Adını asla öğrenemiyeceğimiz Roman Kahramanları vardır; sadece anlatıcıdırlar.
İlhan Tarus'un 1954'de yayımladığı Yeşilkaya kasabasında savcılığa atanmış genç hukukçunun hikâyesidir.
Epi topu bir yıl görev yapıp kasabanın mütegallibesi tarafından şikâyet ve şekvâ ile makamından edilen Yeşilkaya Savcısı, aslında Şekspiryen karakterdir.
Görevden alınıp kasabayı terk ederken, uğurlamaya gelmiş sevenlerinden Kuyumcu Sarraf, bir insan sarrafı gibi sâbık savcının elinde not defteri görüp sorar; merak bu ya!
¨Nedir bu?¨
¨Hikâye!¨
¨Hikâye mi, hikâyeci mi olacaksın bundan kelli?¨
¨Niyetim öyle!¨
Roman burada sonlanır...
Anladığımız şu:
Romancımızın taşrada savcı olarak uzun yıllar görev yaptığını bildiğimizden kanaât getirip deriz ki, İ.Tarus bu işten hikâyeci, romancı çıkmıştır.
Yeşilkaya Savcısı hık demiş burnundan düşmüş misali, aslında roman yazarıdır.
Yeşilkaya, çivisi hepten çıkmış bir kasabadır.
Pimpirik kaymakamına, emekli olmaya gün sayan Ceza Hâkimine, cebine çalışan Mal Müdürüyle tapucusuna, siyasî havaya göre çalım atan avukatlarına, Gogol hikâyelerinden çıkıp gelmiş gibi minder eskiten silik ruhlu memurlardan kasabanın mütegallibesine, Ali Ağa adlı köy ceberrutuna, Ali Ağa'nın beslediği başıbozuklarına, hasılı Cumhuriyet'in Erken Döneminde devlete çelme takan kasaba eşrafı, faizci, zorbasına kalmış bir kasaba...
Baraj inşaatına gelmiş İsveçli mühendis karılarına göz koyan Ali Ağa'nın aşk mektupları yazıp, üstelik bunu Türkçe yazdırıp göndermesi pek acaiptir, fakat iş görür; paranın ve zorbalığın gücüyle bir İsveçli kadın Ali Ağa'ya misafir gider.
Zaten Ali Ağa, günâhı anlatanların boynuna olsun, güyâ evlenecek genç kızların ilk gece hakkını da ister; alır mıydı, alamaz mıydı, orası romanda açıklanmaz. Ortaçağın derebeyliğinde âdet olan bakirelik hakkına bir gönderme-âtıf yapılmış sayabiliriz.
İşte böylesi karanlık, sağı solu belli olmayan kasabaya, roman boyunca bir günlüğü okuduğumuz için Yeşilkaya Savcısı-Y.S diye adlandırılan hukuk mezunu bir genç atanır.
Y.S'nin acemiliğine karşın dişli çıkması, romanın gidişâtıdır.
Y.S, ilk gün, usulen kaymakamı ziyaret eder.
Notlarında yazıyor,¨Tuhaf bir adam bu bizim kaymakam. Kasabanın üstünden bir kuş uçsa, acep zarar verir mi diyerek kafayı gökyüzünden indirmez. Onun için en iyi idare ve en iyi hükümet, hiçbir taraftan hiçbir ses çıkmaması, her şeyin sükût içinde gömülü kalmasıdır.¨[s.101]
Orada, Kaymakam gibi düşünen çoktur. Evvela bunlarla didişir; fakat kibarlığını memur töreleri, devlet teâmülleri, vesaireleri dikkate alıp elden bırakmaz.
Y.S'nin idealist, halkçı, devletçi, milletçi, hasılı dönemin Tek Parti Yönetimine ait 6 Ok İlkelerine bağlı kişiliği halkı sevindirecek, ama özellikle Ali Ağa'nın tepkisine yol açacaktır.
Ali Ağa'nın rahat rahat at sırtında 7-8 saat çeken bir dağ köyündeki malikâne misali evinde Savcı şerefine verdiği davet, aslına bakılırsa göz korkutma, en azından göz boyama, ihtar çekip ihsas etmektir.
Ağa, Savcıyı ele geçirip geçiremiyeceğini o davette sınamaya kalkışır. İstese, Y.S'nin koynuna kadın sokacak, paraya boğacak, elinden tutup zenginler arasına katacaktır.
Fakat, ¨... takma cesaretle gittiğini,¨ [s.71] belli etmemeye çalışan Savcının yürek tıpırtısı Kurt Ağanın steteskobundan kaçmaz!
Savcının çekincesi boşuna değildir. ¨Bilmem kaç yıl evvel, Ali Ağa, zamanın kaymakamını böyle davet etmiş köyüne. Yolda bir ırmak var, söğüt ağacı dibinden kaymakam sürmüş atını suya... Bir iki adım atınca hayvan zıngadak kaymış batağa, boğazına kadar gömülmüş, bir iki dakika içinde at da kaymakam da kaybolup gitmişler.¨ [s.68]
Aslı astarı aranırsa, bu anlatı bir parça anonimdir; birçok farklı kurgusal, ama hakiki karşılığı vardır. Mesela, Türk Köycülüğü'nün sembolik-idol ismi olan Köy Enstitülü öğretmen Selahattin Şimşek'in Hakkâri'de, Zap Suyu'nda benzer biçimde sele kapılıp hayatını yitirmesi, köy romancılığını etkilemiş gerçek hikâyedir.
Herkesle hukuk adına didişmeye kalkışır Savcımız, ama sonuç daha başından bellidir; sürüden ayrılanı kurt kapar. Halk önce onu bağrına basar, ama halka pek güvenmemek gerektiğini unutmuştur, bizimki!
Nitekim, Kasabalı bir kısa süre sonra, evine temizliğe gelen, kocadan dul yirmilik Gülsüm'le ilişkisi var dedikodusuyla çalkalanır. Dedikodu, sonra gerçek olur.
Gülsüm'le Savcının sonu nereye varacağı belli olmayan ilişkisi başlar.
Cinsel beraberlikleri sanki bir olup bitti, kaza eseridir; bir daha olmasın, tarzında...
Gülsüm genç adamın yakasına 'Yaparken iyiydi, oh ne alâ beyimize!' diye yapışmaz. Beklentisi yoktur, hatta hamile kalınca kocakarı işleri elinden gelen bir Kürt kadına gider, bebeği düşürür.
O kadının kocası Kürt Zeynel ise, Savcı geldiğinden beri arkasına takılmış, Don Quijote'nin Sanço'su gibi gölge misalidir. Zeynel, ansızın ölen karısının ardından Gülsüm'ü nikâha razı eder. Gülsüm'ün fedakârlığıysa başkadır: O, Savcının kendisini nikâhlamıyacağını bilir, olmayacak duaya âmin demez!
Zeynel pişkin adamdır, gelip Savcıya durumu açıklar.
¨Hiçbir keder beni bu kadar sarsamazdı! Bütün gün ne yapacağımı bilmeden ortalıkta dolaştım!¨ [ s.205] diye yazdığına bakılırsa, galiba Savcı, Gülsüm'le evlenmeyi aklından geçirmiştir.
Bu, nihayetinde, erkeklerin zaman zaman aklından geçen hikâyedir. Düşmüş bir kadını alıp adam etmek, namuslu yaptıktan sonra eve koyup beslemek güdüsü...
Cophetua Kompleksi diye bilinip edebiyat dünyasına girmiş olgu, zavallı kadını kurtarmak, onu eğitip insan içine çıkartmak, sonra karısı yapmak tutkusudur. Birçok adamın gündüz hülyâsı, bazen de gece rüyasıdır.
Savcı, Kürt Zeynel'e içinden demediğini bırakmaz.¨O ne Kürttür o!¨ [s.206]
Kürt ve diğer etnik gruplara ait değer yargıları romanın yazıldığı dönem dikkate alınırsa anlaşılır şeydir. Ulusalcı-Kemalizme bağlı, pozitivist-modernite yanlısı İ.Tarus'un, mesela,¨Ermenilerin adam öldürmekte ne kadar usta olduğunu pek iyi bilen...¨ [ s.195] gibi sözleriyle karşılaşacak bugünün okuru, şaşmamalı, bana kalırsa, dönemin siyasî tablosu eşliğinde okumasına devam etmelidir.
Romanın temel hikâyesinde Kıyameti kopartan bir yan bulunamaz. Sonuçta kasaba-köy romanlarında karşılaştığımız şeylerdir. Roman, hukuk mesleğini bir an evvel bırakıp yazarlığa başlamak için gün sayan bir aydınımızın feryâdını gösterir.
Savcı Beyin binbir katakulli ile görevden alınıp elinde perçinli valizi, bir de romana mevzu olmuş güncesiyle geldiği yere, İstanbul'a gerisin geri dönmesi hikâyenin sonudur.
Daha ne olsun? Üstelik, her seferinde kaza eseri oldu diye geçiştirilen harâretli birleşmelerin kadını Gülsüm, bir gönül kırıklığıdır ki, bu bile tek başına bir roman mevzusudur.
¨Kadrocu¨ yazarımız, siyasî tarihçi, eski komünist Şevket Süreyya Aydemir'in Suyu Arayan Adam ve Toprak Uyanırsa başlıklı iki ayrı özyaşam-romanı gibi Anadolu gerçeğini ortaya koyan Savcı Beyin güncesi için Batı Edebiyatından birçok karşılık bulunabilir.
Bana göre Cevat Fehmi Başkut'un Buzlar Çözülmeden başlıklı oyunu- ki sonradan sinema filmi çekilmiştir- romanı anlamak için şart oluyor.
Yolu 8 ay kapalı Doğu'daki kasabaya yeni kaymakam beklenirken tımarhanesinden kaçmış iki azılı deliye kapılarını açan kasabalının onları kaymakam ve doktor diye baştacı etmesiyle, romandaki mevzu arasında fark yoktur.
Sahte deli kaymakamın buzların çözülüp, asıl kaymakam ve doktorun geleceği güne dek yapılacak delice işleri vardır. Yanlış bulduğu, akıllıların düzeltemediği şeylerle karşılaşınca, deli kaymakam ¨İlga ettim, mülgaaa!¨ diye bağırır.
Yeşilkaya Savcısı oradan ayrılana kadar, elinden geldiğince yürürlükten kaldırdım anlamına gelen mülga lafını etmiştir.
O hâlde Savcımız, az biraz delidir!
Lakin sahtekâr değildir, ama mesela Gogol'ün müfettişi hilebâzdır.
Gogol'un Müfettiş'i, sahtekâr Hilastakov'u Türk aydınlanması, Batılılaşma sürecinin idealist Savcısıyla bir tutamayız, ancak bütün bütün ayıramayız da...
senolasenola@gmail.com
YEŞILKAYA SAVCISI, İlhan Tarus, Varlık Yayınları, 1954.
0 yorum:
Yorum Gönder