“Ne biliyoruz?” ya da “bilgi edinmenin yöntemi nedir?” gibi soruların yanıtları, okullarda neyin öğretilmesi gerektiğinden, nasıl bir emeklilik sistemi tasarlanması gerektiğine kadar pek çok yaşamsal kararımızda önemli rol oynar. Bu anlamda bilgi iddiaları oldukça politiktir; yalnızca olguları betimlemezler, nasıl yaşamamız gerektiğine ilişkin içerimleri de vardır. On yedinci yüzyılda yeni bilgiler edinilirken bilginin tek kaynağının kilise olmaktan çıkması ve yeni bilgilerin edinilmesi bu nedenle toplumsal bir dönüşümü de beraberinde getirmiştir. Örneğin doktor olmak için eğitim alanlara hastalarının horoskoplarını çıkarabilmeleri için geometri ve astroloji öğreten eğitim kurumları, bu devrimden sonra doktor adaylarına anatomi öğretmeye başlamıştır. Bu salt bir ders programı değişikliğinden çok daha kapsamlı bir dönüşüme işaret eder. Fakat Galileo gibi bu devrimin kahramanları çalışmalarının nasıl bir toplumsal dönüşüme yol açacağının farkında değildi.
Onların çalışmalarının ışığında ilerleyenlerle bilim, öyle etkileyici başarılar elde etmiştir ki, insanlar bu yeni yöntemin bilgi verip veremeyeceğini tartışmayı bırakmışlardır. “Nasıl bilgi edinebiliriz?” gibi sorular uğraşmaya değer görülmediğinden bilim felsefesi de bir disiplin olarak gelişememiştir. Çünkü yanıt açıktır: bilimciler her ne yapıyorsa iyi yapıyordur!
Ancak Newton kuramının başarılarıyla oluşan bilime yönelik tartışılmaz güven, yirminci yüzyıl başında bir daha onarılamayacak biçimde sarsıldı. Gerek kuantum kuramı, gerekse görelilik kuramları yalnızca Newton kuramının sorunlu olduğunu göstermekle kalmadı. Aynı zamanda şimdi doğru olduğunu düşündüğümüz kuramlarımızın da gelecekte yanlış olduğunun ortaya çıkabileceğini düşünmemize yol açtı.
İnsanın sınırlılığının altını çizen bu koşullarda bilime ilişkin sorularımız daha çok, zaten var olan bir etkinliği anlama çabasına dönüştü. Yanılabilirlik bu kez bilgiyi yeniden tanımlamamızı ve kesinlik fikrinden vazgeçmemizi gerektiren bir insanlık durumu olarak kabul edildi. Bu koşullar altında karar verme süreçlerimizi “kesin” bilgilere değil de gelecekte sorunları olduğunu fark edebileceğimizi kabul ettiğimiz eldeki en iyi verilere dayandırmamız gerektiğini fark ettik. Bu ise yine önemli bir toplumsal dönüşüme yol açma potansiyeli taşıyordu.
Bu kez bilimsel çalışmalarla iç içe olan bir grup düşünür söz konusu toplumsal dönüşümü etkin biçimde yönlendirmek gerektiğini düşündüler. Ne olacağını bekleyip görmek yerine kesinlik fikrinin kaybedildiği bir dünyada ne tür toplumsal düzenlemelere gereksinim duyduğumuzu tartışıp belirlemek gerektiğini savundular. Bu amaçla başlattıkları harekete “Bilimlerin Birliği” adını verdiler. Hareketin amacı Avrupa’nın yirminci yüzyıl başındaki kötü durumundan kurtulmanın yolunun insanlığın tüm bilgi birikimini bir araya getirip, sonra da bunun daha güzel bir dünya için nasıl kullanılabileceğini bilinçli bir biçimde çalışmaktı. Bilgi ne fizikle sınırlıydı ne de yalnızca bir grup akademisyenin ezoterik çalışması olarak kalabilirdi.
Üstelik eğer bilim tartışılmaz kesin bilgiler sunmuyorsa, önemli kararları yalnızca küçük bir teknokrat grubunun alıp sonra da tüm dünyaya dayatması kabul edilemezdi. Yani bilginin herkese ulaştırılması ve kararların demokratik süreçlerle alınması gerekliydi. Aydınlanma, aklın yolunun bir olduğunu söyleyerek tek değişmez doğruyu arıyor ve bulunca da herkese ezberletmeye çalışıyordu. Oysa yirminci yüzyılın başından itibaren karşılaştığımız durum, bilginin sanıldığı kadar insandan bağımsız olmadığına işaret etmekteydi. Eğitim sistemimizi de baştan tasarlamamızı gerektiren bu anlayışa göre, artık doğruları değil de bilimsel araştırmanın nasıl yapılacağını öğretmek daha önemliydi. Üstelik bilginin gerek üretiminde gerek kullanımında insanla ilişkisi daha görünür hale getirilmeliydi.
Tüm bunların Viyana Çevresi’nin çabası olduğunu duymak bizi şaşırtabilir. Ne de olsa günümüzde Viyana Çevresi’yle özdeşleşmiş mantıkçı pozitivizm akımının, liberalizmin felsefi alt yapısını sunduğu kabul edilir; onu, en kibar ifadeyle yanlış ve apolitik bir felsefi akım olarak tanırız. Viyana Çevresi’nin, aslında bu tür bir toplumsal proje olarak başladığını öğrenmenin belki de en ikna edici yolu George A. Reisch’ın Soğuk Savaş Bilim Felsefesini Nasıl Dönüştürdü başlıklı kitabını okumaktır.
Reisch bu kitabında akademik bir disiplin olarak bilim felsefesinin ortaya çıkışını soğuk savaş bağlamında ele alıyor. Kitap bilim felsefesinin yirminci yüzyıl başında yeniden ve bu kez bilinçli bir toplumsal proje olarak ortaya çıktığını göstermeye çalışıyor. Soğuk savaşın Amerikan üniversitelerinde yarattığı her tür sol görüşü marjinalleştirici etkiyi ve bunun sonuçlarından biri olarak bilim felsefesinin nasıl dönüştüğünü anlatıyor. Bu dönüşüm sonucunda ortaya çıkan apolitik, değer alanından kopuk, teknik bir disiplin olarak bilim felsefesinin başlangıçtaki devrimci toplumsal projeden ne derece farklı olduğunu görmek oldukça şaşırtıcı.
Hitler’in güçlenmesiyle Amerika’ya kaçmak zorunda kalan mantıkçı pozitivistlerin düzenledikleri konferansların ve çıkardıkları yayınların içeriklerini aktaran kitabın en önemli tarafı bunu içinde yer aldıkları toplumsal bağlamda sunuyor olması. Kuşkusuz Bütünleşik Bilimlerin Enternasyonel Ansiklopedisi adlı bir yayın çıkarıyor olmaları bugün için çok devrimci görünmeyebilir. Ancak gelen itirazlara rağmen “Enternasyonel” sözcüğünü kullanmakta ısrar etmeleri, aynı dönemde Robin Hood anlattığı için hakkında FBI tarafından soruşturma açılan İngiliz edebiyatı profesörleri olduğunu öğrendiğimizde daha ilginç oluyor. Irk yasaları yüzünden Berlin Üniversitesi’ndeki işinden atılmış ve Almanya'dan kaçmak zorunda kalmış Hans Reichenbach'ın da Alman casusu olabileceği şüphesiyle seyahat sınırlamaları altında yaşadığını öğrenmek şaşırtıcı. Üstelik Reisch bize Rosenberg’lerin idamının öyküsünü de hatırlatarak, casusluk şüphesinin yalnızca itibar ya da iş kaybetmekten çok daha tehlikeli olduğunu fark ettirmekte.
Kitap örneğin katıldıkları imza kampanyalarına ya da yazdıkları politik yazılara dayanarak mantıkçı pozitivistlerin sanılandan çok daha sol bir çizgide ve politik olarak aktif insanlar olduklarını tartışılamayacak açıklıkta gösteriyor. Ancak kanımca kitabın en büyük başarısı, politik duruşlarının felsefi görüşlerinin bir sonucu olduğuna okuyucuyu ikna edebilmesi.
Kitap dönemin bilim felsefesi alanında çalışan diğer figürleri ve bu alanlara kaynak aktaran kurumlarını da ele alıyor. Bugün de bilim felsefesi disiplininin en geniş örgütü olan Bilim Felsefesi Birliği’nin (Philosophy of Science Association) ve bu birliğin dergisinin William Malisoff tarafından kurulduğunu ve Malisoff’un Sovyetler’le iletişimde olduğunu anlatmakta. Her ne kadar bazı görüş ayrılıkları olsa da mantıkçı pozitivistlerle iyi ilişkiler içinde olduklarını ve dergide sıklıkla onların çalışmalarına yer verildiğini de öğreniyoruz. FBI’ın dokümanlarına da dayanılarak yazılmış bu kitaptan bu kurumun ve genel olarak bilim felsefesi adı altında yapılan çalışmaların anti-Amerikan faaliyetler olarak görüldüğünü anlamaktayız. Reisch bütün bunları sunarak mantıkçı pozitivizme ilişkin yanlış bir izlenimi düzeltmeye çalışırken bir yandan da onları olduklarından daha solda göstermekten de kaçınıyor. Örneğin metafizik tartışmalara getirdikleri eleştirilerden yola çıkarak materyalist olmadıklarını ve Lenin’in pozitivizm eleştirisini anımsatıyor.
Reisch şu isimleri özellikle inceliyor: Charles Morris, Philip Frank, Rudolf Carnap ve Otto Neurath. Bunun nedeni mantıkçı pozitivistlerin aralarında da önemli farklılıklar olması. Örneğin Carnap’la, Neurath arasında zaman zaman gerginlikler yaşandığını öğreniyoruz. Anlaşmazlıklarının çıkış noktası Carnap’ın çalışmalarının fazla teknik, dolayısıyla da ancak az sayıda mantıkçı tarafından anlaşılabilecek uzmanlaşmayı özendiren işler olması. Neurath bu tür işlerin politik amaçlarına uygun olmadığını düşünmekte. Bununla birlikte hakkında FBI soruşturması da yürütülen Carnap’ın, Neurath’ın devrimci amaçlarını paylaştığını gerek mektupları, gerekse McCarthy döneminde başını derde sokabilecek eylemlere katılmasından anlıyoruz.
Bugünden bakınca Neurath’ın kaygılarının yerinde olduğunu görmekteyiz. Reisch’ın hareketin lideri olarak anlattığı Neurath’ın adı pek bilinmezken bizler, mantıkçı pozitivizmi Carnap’la özdeşleştirmekteyiz. Üstelik onu da katıldığı protesto eylemleri ya da imzaladığı bildirilerle değil, okumadığımız zahmetli kitaplarından tanıyoruz.
Kitap soğuk savaş döneminde Amerikan üniversitelerindeki sol eğilimlere yönelik baskıyı, milliyetçi ve anti-demokratik uygulamaları ve yaratılan korkuyu sergileyerek, sol hareketlerin nasıl bastırıldığını gösteriyor. Merkezinde mantıkçı pozitivizm olsa da onların ilişkide olduğu pragmatizmden, içinde yer aldıkları McCarthy döneminden, Hitler ve Stalin’in antlaşmasının yarattığı etkiden ve Troçki davasından da söz etmekte. Bilim felsefesini toplumsal bir hareket olarak inşa etmek isteyenlerin uğradığı baskıyı sergilerken, bu alanın aslında neden doğası gereği politik bir alan olduğunu anlamamızı sağlıyor. Ancak bu baskılar sonunda bilim felsefesi her türlü politik içeriminden arınıp teknik bir akademik disipline dönüştürülmüş. Her ne kadar mantıkçı pozitivistler baskılara kolayca boyun eğmemişse de, kendi projelerinin peşinden gidecek öğrenciler yetiştirememiş, çalışmaları için fon bulamaz olmuşlar ve etkilerini yitirmişler.
Reisch’ın kitabı belgelere dayalı, çarpıcı örneklerle dolu ve pozitivizm hakkındaki pek çok yanlış anlamayı değiştiren, üstelik kolay okunan bir kitap. Bilimsel çalışmaların birbirlerinden kopuk, aşırı uzmanlaşmış skolastik alanlara dönüşmesi ve toplumsal kaygılardan uzak yürütülmesine yönelik eleştirilerle kurulan bilim felsefesinin kendisinin, böyle aşırı uzmanlaşmış ve üniversite koridorlarına sıkışmış bir disipline dönüşmesinin ironik öyküsü, eğlenceli bir okuma. Umarız bu ve benzeri çalışmalar bilim felsefesini ortaya çıkışındaki kaygılarla yeniden yeşertecek, herkes için gerekli bir alana dönüştürecek bir motivasyon olur.
HOW THE COLD WAR TRANSFORMED PHILOSOPHY OF SCIENCE: TO THE ICY SLOPES OF LOGIC, George A. Reisch, Cambridge U.P., 2005.
0 yorum:
Yorum Gönder