için yalnızca ayaktakımı olarak tanımladığı kitlelerin desteğinden ziyade seçkinlerin desteği de totaliter hareketlerin anlaşılmasında önemli bir ipucudur. Çağın genel deneyimleriyle ilgili bir düş kırıklığı içindeki seçkinler açısından “açıkça saçma önermeleri kabul etmek sofuca bağlılıklar haline gelmiş eski doğruları kabul etmekten daha kolay” olmuştur (s.81). Sanayi devriminden bu yana modern kitlelerin laneti olarak tarif ettiği, emperyalizmin yükselişi, siyasal kurumlar ve toplumsal geleneklerin yıkılışıyla devam eden, burjuva toplumunun ikiyüzlü ve çıkarcı yanlarının beslediği, köksüzlük ve gereksizlik duygularıyla birleşen terk edilmişlik duygusunu Arendt, öncelikle seçkinler açısından onları totaliter rejimlere desteğe iten “intihar niteliğinde bir kaçış” olarak değerlendirir.

Arendt’in totalitarizm kavramsallaştırması Türkiye’deki siyasi rejimin niteliğinde otoriterlikten totaliterliğe doğru dönüşüm var mı sorularını bir ölçüde cevaplayabilir. Hükümetin yalnızca muhaliflere değil, toplumda Aleviler, Kürtler, ateistler gibi “ayrıksı” olarak algıladığı tüm kesimlerine yönelik “açılım” söylemiyle yürüttüğü politikalar, düşman yaratma söylemi, radikal söylemlere seçkinlerin verdikleri destek gibi pek çok olgu, rejimin niteliğinde totalitarizme doğru bir gidiş olduğu yönündeki tespiti destekler niteliktedir. Ancak egemen sınıf ittifaklarının kitleleri siyasi yönden denetim altında tutmak amacıyla merkezi ve baskıcı devlet otoritesinin kurulması yönündeki politikalarının değerlendirirken siyasi iktidarın hangi sınıfların çıkarlarının temsil ettiği, kimin ittifak içersinde olduğunun da ideolojik arka planı belirlediğini akılda tutmak gerekmektedir. Sonuç olarak Arendt’in ideolojiye yüklediği olumsuz anlam aracılığıyla tüm ideolojileri eşitleyen çıkarsamalarının idealist bir yaklaşımın ürünü olduğu, totalitarizm kavrayışının da siyasete katılımı idealize eden yaklaşımının ve kitle korkusunun gölgesinde kaldığı söylenebilir.

TOTALİTARİZMİN KAYNAKLARI - 3 TOTALİTARİZM, Hannah Arendt, çev. İsmail Serin, İletişim Yayınları, İstanbul, 2014.


İmtiyaz, Güvenlik, Diktatörlük (Onur KARTAL)

“Hiçbir şey Schmitt’in ‘liberalizm olağanüstü durumları görmezden gelir; liberal devlet, meseleleri tartışmakla yetinen ve ‘istisnai durumlar’ hakkında ‘kararlar alma’ yeteneğinden yoksun olan ‘zayıf’ bir devlettir’ şeklindeki önermesi kadar gerçeklerden uzak olamaz. Hiçbir şey liberalizmin ve devletin doğru kavranmasına Schmitt’in bu önermesi kadar zarar veremez.”
Mark Neocleous

Diktatörlüğün uzunca bir süredir, Schmitt’in meşhur “egemen olağanüstü hale karar verendir” savı üzerinden tartışılmasına aşinayız. Yabancısı olduğumuz şey, Chantal Mouffe’un “Schmitt’e rağmen Schmitt’le birlikte düşünme” önerisinin liberal demokratik iktidar mantığı tarafından kusursuzca hayata geçirildiği fikri. Günümüzde olağanüstü hal yetkisini faşist diktatörlüklerin ayırıcı bir özelliği olarak işaretlemenin ve özgürlük-güvenlik dengesi üzerinde vücuda gelen liberal demokratik iktidar paradigmasını faşizm ya da diktatörlük kategorileriyle birlikte düşünmenin yasak edildiği bir siyasal söylemin giderek sağlamlaştığına tanık oluyoruz.

İşte Mark Neocleous, Güvenliğin Eleştirisi adlı çalışmasında (I) liberal düşünce geleneğinin hukuk içerisinde imtiyaz mantığına alan açarak olağanüstü hal yetkilerine sunduğu kuramsal zemini teşhir etmeye (II) olağanüstü hal yetkileri altında egemen iktidarın şiddet pratiklerinin meşruiyet zeminini güvenlik üzerinden kuran liberal demokratik siyasetin faşizm ve diktatörlükle olan kan bağını ifşa etmeye son olarak da (III) olağanüstü hali hukukdışılıkla eşleyerek sırtını hukuka yaslayan bir muhalefetin yerine hukuku yerinden eden Benjaminci bir devrimci şiddeti siyaset kuramında yeniden sahneye çıkarmaya teşebbüs ediyor.

I
Neocleous, ideolojinin ayırt edici özelliklerinden birinin “fikirlere öyle yaptığını sezdirmeden bir açıklık veya doğallık atfetmesi” olduğuna dikkat çekerken, özgürlük ile güvenlik arasındaki kadim denge arayışında, liberal ideolojinin sürekli özgürlük saflarında pozisyon aldığı yönünde bir yanılsamanın egemen olmasından şikâyetçidir: “Liberalizmin anahtar kavramı özgürlük değil güvenliktir” (s.19). Liberal düşünce geleneği Locke’tan miras aldığı imtiyaz kavramından, güvenlik adına olağanüstü hal yöntemlerini uygulamak adına faydalanır. Dolayısıyla liberalizm, özgürlük namına güvenliğin dayatılmasına direnmez. Güvenlik toplumu için gerekli mekanizmaları bizzat geliştirir. Devletin “en anti-liberal” eylemlerinin liberalizmin temel kavramları aracılığıyla hayata geçirilmesinde hiçbir tezat olmayışının altında bu durum yatar.

II
Liberalizm orijini gereği devlet aklının temel ilkeleriyle arasına mesafe koymaya çalışır belki ama en nihayetinde imtiyaz, istisna ve olağanüstü hal pratikleri gibi siyasal diktatörlüğün temel ilkelerinden istifade etmekten de hiçbir zaman geri durmaz. Kapıyı güvenlik adına olağanüstü hale araladığında faşizmi de içeri alır: “Faşizmin yeniden canlanmasının, bugün toplumun güvenlik adına seferber edilmesi yoluyla gerçekleşeceği açıktır. Bu faşist seferberlik potansiyeli, faşizmin liberalizmden ve kapitalizmden ayrı bir siyasi güç olmak şöyle dursun, aslında liberal kapitalizmin bir doppelgängeri olduğunun altını bir kez daha çizmektedir” (s.21). Gelgelelim liberal geleneğin marifeti, bu yol arkadaşlığını sürekli maskelemesi ve bir yandan devlet iktidarının şiddet gücünü, imtiyaz tasarrufuna hukuk içinde bir alan açarak tartışılmaz hale getirip diğer yandan tüm muhalefeti hukuk alanına doğru itmesidir. Burada kabahat bir yönüyle de siyaset kuramında olağanüstü hali, hukukun içinden doğan bir şey olarak değil de hukuku askıya alan bir durum olarak tarif etme yönündeki siyasal kuramsal eğilimdedir. Benjamin’in olağanüstü halin artık kural olduğu yönlü meşhur tespitini manipüle ederek legal/illegal dikotomisine tercüme eden bu eğilimin arkasında, tüm muhalefeti hukukun çatısı altında toplamaya dair bir çağrı saklıdır.

III
Neocleous, olağanüstü hal durumlarında hukukun askıya alınması bir yana “olağanüstü koşullarda” başvurulan şiddet eylemlerinin bizzat hukuk aracılığıyla meşrulaştırıldığını, şiddetin hukuka karşı değil bizzat hukukun şiddeti olduğunu tarihsel verilerle ortaya koyarken eleştirisinin merkezine söz konusu eğilimi de yerleştirir: “‘Normal’ olanı ‘olağanüstü’ olandan ayırarak ikincisini ‘istisna’ kabul eden bu yaklaşım, normallik ile olağanüstülüğü iki farklı ve birbirinden ayrılabilir fenomenler olarak gören liberal aklı taklit etmektedir” (s. 105). Bu öncüller üzerinde yükselecek bir siyasal argümantasyonun, hukuku kutsallaştırmak dışında bir seçeneği yoktur. Oysa Neocleous’a göre, “olağanüstü yöntemlerin tarihi bize bir şey söylüyorsa eğer, bu, devlet şiddetine verilecek en etkisiz yanıtın hukukun egemenliğinde ısrar etmek olduğudur” (s. 109). Devlet şiddetine yasallık talebiyle karşı durmak yerine Neocleous radikal bir biçimde şiddeti merkeze alan bir karşı-siyaset formunu geliştirmeyi önerir. Zira ona göre güvenlik-hukuk-devlet üçgeninde görünüşe gelen liberal demokrasinin diktatöryel ve faşizan karakterini ancak hukukun kendi tekeline alamadığı bir politik şiddet yerinden edebilir. Solun önemli bir bölümünün hesaplaşması gereken şey, olağanüstü hali tartışırken devrimci şiddetin mümkün ve gerekli olduğuna hiç değinmemesi, “hukukun egemenliğinin çok daha konforlu dünyası uğruna” politik şiddeti gündeminden tamamen çıkarmasıdır.

Neocleous düşüncesinin belki de en güçlü yanı buradadır: olağanüstü hal üzerinden yürütülen diktatörlük tartışmalarında Benjamin’in meşhur savı üzerinden vurgulanması gereken asıl husus, olağanüstü halin kural olduğu değil, bu duruma uygun düşecek gerçek olağanüstü halin yaratılması gerektiği tespitidir. İşbu tespit, egemen iktidarın liberal demokratik eksenli olağanüstü hal mantığının analizinde sol siyasal kuramın yüzünü hukuka değil, olağanüstü halin kendisini lağvedecek yeni bir olağanüstü halin imkânına dönmesini sağlayacaktır. Tabii her ne kadar Neocleous sözünü etmese de bu imkân zamanında bir kavramla taçlandırılmıştı. Louis Althusser’in Fransız Komünist Partisi’ni “bir sokak köpeği gibi” terk etmekle suçladığı Proletarya Diktatörlüğü ne yazık ki artık sol siyasal kuramın gündeminde değil.

GÜVENLİĞİN ELEŞTİRİSİ, Mark Neocleous, çev. Tonguç Ok, NotaBene Yayınları, Ankara, 2014.

Demokrasi ve Diktatörlük (Ebubekir AYKUT)

Günümüzde kapitalist devletler gittikçe otoriter bir biçim almaktadır. Parlamentoların öneminin azalması ile yürütmenin gittikçe güç kazanması, biçimsel dahi olsa hukuki düzenlemelere riayet etmeyen hükümetler ve sosyal hakların kapsamının gittikçe daralması istisna olmaktan çıkan bu yeni devlet biçiminin bazı özellikleri. Elbette kapitalist devlet başından beri otoriter bir devlet biçimine meyilliydi ancak sınıf mücadeleleri ve dünya konjonktürü dolayımıyla bu eğilim sınırlanmaktaydı. Kapitalist devlete içkin bu otoriterlik “olağanüstü” koşullarda, ekonomik, siyasal ve toplumsal kriz koşullarında, düzeni yeniden tesis etmek için devreye giriyordu. Bu durum liberaller tarafından “istisna hali” olarak ya da sapma olarak tanımlanıyordu; kapitalist devlet, toplumsal düzen sağlandıktan sonra eski biçimine geri dönüyordu. Ancak devlet-toplum ilişkilerinin yeniden yapılandırıldığı neoliberal dönemde otoriter devlet biçimi istisna olmaktan çıkıp bir “kural” haline dönüşüp yaygınlaştı. Egemen söylem de serbest piyasanın işlemesi için etkin ve güçlü bir devletin varlığına vurgu yapmaya başladı.

Otoriter devlet biçimin kural haline geldiği bir dönemde Carl Schmitt’in siyasal argümanları, her ne kadar egemen söylem tarafından referans alınmasa da, egemen söylemin rejime dair argümanlarını tartışmak ve eleştirmek için başlangıç noktası olarak ele alındı. Schmitt Diktatörlük, Parlamenter Demokrasinin Krizi, Siyasi İlahiyat ve Siyasal Kavramı gibi eserlerini toplumsal ve siyasal kriz koşullarının ayyuka çıktığı Almanya’da bir devrimin ufukta belirdiği Weimar Dönemi’nde yazmıştı. I. Dünya Savaşı’ndan yenik olarak çıkan Almanya’nın ekonomisi, toplumsal ve siyasal düzeni harap bir haldeydi. Bu bağlamda, egemen sınıflar hegemonya tesis etmekte zorlanmaktaydı. Ülkede olağanüstü koşullar hâkimdi; proletarya ülkenin geleceğini belirleyebilecek bir siyasal güç olarak ortaya çıkmıştı, küçük burjuvazi toplumsal ve siyasal huzursuzluklara tepki göstermekteydi ve burjuvazi hegemonyasını tehdit altında hissetmekteydi. Schmitt kuramında bu koşullara çözüm olarak egemenin hukuk üzerindeki konumunu vurguladı, parlamentonun işlevsizliğine ve gereksizliğine işaret etti ve bir siyasal otoriterliği, diktatörlüğü savundu.

Egemen ve Hukuk

Schmitt, bir hukukçu olarak sıkı bir siyasal liberalizm eleştirmenidir, liberal anayasa ve hukuk kavrayışlarına daha sonra Hayek gibi liberaller tarafından da kabul edilecek esaslı eleştiriler yöneltir. Ona göre, liberalizm ya “salt hukuki ve normatif olarak geçerli olmak zorunda olan bir şey olarak” tanımladığı devleti hukuk düzeni ile eşleştirir ya da devleti düzen sağlama işlevini yerine getirirken hukukla sınırlandırılmış bir kurum olarak tanımlar. Liberal hukuk devleti geleneğinde soyut normun objektif geçerliliği kişisel emirlerin karşısına yerleştirilir. Ancak Schmitt hukuk kurallarının şekli olduğunu ve somut olgulara somut bir şekilde, kimin hüküm vereceğini içermediğini belirtir. Hukuku uygulayacak bir otoriteye ihtiyaç olduğuna işaret eder. “Bir karar normu olarak kanun hükmü, yalnızca nasıl karar verilmesi gerektiğini belirtir, kimin karar vermesi gerektiğini değil.” Bu bağlamda, egemen kararları ile hukuki düzenin ve toplumsal düzenin teminatıdır ve geçerli hukuk düzeni ile sınırlandırılamaz. Egemenin konumunu olağanüstü hal kavrayışı üzerinden tanımlayan Schmitt, “egemen”i bir “sınır-kavram” olarak kabul eder. “Olağanüstü hal, mevzu hukukta öngörülmeyen” bir durumdur ve “olağanüstü halde, hukuk devleti anlayışına uygun yetkiye yer yoktur”. Egemen ve onun kararları, geçerli olan hukuki düzenin dışında yer almakla birlikte onun kurucusu ve teminatı olduğu için yine de hukuk düzenine aittir.

Devlet toplum ilişkilerinin yeniden yapılandırıldığı bir dönemde yeni hukuki düzenlemelerin mevcut hukuk mevzuatı ile hukuki açıdan meşrulaştırılması (anayasasında devletin sosyal hukuk devleti olarak tanımlandığı ama yasalarda sosyal hakların esamesinin okunmadığı Türkiye örneği gibi) mümkün değildir. Ya da mevcut hukukun yargıçlar tarafından yeni koşullara göre yeniden uygulanması da (“işçinin korunması” ilkesinin “işyerini korunması” olarak yorumlandığı Türkiye örneğinde) meşrulaştırılamaz. Elbette toplumsal düzenlemeler değişebilir ve dönüşebilir ancak yeni durumda bu yeni düzenlemeler toplumsal mutabakatı gerektirmeden yapılmalıdır, bu da Schmittçi bir egemeni gerektirir ve böyle bir kavrayış içinden dönüşüm meşru kabul edilebilir.

Parlamenter Demokrasi

Schmitt’in egemene ve karara yaptığı vurgu parlamenter demokrasi eleştirisi ile el ele gider. Ona göre, parlamenter demokrasinin liberaller tarafından tanımlanmış iki ilkesi vardır: Aleniyet ve müzakere. Aleniyet ilkesi, az sayıda insan tarafından kapalı kapılar ardında yürütülen gizli siyaset ve gizli diplomasiyi hedef alır, kamuoyunu etkili bir kontrol organına dönüştürmeyi hedefler ve iktidarın kötüye kullanılmasını imkânsız kılar. Liberaller ayrıca siyasi keyfiliğe bir çözüm olarak kuvvetler ayrılığı ilkesini öne sürer. Yasama, yürütme ve yargı güçleri birbirleri ile müzakereye zorlanır, dengelenir ve yurttaşların (kamuoyunun) kontrolü mümkün olur. Hukuk devletinde yasa parlamento aracılığıyla yasama işlemi dolayımıyla genel iradeyi yansıtır. Schmitt’e göre, parlamentonun farklı çıkarlar arasında bir çekişme alanına dönüşmesi ve kararların gerçekte başka yerlerde alınması parlamentoyu işlevsiz kılmıştır; hatta bu kurum gerçek demokrasinin önünde bir engel haline gelmiştir. Schmitt, liberalizm ile demokrasi arasında yaptığı ayrım temelinde parlamenter demokrasinin demokrasinin tek geçerli biçimi olmadığını belirtir; özünde demokrasi “yönetenlerle yönetilenler arasındaki özdeşlik”tir. Bu bağlamda, her diktatörlük “anti-liberaldir, ancak zorunlu olarak anti-demokratik değildir”. “Halk iradesi, alkışla, acclamatio ile, apaçık ve muhalefetsiz varoluş (Dasein) ile, …, daha demokratik bir şekilde dile getirilebilir”.

Günümüzde de parlamento hükümetler tarafından sıklıkla karar alma mekanizmalarından dışlanır, hükümet tarafından çıkarılan kanun hükmünde kararnameler (Türkiye’de kanun hükmünde kararnamelerin artan sayısı) parlamentonun yasama işlevinin yerini almaktadır. Parlamentodaki tartışmalar bir sonuca ulaşmadan kısır döngü içerisinde sürüp gitmektedir. Parlamenterler halkın temsilcisi olmaktan çıkıp yozlaşmışlar, kendi çıkarlarının ve dar bir grubun çıkarlarının temsilcisine (Türkiye’de 1980 sonrasında artan yolsuzluk soruşturmaları) dönüşmüştür. Schmittçi bir bakış açısından bu durumu aşabilmek için halk ile doğrudan özdeş bir egemenin varlığı gereklidir. Son olarak başka bir yazının konusu olabilecek eleştirimizi vurgulayalım; Schmitt’in egemeni (ya da egemenlik kavrayışı) hukuki düzenlemelerin içeriğine (kapitalist toplumun düzenlemeleri?) ya da egemenliğin karakterine (burjuva iktidarı?) kayıtsızdır.

SİYASİ İLAHİYAT: EGEMENLİK KURAMI ÜZERİNE DÖRT BÖLÜM, Carl Schmitt, çev. A. Emre Zeybekoğlu, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara, 2010.
PARLAMENTER DEMOKRASİNİN KRİZİ, Carl Schmitt, çev. A. Emre Zeybekoğlu, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara, 2010.


Diktatörlük Üzerine Liberal Savların Eleştirisi (Kansu YILDIRIM)

Liberal teoride, diktatörlük kavramı en yalın ifadesiyle demokratik olarak nitelendirilmeyen yönetim şekillerini tanımlamak için kullanılır. Liberal yaklaşımların diktatörlüğe dair analitik bir tanım koyamamasının, buna karşın genellemelere başvurmasının başlıca nedeni, kavramın karşıtı olarak kabul ettikleri temel kıstasın, yani “demokratik olmayan” tiplerin hem tarihsel bağlamda hem de pratik açısından çok çeşitli olmasıdır. Tek bir tanımla ifade edilemeyen diktatörlük kavramını, liberal düşünürler, bu nedenle şabloncu biçimde görünür kılmaya çalışmışlar ve yeri geldiğinde bilimsel düzeyden siyaset düzeyine sıçrama yaparak propagandaları için araçsallaştırmışlardır. Jacques Ellul Propaganda: The Formation of Men’s Attitudes kitabında propagandayı incelerken belli bir siyasal-ideolojiye karşı toplu seferberlik oluşturmadan bahseder; diktatörlük tanımı da liberaller tarafından pejoratif içerikle propaganda için kullanılmıştır.

***

Diktatörlüğün topyekûn olumsuzlama içermesinin kaynağında egemen sınıfların ideolojik hegemonyası yer alır. Diktatörlük kavramı açıklanırken onun ne’liğinden ziyade, ne olmadığı üzerinde durulur. Çoğulcu-parlamenter rejimlerin önkabulüne dayanan bu anlayışta kalın bir sınır çizgisi çekilir. Giovanni Sartori’nin yaptığı gibi demokratik olmayan veya onun deyimiyle “demokrasi karşıtı” tipler, totalitarizm, otoritarizm, diktatörlük, despotizm ve mutlakıyetçilik ölçeğine yerleştirilir. Geniş bir bağlama sahip bu ölçekte liberal yaklaşımları kısıtlayan faktör, kapitalist toplumsal formasyonlardaki ilişkilerin ve siyasi özne profillerinin çoğalmasıdır. Bu nedenle liberal yöntem, kapitalizmin doğuşu ve sonrasına dair diktatörlük üzerine bir tasniflendirmeye girişir. Belirtmek gerekir ki, tasniflendirme demokrasi ve karşıtı üzerinden bir düalizmle gerçekleşir. Juan Linz’in Totaliter ve Otoriter Rejimler kitabında gösterdiği üzere polikrasi ve monokrasi olarak başlayan tasnif, 18. Yüzyılda mutlakıyet ve despotluk şeklinde hükümet sistemlerini anlatmayı esas almıştır. 19. ve özellikle 20. Yüzyılın başında düalist tasnifte indirgemecilik eğilimi artarak liberal hukuk devleti ve -mutlak karşıtı- diktatörlük olarak ayrıştırılmaya gidilmiştir. Liberal hukuk devleti, liberal yaklaşımda, piyasa rasyonalitesinin ve anayasal güvence gibi özelliklerin sağlanması bakımından devlet örgütlenmesinin zirve noktası kabul edilirken, yeni tip otokratik ve otoriter rejim profillerinin hepsi diktatörlük tanımı içinde sayılmıştır.

Liberal teorinin bu tarzdaki indirgemeci düalizmi, daha sonraki yıllarda Arendt’te görüleceği üzere totalitarizm başlığı altında devam etmiştir. Buraya bir parantez açarsak, diktatörlüğün söz konusu tanımını en çok kuvvetlendiren etken olarak faşist rejimlerden bahsetmek gerekir. Giovanni Gentile’den esinlenen Mussolini, 19. Yüzyılın ilk çeyreğinde gerek Alman idealizminin güncellenmiş versiyonunu gerekse Gentile’nin “total” eğilimini yansıtarak “total devlet” olgusunu diktatöryel bir usulle hayata geçirmiştir. Liberal düşünürler için modern kapitalizmin diktatörlük olgusunu tariflerken Mussolini en belirgin işarettir.  Akabinde yine Linz’in belirttiği gibi Nazizmde bu, 1940’larda bilhassa Carl Schmitt’in hukuk ve siyaset felsefesi teorisiyle (örneğin Kommissarische Diktatur) somutlaşacaktır. Bizi ilgilendiren detay, liberal indirgemeciliğin neden bu tür demokrasi ve karşıtlığı üzerinden diktatörlük düalizminde ısrarcı olduğudur.

Bunun yanıtını diğer liberal düşünürlerle aynı söylemi paylaşan Hannah Arendt’te arayabiliriz. Holocaust olarak adlandırılan dönemi farklı pencerelerden irdeleyen Arendt, İnsanlık Durumu ve Totalitarizmin Kaynakları gibi eserlerinde tüm toplumu belli bir ideoloji ekseninde yapılandıran ve düzenleyen rejimleri hem ontolojik hem de yöntemsel bakımdan olumsuzlar ve eşitler. Hitler Almanya’sı ile Stalin dönemi Sovyetler Birliği’nin yönetim biçimini, çoğulcu-parlamenter modele uymayışından başlayarak tekçiliklerine dek eşitleyerek anti-komünist düşüncesini anti-faşist düşüncesi içerisine yerleştirir. Slavoj Žižek’in Biri Totalitarizm mi Dedi? çalışmasında da gösterdiği üzere Arendt’in yaklaşımını benimseyen öncüllerin ve sonrasında gelenlerin kavrayışında Sovyet karşıtlığını Stalin’in diktatöryel rejimi bağlamında ele alma, Stalin döneminin özgünlüğünü incelemekten kaçınarak komünizmi faşizmle bir tutma belirginleşir. Başka bir açıdan George Sabine de faşist ve komünist rejimleri bir arada düşünmeye yaklaşmış, her iki ucu aynı kavramlarla (“mobilizasyon” düşüncesi gibi) değerlendirme yanlısı olmuştur. Görüleceği üzere demokrasi karşıtlığı üzerinden diktatörlük tanımının içeriği, burjuva cumhuriyet tipolojisinin olumlanmasıyla belirlendiği kadar, proleter ideolojinin katılaşma anı proletarya diktatörlüğü kavramının eleştirisiyle de belirlenir.

***

Liberal yaklaşımlar, ekonomi-politik perspektifi inatla dışarıda tutmaya çalışsa da, maddi yaşamın ve sınıfsal ilişkilerin belirleyiciliği karşısında diktatörlük tanımını ve indirgemeci tutumlarını güncellemek zorunda kalmışlardır. Bunu daha kolay görebilmek için etimolojiden başlayarak yönetim türevlerine doğru ilerleyebiliriz. Kimi kaynaklarda etimolojik açıdan dikta yani “hiçbir şart olmaksızın körü körüne uyulması gereken buyruk” anlamından türediği varsayılan diktatörlük sözcüğü, Linz’e göre asıl tarihsel içeriğini Roma döneminde kazanmıştır. Yasada ve uygulamada “olağanüstü haller için öngörülen” ve “olağanüstü durumun makamı” anlamında kullanılan diktatörlük, o dönemde belli zaman periyotlarına bağlılığı ve sınırlı bir mahiyete sahip oluşu imlemektedir. Ancak liberal teorinin faşizm-komünizm özdeşliği yaratma gibi teleolojik yaklaşımı Roma özelindeki kullanımını iğdiş ederek parçalamıştır.

Ne var ki, liberal teorinin modern toplumlardaki zemini olan kapitalist üretim tarzının ve kapitalist devletin girdiği ekonomik ve siyasi krizler, diktatörlük tanımını değişik bir bağlama yerleştirmiştir. 1948 yılında Clinton Rossiter’in Constitutional Dictatorship: Crisis Government in The Modern Democracies kitabında geliştirdiği “anayasal diktatörlük”, görece olumlu bir bağlamda, istisnai ve olağanüstü durumlarda toplumsal düzeni korumaya yönelik ortaya çıkan rejimi tanımlamak için kullanılmıştır. Kötü bir karşılığı olan cunta tipi diktatörlüklerden farklı olarak anayasal diktatörlük rejimlerinin, kriz koşullarında serbest piyasayı “düzenleyecek” kuralları tesis etmesi ve onları uygulayacak sisteminin restorasyonunu gerçekleştirmesi hem kapitalistler hem de liberaller açısından farklı farklı anlamlara sahiptir. Devletin kapitalist çıkarların sürekliliği açısından “güçlü” olması gerekirken, anayasal sınırlamaya tabi olması liberaller açısından nispeten kabul edilebilir eşiktir. Linz’in de vurguladığı gibi Sartori ve muadilleri, bu pozisyondaki rejimleri anayasal diktatörlük tanımından farklı, kulağa daha hoş gelen “kriz hükümeti” ismiyle tarif etmişlerdir.

***

Liberal yaklaşımların diktatöryel rejimlere neden negatif anlam yüklediğini belli parametrelerle kısaca özetlemeye çalıştık. Görüleceği üzere liberal itirazın iki temeli vardır: İlki içeriden ilkesel bir itiraz olan, “hür teşebbüs” ve “bireycilik” gibi süreçlerin aksamasıdır. İkincisi, anti-komünist ideolojiyi teorik olarak merkezileştirmek ve yaygınlaştırmaktır. Bu dosyamızda -bugünün Türkiye’si için de düşünülen- diktatörlük kavramını teorik ve tarihsel düzeyde pratikteki akıbetini eleştirel bir temayla ele alıyoruz. Ebubekir Aykut Schmitt’in teorisi üzerinden; Onur Kartal Neocleous’un konuya ilişkin izahatı eşliğinde; Melek Zorlu Arendt eleştirisiyle totalitarizm kavramı bağlamında; Ergin Yıldızoğlu Birleşik Devletler ve İngiltere’ye ilişkin güncel tartışmalar eşliğinde iz takibi yapıyor.

TOTALİTER VE OTORİTER REJİMLER, Juan J. Linz, çev. Ergun Özbudun, Liberte Yayınları, Ankara, 2012
BİRİ TOTALİTARİZM Mİ DEDİ?,  Slavoj Žižek, çev. Halil Nalçaoğlu, Epos Yayınları, Ankara, 2003