Kendimizi fark etmeye başladığımız ilk andan itibaren, beden hafızamızın kayıtlarına geçirdiğimiz erkek şiddeti; farkındalığımızı yitirinceye kadar bizimle nefes alıp vermeye devam ediyor. Her gün içimizi dağlayan; kadın cinayeti, tecavüz, ağır yaralama, sokak ortasında darp edilme, evden kovulma öyküleriyle yaşamayı çoktan sıradanlaştırdık. Bu öykülere sahip kadınları ‘’şiddet gören kadınlar’’ olarak sınıflandırıp, kendimize de nefes alacak alanlar yarattık. Yarattığımız bu havalandırma alanlarını da ‘anne’, ‘bacı’, ‘dul’, ‘seksi’, ‘bayan’, ‘piliç’, ‘yavru’, ‘orospu’ gibi şahane(!) sıfatlarla süsleyip, ‘’kadın’’ olmaya bir türlü fırsat bulamadık. ‘’Dünya üzerinde kapladığı alanı değil, hayata kattıklarını dert eden; aşık olabilen, anne olabilen, üretebilen, bilen, soran, karşı koyabilen, çokça hata yapabilen bir kadın’’ olma mücadelemiz ağır yaralanmalarla, kalp ağrılarıyla, migrenle, mide hastalıklarıyla, obsesyonlarla, yalnızlıkla, depresyonla sekteye uğradı çoğu zaman. İşte bizim gibi ‘’modern’’, ‘’eğitimli’’, ‘’orta sınıf’’ kadınların ‘’aşırı acıklı’’ hikâyesinin anlatıldığı şahane bir ayna olmuş ‘’Denizin Hikâyesi’’.
Nesiller arası aktarımıma kafayı taktığım bu sıralar; genetik mirasını aktararak kendi öyküsüne başlayan Mahur, daha baştan en yakın arkadaşım olmaya adaydı. (İlerleyen sayfalarda adımın sadece bir kez ve önünde ‘’yalaka’’ sıfatıyla geçmesi beni hiç incitmedi.) Zira anneannemizin ya da babaannemizin tamamlayamadığı bir ilişkiyi tamamlama göreviyle, tüm ilişkilere sıkı sıkıya sarılıyor olabilirdik. Yaptığımız saçmalamaların, gurursuzlukların, boyun eğmelerin, bilip de bilmezden gelmelerin tüm günahı vebali onların boynunaydı belki de…
Kızı Fidan 3 yaşındayken, hayatına giren, en yakın arkadaşının kaybını yaşarken O’nu kendi dostlarıyla bir olup yalnız bırakan, işini gücünü, parasını, tüm enerjisini sonuna kadar kemiren, sırf kendi düzenini kuracak rahatlığa erişmek için aynı evde yaşamayı sürdüren, gözünün içine baka baka Mahur’u aldatan ve sonra da ‘’ ne yaparsan yap bunu duyacaksın. Kulağını kapamak değil beton döksen duyacaksın. Yavaş yavaş alıştırarak söyleyeyim demiştim ama belli ki anlamayacaksın. Senden ayrılıyorum… Yüzüme bak! Senden ayrılıyorum’’ diyerek terk eden adamın arkasından içilen sakinleştiricilerin, biraların işe yaramadığı, gözyaşlarının olur olmadık zamanlarda boşalıverdiği anlarda kulağına eğilip ‘’geçecek Mahur, delecek ama geçecek. Güven bana. Senin de dediğin gibi hayattan alınacak en güzel intikam sonuna kadar acı çekebilmek’’ diyebilmek, o bar sandalyelerinde yanında oturup seninle sarhoş olabilmek, sallanarak eve dönerken yolda birlikte bağıra çağıra, yarım yamalak, düşe kalka Ahmet Kaya şarkıları söyleyebilmek istiyor insan…’’Çünkü sen de biliyorsun ki, geçtiğinde daha güçlenmiş ve tüm bunlara gülüyor olacağız. Acın öfkeye, öfken iğrenmeye dönüşürken, senin pilini O’nun da sabrını(!) bitiren şey senin zayıflığın değil; kadınlığın ve mirasın belki de…’’ diye konuşmak ertesi günlerde…
Zamanla unuttuğunu sandığın yeteneklerin, öğrenme azmin, kızın Fidan’ın o masum, yaşından beklenmeyecek derecede olgun halleri sana yaşamı yeniden sarıp sarmalatacak. Sonraki yıllarda karşına çıkan tüm adamlardan alacağın dersler var. ‘’Burak’la geçirdiğin yıllar, Tamer’in kısacık süreye sığdırdığı sakillikler, Ömer’in ruh hastalığına varan durumu bir yana seni en çok üzen, üzüntüsü yanına kalan, geçmişten kalan en büyük gönül yaran Mehmet olacak’’ neden mi bunca aşk arasında Mehmet? Çünkü senin kadınlığını reddeden, seninle sevişmeyen, üstelik de bunu Ömer’in ‘’hastalıklı mısın?’’ takıntısından değil, ‘’anne’’ olduğun için sana ‘’uyuyan güzel’’ diyerek seninle sadece uyuyarak, seni anneliğinden yaralayarak yapacak. O ana kadar yaşadığın her şeyin sorumluluğunu ne kolay almıştın oysa üzerine. Sevmekten ziyade sevilme ihtiyacının farkındayken; Mehmet senden sevgi ve şefkat alıyordu sadece. Onlar senin sadece kızına verebileceğin, vermekten yüksünmeyeceğin, yeterince verip vermediğini sorgulayacağın duygularındı çünkü…
Kitabın basıldığında salonlara terfi edişin, şirket toplantılarının aranan yüzü olman; başkaları ne der diye düşünmeden sokakta yaptığın çizimler, şarkı söylemeler, sadece kendin olduğun anlar kadar özgür ve özgün hissettirmeyecek hiçbir zaman. ‘’Hayattan alabileceğin çok fazla şeyin var olduğunu, gerçekte verebileceklerini öğrendiğinde bir erkeğe bağlanmadan nefes alınabileceğini göreceksin. Deneyimler, değişen düşünceler ve acıyla pişen duygular geçmiş acılarını derinlere gömecek. Yine de sen o saf, anlamadan bakan, kendi gördüğüne inanan, her şeyi bildiği gibi sanan o güzel Mahur’ u özlemeye devam edeceksin. Elindeki her şeyi korumaya çalışacak, ne olur ne olmaz kaybederim diye çoklu seçeneklere sırtını dayayacak, kimseye güvenmeyeceksin.’’ Yine büyük konuşuyorsun Mahur. Korkma konuş. Bu kez sadece sen konuş. Tesadüflere inanmadığını, bütün bunların boşuna olmadığını, her şeyin bir anlamı olduğunu çok iyi biliyoruz artık. En olmadı yine saçlarını kestirirsin, yine sarhoş olur, yine ağlar, yine saçmalarsın. Bu kez sensin. Bütün sevabıyla, günahıyla, vebalini kimsenin boynuna yüklemediğin bir yaşamın var artık. Ve ben varım ve hep sen varsın… Kızına aktaracağın şahane bir miras var artık. Kitabına eklediğin son bölüm; bizim tüm mal beyanımız:
‘’ Önce seversin, sonra aşık olursun. Tersini söyleyenlere inanma. Onların bahsettiği şey tutku… hayranlık, saygı ve ihtimam ekleyip sonsuz köleliğini sunarsın. Sonra karşılığında her hücrene aşk yüklenir ve her gün bir üst sürümü var derler, yüklendikçe yüklenirsin.
Bir bardak suya bakıp, koca bir deniz görüp, içinde aşka yelken açan bir tekne hayal edersin. Elini uzattığında teninin tuzuna dokunabileceğin dev gibi bir adam olur karşında. Adım adım ona yaklaştıkça daha da büyür. Gözlerinde başlayan, omuzlarına düşen, ellerinden dünyaya yayılan sevgiyi, gücü, iyiliği görürsün. Kendini küçücük hissedersin karşısında, sana sarılsın, seni korusun, seni sevsin istersin… hepsini fazlasıyla verir. Cömert, müşfik ve cesurdur. Külkedisi, Rapınzel, Pamuk Prenses, Alice… Hepsi olursun birden. Ayakkabının çiftini ona verir, saçlarını kökten ellerine bırakır, uyumamak için elmayı asla ısırmazsın, beyaz tavşan sadece onun yolunu gösterir ve onun verdiği dünyaya sığınır, harikalar diyarına dönüp bakmazsın bile.
Süper kahramanları anlatan kitaplar raflarda eskirken fantastik maceraları değil, gerçeği yaşamayı tercih edersin. O kadar gerçektir ki, sen de kendiliğinden sen olur ‘’gerçek’’ olursun… Çok sever, çok aşık olursun… Ne yaparsa yapsın, ne derse desin, ne olursa olsun…’’
Sizi bilmem ama Mahur’un arkadaşlığı, çaresizliği, yetersizliği, takdir görme ihtiyacı, en zor zamanlardan çıkabilme gücü, boş vermişliği, güvensizliği, sınırsız gücü, yaratıcılığı, vahşiliği, zarafeti, insanlarla kurduğu bağ bana çok iyi geldi. Bu koskoca kurtlar sofrasında ‘’Kurtlarla Koşan Kadınlar’’a bir yenisini daha eklemenin verdiği dayanışma ve özgüvenle…
DENİZİN HİKAYESİ, Dilek Neşe Açıker, Destek Yayınları, 2014.
0 yorum:
Yorum Gönder