Çağımızın gündelik siyasetinin iki kadim günah keçisi var. Biri diyalektik, diğeri ontoloji. Diyalektik ve ontolojinin günah keçisi ilan edilmesinin birkaç önemli gerekçesini burada sayabiliriz. İlkin 19. yüzyılın sonundan itibaren felsefi düşüncenin önce bilim sonra da teknoloji ve piyasa karşısında tutunamaması nedeniyle felsefi düşüncenin büyük öğretiler şeklinde tezahürü bütün çabalara rağmen akamete uğramıştır. Yine Sovyet Marksizminin 20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren belirgin bir şekilde teorik ve pratik olarak yenilgi yolunda ilerlemesi, doğrudan ortodoks Marksizmin ve onun felsefi ard alanındaki kavram setlerinin gözden düşmesine yol açmıştır. Elbette hem felsefi düşüncenin hem de Sovyet Marksizminin yenilgisi yanısıra başka türden tarihsel gelişmeler de diyalektik ve ontolojinin neden günah keçisi ilan edildiğinin anlaşılması için sayılıp dökülebilir. Ancak amacımız bu olguya işaret etmek, hatırlatmak, yoksa enine boyuna tartışmak değil.
Felsefe doktora tezinden hareketle Ersin Vedat Elgür bu iki günah keçisine sahip çıkan bir kitap yayımladı. Felsefenin Arzusu: Politika başlıklı çalışmasında Elgür, felsefi düşüncenin önemli uğrakları; Platon, Aristoteles, Kant, Fichte, Schelling, Hegel ve Marx’ın düşüncesinde diyalektiğin nasıl bir yer işgal ettiğini belirliyor. Bir başka deyişle varolanların varlık olmak bakımından bilgisinin ortaya konuluşunda diyalektiğin nasıl bir imkan sunduğunu araştırıyor. Bu yüzden olsa gerek, Elgür kitabın alt başlığını “Diyalektiğin Diyalektik Gelişimi ve Onto-Politika” olarak belirlemiş. Elgür kendi çabasını şu şekilde özetliyor: “[D]üşünme ile Varlık arasındaki ilişkiye dair üretilmiş en yetkin form olan diyalektiğin tarihsel belirlenimlerine ve diyalektiğin kendisinin de diyalektik gelişimine odaklanmak suretiyle, ontolojinin tarih içindeki yeniden üretilmiş biçimlerine dikkatleri çekmek ve bunlara karşılık gelen politikanın kuramsal belirlenimlerini sunmak arzusundadır” (23).
Elgür diyalektiğin diyalektik gelişimi açısından üç tür politik alan tespit ediyor. Bunlardan ilki Platon, Aristoteles ve Kant tarafından ete kemiğe büründürülen ideal-politik alan. Bu alandaki filozofların karakteristiği soyut belirlenim olarak diyalektiği kullanmış olmaları. Elgür’e göre Platon diyalektik aracılığıyla bilginin keşfinden bilincin inşasına geçiyor. Aristoteles düşüncenin inşasında ve Kant ise aklın mantığının kurulmasında diyalektiğe yöneliyor. İdeal-politik alanı önemli kılan, bu alanda yer alan filozofların tüm çabalarında ileri sürüldüğü gibi, felsefi bir hakikatin ne olduğuna ve/ya olması gerektiğine dair zımni bir inancın halen korunuyor olmasıdır. Dolayısıyla diyalektik her halükarda hakikatin bilgisini verecek ideal birliğin ne olduğunu ortaya koymanın bir aracı olarak görülüyor.
Diyalektiğin diyalektik gelişiminde ikinci alan Elgür’e göre, reel-politik alandır. Alman İdealizmi’nin üç önemli ustası Fichte, Schelling ve Hegel tarafından temsil edilen reel-politik alan, aslında olumsuz-ussal bir belirlenim olarak diyalektiği kullanıyor ama temel olarak Kant’ın epistemolojisinin ve kritiğinin eleştirisi üzerinden kendi felsefi konumlarını belirliyorlar. Fichte “[d]iyalektiği, aklın kendi içindeki zorunlu bir ediminden tarihsel olarak tüm türü kuşatan bir gelişimin uzamına” (204) taşıyorken, “Schelling’le birlikte diyalektik, ontolojik genişlemesinin sınırlarına dayanmış ve buna ek olarak da temel ilke tartışmasının ‘neyin neyi belirlediği’ yönlü bir tartışmaya dönüşmesinin yolunu” (242) açıyor. Hegel’de ise diyalektik, ne sanıldığı gibi özne nesne özdeşliği ne de düşünme ile varlık arasındaki özdeşliği sağlıyor. Onun diyalektiğinde aslolan “düşünmenin tarihsel belirlenimleri ile kendi tarihsel belirlenimlerini kendine nesne yapan daha üst düzeyden bir düşünme ediminin özdeşliği”ni (276) sağlamak oluyor.
Ergül için diyalektik gelişimin üçüncü alanı onto-politik alandır. Bu alanın tek temsilcisi vardır, o da Marx’tır. Marx diyalektiği olumlu-ussal bir belirlenim olarak kullanıyor. Yani, “bir yanıyla ideali reel olanla uzlaştırma (Hegel), diğeri de reel olana ideallik vermeyi (ekonomi-politik) temsil eden bu iki kuramsal zeminin (soyutlama aracılığıyla) indirgenmesi aslında varlıksal olanın ne olduğuyla bizi karşılaştırmakla, diyalektiğin ontolojik hareketini ilk defa gözler önüne sermektedir” (358). Dolayısıyla Marx’ın onto-politikası, hasmı liberalizmle birlikte, kapitalist dünyanın neden sürekli olarak her şeyi metalaştırdığını ve bunun bir varlık örgütlenmesi olarak nasıl kendi içsel hazinesinde üretilebildiğini ortaya koyabiliyor. Tam da bu nedenle, varlığın meta olarak örgütlenmesinden sonsuz kazanç sağlayan liberalizme karşı devrimci bir yıkım olarak Marx’ın politik çabası onto-politik olanın yeni uzamsal bir arayışını ifade ediyor.
Felsefenin Arzusu: Politika, özgün bir sav geliştiriyor olması ve bu savı temellendirmek için koca bir felsefe tarihini yürümeyi göze alması nedeniyle takdire şayan bir çaba olarak okunabilir. Ayrıca Elgür oldukça oylumlu bir çalışmaya imza atmakla kalmıyor, ele aldığı kavramsal ve tarihsel düzlemleri hakkıyla çözümlüyor. En azından şimdinin teorik çevrelerinde gözden düşürülmüş diyalektik ve ontoloji gibi iki günah keçisine dokunuyor, dokunmakla kalmıyor diyalektiğin diyalektik gelişimini felsefe tarihinin önemli filozoflarının metinlerinden hareketle genel bir düşünme çerçevesine yeniden oturtuyor. Bu kitabı lisans ve lisanüstü yapan ya da yapmış siyaset, sosyoloji ve felsefe okurlarına tavsiye edebilirim.
Ersin Vedat Elgür, Felsefenin Arzusu: Politika, Ankara: Notabene, 2013, 452 sayfa.
0 yorum:
Yorum Gönder