Dünyanın ilk çocuk bayramı kutlamakla övünen bir millet olmakla birlikte, çocukların bakımı, büyütülmesi, eğitimi, iş yerlerinde maruz kaldıkları sömürü konularında yapılanların yetersizliği ortada. Bu yetersizlik ilk romanlardan başlayarak edebiyatı da kapsıyor.
Tanzimattan Cumhuriyete
Çocuklara yönelik ilk yayınlar Tanzimat döneminde, Osmanlı aydınlanmasının önemli isimlerinden Şinasi’nin La Fontaine çevirileriyle başlamış. Şinasi’nin “Tercüme-i Manzume”(1859) kitabında yer alan ilk La Fontaine fablı “Eşek ile Tilki Hikâyesi”. Aynı yıl Kayserili Doktor Rüştü’nün “Nuhbetü’l-Etfa” adlı alfabe kitabında da fabl çevirileri var. Sevilmiş olmalı ki, ardından pek çok La Fontaine çevirisi daha yapıldığını ve La Fontaine çevirilerinin Cumhuriyet döneminde Nâzım Hikmet, Sabahattin Eyuboğlu, Orhan Veli gibi yazarlar tarafından sürdürüldüğünü görüyoruz.
Roman türündeki ilk çeviri ise Daniel Defoe’nun “Robenson Crueso”sudur. 1864’te Ahmet Lütfi, 1886’da Şemsettin Sami tarafından yapılan bu çeviriler kuşkusuz büyüklere de –belki sadece büyüklere- hitap etmek amacı taşıyordu. İkinci çeviri unvanını kazanan ve 1872’de üç cilt halinde basılan Jonathan Swift’in “Güliver’in Seyahatnamesi” için de aynı şeyi söylemek mümkün. Doğrudan çocuklara hitap eden Jules Verne çevirileri ise “Kaptan Hatras’ın Sergüzeşti” adıyla 1877 yılında yayımlanmıştı. Çevirmen Ohannes Gokasyan’dı. Sonra diğerleri geldi; “Merkez-i Arza Seyahat”, “Beş Hafta Balonla Seyahat”, “Seksen Günde Devriâlem”, “Kaptan Grant’ın Çocukları”, “Denizler Altında Yirmi Bin Fersah”…
Kitapların yanı sıra çocuk dergileri de yayın hayatına atılmıştı. İlk çocuk dergisi 1869-1870 yılları arasında kırk dokuz sayısı yayımlanan “Mümeyyiz”di. II. Meşrutiyet döneminde dergi sayısı hem artmış hem içerik açısından zenginleşmişti. Elbette çocuk kitapları için de geçerli bu söylediğim. Tanzimat Döneminde el yordamıyla sürdürülen çocuk kitapları yayıncılığı, çocuk eğitimine sağladığı faydalar da fark edildiği için, Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e kadar ciddi bir gelişme gösterir. Bunda çevirilerin yanına yerli yazarların eklenmesinin büyük rolü var. Üstelik yerli yazarlar memleketin önemli isimleri. Tevfik Fikret’in şarkıları ve manzum hikâyeleri, Ziya Gökalp’ın yazıları, Ömer Seyfettin hikâyeleri, İbrahim Alâettin Gövsa’nın şiirleri çocuk edebiyatının yerleşmesine katkıda bulunmuştur. Tanınmış başka isimler de verelim; Mehmet Emin Yurdakul, Ali Ekrem Bolayır, Fuad Köprülü, Faruk Nafiz Çamlıbel, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Halide Edip Adıvar, Reşat Nuri Güntekin, Mahmut Yesari, Aka Gündüz…
Cumhuriyetin ilanından sonra başlayan Aydınlanma seferberliği içinde çocuklara yönelik neşriyat artık kurumsallaşmış, devlet konuya el atmıştır. Çeviriler sürer, dergi ve ansiklopediler çıkarılır, edebiyatımızın tanınmış yazarlarının hemen hepsi çocuklar için de yazarlar. Sonuçta çocuk kitapları, 2000’lerden sonra pazar payının yükselmesiyle birlikte, yayıncılık sektörünün göz bebeği haline gelecektir.
Eksik Olan
Buraya kadar yapılan özet, bir sorunun varlığını düşündürtmüyor. Oysa çocuk kitaplarının eğitsel ve ideolojik yararının farkına varılmasından sonra çocuğa yönelik eserlerin edebi yanı ihmal edilmiş, sadece temiz ahlak ya da milli şuur veren kitaplar öne çıkmıştır. Milli edebiyatın kuruluş dönemine denk gelen zamanlarda üretilen çocuk romanlarına, hikâyelerine ya da şiirlerine bir yandan bilgilendirmek, diğer yandan milli ve manevi değerleri kazandırmak anlayışı egemendir. Sadece Ömer Seyfettin hikâyeleri üzerinden bile örneklenecek bu durum Cumhuriyet boyunca –Milli Eğitim Bakanlığı Talim Terbiye Dairesi tebliğleriyle- sürecektir. Neyse ki, bugün kitapevlerinde özel bölümlere ya da raflara kavuşmuş çocuk kitapları üzerinde talim terbiye yönetmeliklerinin hiç bir hükmü yok. Dünyanın dört bir yanından yapılan özenli baskılar çocuklar kadar büyükleri de cezbediyor. Ama ne yazık ki, hem çocuk kitapları alanında yerli üretim -nicelik ve nitelik olarak- güdük kalıyor, hem de yetişkinlerin edebiyatında çocuklara neredeyse hiç yer verilmiyor. İşte eksiklik tespitimizi buradan hareketle yapıyoruz.
Aslında aynı eksiklik tespiti bundan seneler, senelerce evvel yapılmıştı. 1909’da Darülmuallim’in başına getirilen Satı Bey, ‘‘çocuklara yönelik eser yazılmaması’’nı büyük bir eksiklik olarak gösterirken, yazılmama nedenini ‘‘çocuklarla iştigal edenler çocuk kalırlar’’ fikrinden kaynaklandığını söylemişti. Gerçekten de Tanzimat dönemi edebiyatı, özellikle roman, ilk yazarlar için çocukluktan erişkinliğe geçişin aracıydı. Erişkinlikle ve erişkinlere özgü meselelerle bu denli meşgul olan, romanı büyük meselelere açılan bir kapı sayan Osmanlı Aydınlarının kaleminden çıkan romanlarda çocuklara yer verilmesi beklenemezdi. Söz konusu anlayış Meşrutiyet döneminde de sürmüş, Halit Ziya Uşaklıgil ve Hüseyin Rahmi dışında, romanlarında çocuğa, çocukların sosyal hayattaki rolüne, duygu ve düşüncelerine yer veren yazar sayısı kısıtlı kalmıştır. Çocuklar ancak, çocuklar için yazılan kitapların konusudur.
Bizi asıl ilgilendirmesi gereken, çocukların çocuk olarak düşünülmeme durumunun Cumhuriyet döneminde de değişmemesi, hatta neredeyse “gelenek” haline getirilerek günümüze kadar sürmesidir. Aslında edebiyatımızın ustalarında –Nazım Hikmet’te, Reşat Nuri’de, Yaşar Kemal’de, Orhan Kemal’de, Kemal Tahir’de, Aziz Nesin’de, Fakir Baykurt’ta, Sevgi Soysal’da, Oğuz Atay’da, ve diğer önemli yazarlarımızda- böyle bir eksiklikten söz edemeyiz. Çocuklar vardır; büyüklerin dünyasında mahsur kalmış halleriyle, sevinçleri, acıları, sorunları, yoksullukları ile romanın ve hayatın içinde hak ettikleri yeri alırlar. Kimi zaman yetişkin dünyası çocukların gözünden anlatılmış ve çarpıklık daha çarpıcı biçimde ortaya konabilmiştir.
Ancak Türk Edebiyatı dediğimizde bir hayli devasa bir üretimden söz ediyoruz demektir. İşte bu üretim içerisinde saydığım örnekler önemli bir yekun tutmuyor. Buradan hareketle, toplumsal zihniyette çocuğun kapladığı yerin hiç de iddia edildiği kadar önemli olmadığını söyleyebiliriz. Neden mi önemsiz? Biraz açalım; evet, pek çok romanda bir çocuk silüeti çıkar karşımıza. Ancak hikaye ilerledikçe, roman kahramanları açısından sadece adından söz edilerek geçiştirilir, çocuk karakterler hikayenin gidişatına hiçbir etkide bulunmaz. Hep büyüklerin sorunları, büyüklerin maceraları, acıları, sevinçleri, kafalarında dolaşan büyük meseleleri işlenecek, çocukların böyle bir hayatta neler hissedip neler düşündükleri ihmal edilecek, varlıkları da giderek silinecektir. Aslında hikayenin aksesuarıdır çocuklar. Dahası, zaman zaman büyüklerin hislerinin yoğunluğunu göstermeye yarayan araçlardır.
Pek çok romanda ise hiç ortada görünmezler. Evlerde, sokaklarda, kırlarda, iş yerlerinde, deniz kenarlarında, eğlence yerlerinde dolaşan roman kahramanlarının (yani yazarların) merceğine takılmaz küçük çocuklar. Hayvanlar söz konusu olduğunda insan-merkezli, çocuklar söz konusu olduğunda yetişkin merkezli, farklı etnik kökenden gelen insanlar –Ermeniler, Yahudiler, Araplar, Kürtler, Aleviler, Çingeneler- söz konusu olduğunda Sunni-Türk merkezli; özetle söylersek eğer, aslında ben merkezli bir zihniyet bu. Öyle bir benmerkezcilik ki, sadece çocukları değil, yaşlıları, eşcinselleri, şimdilerde yoksulları da ihmal ediyor, yazarın taşıdığı kimlikle örtüşmeyen herkese kayıtsız kalıyor. Bu kayıtsızlık, genel bir kayıtsızlığının edebiyata yansımasıdır. Adorno ve Horkheimer’ın birlikte kaleme aldıkları “Aydınlanmanın Diyalektiği”nin “İnsan ve Hayvan” adlı fragmanından bir alıntıyla açıklayacağım; "Çocuğun başını ve hayvanın sırtını kayıtsızca okşamanın anlamı şudur: Bu el yok edebilir. (...) Okşamalar, sevgi gösterileri, iktidar karşısında herkesin aynı olduğunu, kendine özgü bir varlığının bulunmadığını açıklar”.
Öyle bir kayıtsızlık ki, 2000 yılından bu yana yazılan yüzlerce roman arasında çocuklara hak ettiği yeri veren roman bulmakta güçlük çekiyoruz. Türk romanında çocuk, “kendine özgü bir varlığı olmayan” ötekidir ve Türk romanında ötekileri kuşatan kavram sevgisizliktir!
0 yorum:
Yorum Gönder