2-10 Kasım tarihleri arasında düzenlenecek 32. İstanbul Kitap Fuarı’nın Onur Yazarı Prof. Dr. Taner Timur’un çalışmaları, eserleri ve yaşamı hakkında bir sergi düzenlenecek. Prof. Dr. Timur, BirGün Kitap Eki'ne verdiği röportajda Gezi direnişinin analizini yaptı
Türkiye'de Gezi süreci ile birlikte yeni bir politika tarzı veyahut mevcut politik yapıların yenilenmesi gerektiğine dair çeşitli görüşler dile getirildi. Özellikle Haziran direnişini izleyen günlerde sokağa dökülen kitlenin, forumlarda konuşan aktivistlerin söylemlerinde bu talepler, farklı biçimlerde formüle edildi. Sizce "yeni bir politika" ifadesi ne anlama gelmektedir? Sosyalist teori ve pratikte karşılık buldu mu?
Tabii bu “yeni politika” ifadesinin ne anlama geldiğini öncelikle onu formüle edenler vermeli. Ben olsam “yeni politika” yerine, “devrimci politika bugünün somut koşullarında nasıl bir içeriğe sahip olmalıdır?” şeklinde bir soru sorardım ve “yeniliği” de burada arardım. Daha klasik bir ifadeyle devrimci bir programın neler içermesi gerektiğini ve bu programın hangi strateji perspektifinde, hangi taktik ittifaklar bağlamında başarıya ulaşabileceğini sorgulardım. Bu anlamda genel bir “yeni politika” söyleminin sosyalist teori ve pratikte karşılığını bulduğu herhalde söylenemez. Fakat bu elbette Gezi direnişinin devrimci perspektifte bir katkısı olmadığı anlamına gelmez. Bugün bir “demokratik devrim” aşaması ve kavgası içinde yaşıyoruz. Bu ise mevcut sol parti, sendika, dernek ve diğer kuruluşlar bağlamında bir “demokrasi cephesi”ni gerektiriyor. İşte bence Gezi direnişi bu bakımdan son derece başarılı olmuş ve yıllardır teorik tartışmalara konu olan “demokratik cephe”yi pratikte gerçekleştirmiştir.
Tekel direnişinden bu yana en büyük toplumsal devinim diyebileceğimiz Gezi olaylarının karakterinde "anarşist ruh" vardı diyebilir miyiz? Kitle hareketleri açısından değerlendirdiğinizde öne çıkan bu "ruh" eylemcilerin sosyalist örgütlere mesafeli olmasına yol açan biri etken olabilir mi?
Baskı rejimlerine karşı demokratik direnişlerde daima bir “anarşist” uç filizlenir. Bu “ruh”, kontrol altına alınması gereken, fakat tartışma özgürlüğünü de neredeyse sınırsız kılan bir arzunun ürünüdür. Mayıs-68’in bugün hala dillerde olan esprili sloganlarına benzer sloganlara, Haziran-13 olaylarında Taksim’de de tanık olduk. Fakat sosyalistler “anarşist” olmadıkları için elbette bu eğilime karşı mesafeli durmalıdır. Mesafeli, fakat dostça.. Onlarla diyalog ve tartışma içinde, onlara “anarşizm” ile bir yere gidilemeyeceğini anlatmaya çalışarak.. Özellikle kırıp dökmelere kesinlikle karşı çıkarak.. Zaten bizdeki anarşizm, öyle geçmişi, geleneği ve kuramsal dayanakları olan bir akım değildir.
Dünya'da olduğu gibi Türkiye'de de yeni bir düzenin "öznesi" işçi sınıfı kabul edilir. Ancak Gezi ile birlikte politik iktidarı yıpratan tüm eylemlerde öne çıkan "öznenin" toplumsal sınıfsal yapıya göre işçi sınıfı olmadığı "orta sınıf", "küçük burjuvazi", hatta x,y kuşağı gibi "gençler" olduğuna ilişkin görüşler vardı. Kimi Marksist düşünürler buna itiraz etti ve ücret ve sömürü ilişkilerine göre bu kitleyi de işçi sınıfı içerisinde değerlendirdi. Sizce gerek ekonomik gerek politik-ideolojik olarak bu durum nasıl değerlendirilmeli?
Bugün tam da yapılması gereken şey, bu sınıfsal kompozisyonun ögelerini somut araştırmalarla ortaya koymaktır. Sınıfsal eşitsizliklerin en derin olduğu ülkelerden birinde yaşıyoruz. Üstelik içinde bulunduğumuz genel kriz döneminde bu farklar giderek artma eğilimi gösteriyor.
Bu ülkede Japonya’dan, İngiltere’den, Fransa’dan daha çok dolar milyarderi var ve bu sayı 2003’te 4 iken, günümüzde 44’e çıktı. AKP’nin popülist bir demagoji altında yürüttüğü sınıf politikasının sergilediği tablo budur. Bu durumda “ezilen sınıflar” başlığı altında topladığımız sınıf ve kategorileri somut veriler çerçevesinde ortaya koymalıyız. Elbette ki işçi sınıfı, öncü sınıftır. “Elveda proleterya” diyenler, sadece bol emeğe dayanan sanayi dallarını üçüncü dünyaya süren kapitalist metropollere bakıyorlar. Kaldı ki söyledikleri şey, ileri sanayi ülkeleri için de geçerli değildir. Kapitalizm, küresel bir üretim biçimidir ve bugün Asya’da, Afrika’da yüzlerce milyon köylü ve esnaf proleterleşme süreci içinde yaşıyor. Proleter demek, üretim sürecinde artı-değer yaratan işçi demektir ve üretim sadece mal değil, hizmet üretimini de kapsar. Marx, Kapital’de özel okullardaki öğretmenleri de artı-değer yaratan işçiler olarak niteliyordu. Oysa Türkiye’de ezilenler sadece işçiler değil; bunun yanı sıra yoksul köylüler, marjinalleşen esnaf tabakası, geçimini hizmet sektöründe zar zor sağlamaya çalışanlar da var. Yok olan, bütün bunları bir demokratik cephede toplama potansiyeli taşıyan güçlü bir emekçi örgütü. Bu da ancak mevcut yapıların birleşmesi ya da en azından ortak hareketiyle mümkün olabilir.
Bir de harekette “orta sınıf”ların, “genç kuşaklar”ın yeri hakkındaki tartışmadan söz ettiniz. Önce “genç”lerden başlayalım. Bir kere her devrimci harekete gençler ön saflarda katılır, bir çeşit kıvılcım rolü oynarlar; 1830 devrimlerini tablolaştıran ünlü ressam Delacroix da, merkeze genç bir öğrenciyi koymuştu. Gezi direnişi dolayısıyla en çok alıntılanan fotoğraf da ellerini havaya kaldırmış, polise meydan okuyan bir genç kızın fotoğrafı oldu. Ne var ki gençler hareketin niteliğini belirleyici bir konumda olamazlar. Dikkat ederseniz daha çok Gezi direnişini hafifsemek, onun sınırlarını çizmek isteyenler “X ya da Y kuşağını” ön plana çıkardılar. Buna karşılık “orta sınıf” Türkiye’de çok geniş bir toplumsal kategoridir. Bunun marjinalleşen kesimleri giderek artıyor; elbette ki bu harekette nicelik olarak en çok bunlar ve emekçiler vardı. Buna iktidarın “İslamlaşma” politikasından derin bir kaygı duyan orta sınıf, hatta liberal burjuvazi elemanlarını da mutlaka katmalıyız.
1980'den sonra en büyük iş bırakmalardan birisi kabul edebileceğimiz 76 günlük Tekel direnişinin meşrulaştırdığı hak mücadelesi, ekolojik ve kent hakkıyla ortaya çıkan ve daha sonra politik taleplerle sentezlenen Gezi eylemlerini ne yönde etkilemiştir? Bu eylemler Türkiye'ye eylem pratiği/kültürü kazandırmış mıdır?
Tekel direnişinin Gezi eylemlerine yol açan birikime herhalde katkısı olmuştur; fakat bu katkının somut olarak ne olduğu ancak ampirik araştırmalarla, anketlerle ortaya konulabilir. Türkiye’ye “eylem pratiği/kültürü”nü kazandırmak için sanıyorum, günümüz koşullarına uygun, yeni bir “devrimci militan” tipi üzerinde düşünüp tartışmalıyız. Bugünkü koşullarda örneğin Lenin’in “Ne Yapmalı?” eserindeki örgüt ve çalışma koşulları çoktan geçerliliğini kaybetmiş bulunuyor. Lenin illegal koşullarda, büyük bir gizlilik içinde ve iletişim olanaklarının son derece sınırlı olduğu koşullarda “Ne Yapmalı?” diye sormuştu. Bu koşullarda parti merkez yönetiminin de, kolayca tespit edilemesinler diye, ancak “on kadar” devrimciden oluşmasını önermişti. Bugün, baskılar altında da olsa, legal çalışma koşulları var, partiler var, seçim var; üstelik büyük bir “iletişim devrimi” yaşıyoruz. Egemen sınıflar kendi yarattıkları teknolojik olanakları iletişim alanında da çok etkili bir şekilde kullanmasını biliyorlar. “Yeni militanlık” şekli de bu olanakların devrimciler tarafından kullanılmasıyla ortaya çıkmalıdır. Basit bir örnek: Nasıl firmalar, bankalar, reklam ajansları “özel mesaj”larıyla evlerimize kadar giriyorsa, “koruma” altındaki işyerlerine giremeyen devrimciler de, “özel mesaj”larıyla emekçilerin evlerine girebilir. Onlara sloganlar iletmek, yukarıdan akıl vermek için değil; ortak değerleri paylaşmak, yardımlaşmak ve yeni bir dünya yolunda birlikte kavga vermek için...
0 yorum:
Yorum Gönder