19. yüzyılın sonuna gelindiğinde Osmanlı İmparatorluğu varlığını sağlıklı bir biçimde sürdürmek adına birçok çareyi denemiş bulunuyordu. Nitekim İmparatorluğun tamamen çökmesine kadar geçen süreçte, gerek devleti bir arada tutacak asli kimlik tanımının yapılması için çeşitli çabalara girişildiği gerek Avrupa’dan yayılarak Osmanlı’ya ulaşan fikirlerin ülkenin aydınları tarafından hararetli bir biçimde tartışıldığı görülür.
Batı’yla, daha özelde Avrupa’yla ilişkisinde ikircikli olan Osmanlı, hem topraklarının batısındaki teknolojik gelişmelerden yararlanmak istemiş hem de Avrupa’yı varlığına yönelik kayda değer bir tehdit olarak görmüştür. Özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren edebiyat; siyasi, ekonomik, teknolojik vs. sahalardaki gelişim ve dönüşümleri hassas bir kayıt cihazı gibi kaydetmiş ve devletin yıkılış sürecinde geçirdiği evreleri kendi bünyesinden yorumlayarak biriktirdiklerini geleceğe aktarmıştır.
Özellikle askeri alandaki başarısızlıklarla dikkati çeken bilimsel ve teknolojik geri kalmışlık, Batı’dan bu çerçevede yararlanmayı gündeme getirmiş ve elbette mesele askeri güçle ilgili tartışmaların çok ötesine geçmiştir. Seda Uyanık’ın Nisan ayında İletişim Yayınları’ndan çıkan kitabı Osmanlı Bilim Kurgusu: Fennî Edebiyat, edebiyatın yukarıda sözünü ettiğimiz konumunu değerlendirmeye alarak Osmanlı aydınlarının bilime ve teknolojiye yönelik getirdikleri çeşitli yaklaşımları “fennî edebiyat” kapsamında okurla buluşturuyor.
Burada ilgimizi tabii ki ilk olarak “fennî edebiyat” kavramı çekiyor. Edebiyat metinleri bağlamında şimdiye kadar gündeme getirilmemiş bir kavram olan “fennî edebiyat” Uyanık’ın, edebiyatın bu alanına dair yaptığı yeni ve önemli bir vurgu niteliği taşıyor aslında. Yazar, kitabında ele aldığı eserler ekseninde yapılan çalışmalarda “fantazya, ütopya, bilim kurgu gibi Avrupa merkezli kavramlarla 19. yüzyıl sonu ve erken 20. yüzyıl metinlerine yaklaşıldığı[nın] görül[düğünü], o dönemin önemli edebî türlerinden biri olan fennî edebiyatın dışlandığı[nın] saptan[dığını]” (13) dile getiriyor ve söz konusu metinleri belirgin türler içinde konumlandırma çabalarında düşülen hatalara dikkat çekiyor.
Amacını, belirtilen dönemde “fen ve teknoloji ile bir toplum düzeni kurgulayan ve Osmanlı-Türk edebiyatı araştırmalarında veya edebiyat tarihlerinde adları anılmayan anlatıları metin merkezli olarak incelemek[…]” (13) biçiminde ifade eden Uyanık, bilimsel ve teknolojik gelişmeleri din ve kimlik gibi belirleyici unsurlar açısından sağlayacakları yarar ekseninde eserlerine izlek olarak alan Osmanlı-Türk yazarlarını çalışmasının merkezinde konumlandırıyor.
Kitapta Molla Davudzade Mustafa Nazım’dan Celal Nuri’ye, Abdülhak Hâmid’den Yahya Kemal ve Hasan Rûşenî Barkın’a kadar adları edebiyat tarihlerinde öne çıkan ve çıkmayan birçok yazarın fennî edebiyat çerçevesinde verdikleri eserlerin değerlendirmeleri yer alıyor. Edebiyatın, toplumun geçirdiği süreçleri kaydetme özelliğinden dolayı, Osmanlı’daki modernleşme sancılarının bu kitapta yer alan eserlere de yansıdığını tahmin etmek güç değil. Hatta kitabın birinci bölümü “Modernleşmenin Alegorisi Olarak Fennî Anlatılar” başlığını taşıyor.
Örneğin bu bölümde ele alınan Ahmet Mithat’ın Fennî Bir Roman Yahut Amerika Doktorları adlı eseri, Osmanlı’nın bilimsel yoksunluğuna vurgu yapmakla birlikte Osmanlı’nın İslam kaynaklı ahlakını ön planda tutmakta ve Batılılaşma sürecine ilişkin okura bir reçete sunuyor. “Rûşenî’nin Rüyası”nda da İslam medeniyetinin esas alındığı bir gelecek tasavvuru, uçan trenler ve Haliç’in üzerindeki işlek köprüler arasında kendini göstermekte.
Yazar, “Gelenek ve Bilim Arasında kurulan Denge: Zaman ve Çevre” başlıklı ikinci bölümde, ele alınan eserlerdeki ortak özelliğin, “ana karakterlerin gelecek zamana, teknolojik bir çağa seyahat etmesi […]” (187) olduğunu ifade ediyor. Geçmiş ve gelecek arasında kurulan bağlantının, gelenek ve modernlik ilişkisini sorgulamaya olanak tanıdığını belirttikten sonra görüşlerini eserlerden örneklerle desteklemeye girişiyor. Molla Davudzade Mustafa Nazım’ın Rüyada Terakki ve Medeniyet-i İslamiyye-i Rü’yet adlı eserindeki cenneti çağrıştıran çevre tasvirlerini, İslam ve teknoloji arasında bir denge yakalama arayışının ürünü olarak yorumlayan Uyanık, aynı eserde bütün bu gelecek tasavvuru içinde kutsal mekân tasvirlerine teknolojinin dâhil edilmemesine işaret ediyor. Celal Nuri’nin, aktardığı olaylar 152. yüzyılda geçen Latife-i Edebiyye’si ise, geçmişten ve tarih bilincinden kopuk, olumsuz bir gelecek tasvirini önümüze koyuyor.
Bütün bu olumlu ve olumsuz gelecek tasvirleri, İslam medeniyeti ve teknolojik gelişmenin bir aradalığı konusunda dile getirilen çeşitli görüşler, yazarların emperyalizmle ve genel olarak Avrupa’yla ilişkilerde takındıkları tavırlar arasında eserlerin yazıldıkları dönemde devletin içinde bulunduğu ekonomik ve siyasi buhranların etkisini göz ardı etmek elbette mümkün değil. Uyanık da dönemin şartlarını ve özellikle edebiyatın siyasetle ilişkisini göz önüne alarak titizlikle kaleme aldığı bu çalışmasında tarihsel arka planı görmezden gelmiyor.
Modernleşme sancılarının en yoğun biçimde yaşandığı bir süreci Osmanlı aydınının fen ve teknoloji eksenindeki gelecek tasarıları bağlamında ele alan Osmanlı Bilim Kurgusu: Fennî Edebiyat, okurunu göz alıcı yüksek köprüler, yürüyen yollar ve uçan trenlerle heyecanlı bir zaman yolculuğuna çıkarmayı vaat ediyor. Bunu yaparken bilimsel bir araştırmanın gerektirdiği niteliklerden de asla ödün vermiyor.
0 yorum:
Yorum Gönder