Thomas Mann, Mario ile Sihirbaz öyküsünde “çocuklar”ın üzerinden bireysel kimliği inşa eden pek çok şeyi bir elbise gibi çıkarıp atar. “Çocuklar” der sadece. Ne isimleri, ne yaşları, ne cinsiyetleri, ne de kaç kişi oldukları bellidir. Oysa, olay örgüsü boyunca ana babasının peşinde, tatil yöresinde sürekli bir yerlere sürüklenirler. Öyküyü anlatan baba çocuklarını pek çok kez sansürcü ahlak anlayışının dışına çıkarmaya çalışır. Mann ise anlatıcı misyonunu verdiği kontrolü altındaki babayla birlikte bir yandan özgür sanatın temsili varlıkları gibi, bir yandan da sanatın estetik hazzını usul usul tatmaya çalışan okur gibi davranır çocuklara. Her ikisini, çocukları ve okuru, hem her şeyin içinde tutar hem onları saf duyuların kozasıyla sarmalayıp toplumsal yasaların ötesine taşır. Bu ötede olma durumu fiziksel bir gerçekliği de vurgular. En azından çocuklar için.
Gelişmiş algının, çözümleyici aklın, olasılıklar üretmeye yönelen binlerce edebi eserin odağında çocuklar vardır, elbette olacaktır. Genellikle çocuklar yetişkinlerin gözleri önünde maddi bedenleriyle o bedenleri aşan, söyledikleri sözlerle geride kalan sesleri, görüntüleriyle izlenimleri arasındaki farkı sahneler. O fark kaybedilmiş, yitip gitmiş ama hep yakalanmaya çalışılan bir şeydir. Kendini açıklamaya niyetlenen rüya gibi. Uykuyla uyanıklığın, geçmişle bugünün arasındaki mesafe açık da olsa hiç yokmuş gibi görünse de hep vardır.
Gezinti başlıklı öyküsünde “Çocuklar gökseldirler, çünkü daima bir tür gökte yaşarlar,” der Robert Walser: “Yaş alıp büyüdükleri zaman, gökleri solar ve böylece çocuksuluktan, yetişkinlerin o kuru, hesapçı varlıklarının ve can sıkıcı görüşlerinin içine düşerler.”(s.22). Çocuğu başka bir boyutta görme eğilimi midir bu? Julio Cortazar, “Yaz” öyküsünde Mariano adlı karakterine şunları söyletir: “İnanılır gibi değil, bu çocuklar ne kadar ulaşılmaz bir dünyada yaşıyorlar, düşünsene bir zamanlar biz de aynı dünyada yaşamıştık.” (s.10). Karısı Zelma, Mariano’nun söylediklerine karşı çıkar. Ona göre, herkes etrafına anlaşılması güç davranışlarla ulaşılması mümkün olmayan setler örmeyi ustalıkla becerir.
Stefan Zweig, dilimize “Yakıcı Sır” olarak çevrilen (Burhan Arpad) öyküsünün odağına ‘solgun yüzlü, ürkek ve korkak, küçük bir oğlan çocuğu’nu yerleştirir. Zweig’ın birçok öyküsü gibi novella da diyebileceğimiz bu yapıtı, Edgar’ın gözlediği annesi ile genç baron arasındaki ilişki üzerine kurulmuştur. Olay Avusturya’da küçük bir yerleşim birimi olan Semmering’te bir dağ otelinde geçer. Zweig’ın şu saptaması aynı zamanda öykünün de omurgasıdır: “Bizlerin gerçek dediğimiz bu dünyayı kimi zaman tek bir incecik kapı ayırır çocuklardan ve bir rastlantının hafif esintisi onu ardına kadar açıverir.”
Thomas Mann’ın Venedik’te Ölüm romanında da benzer bir atmosfer kurulmuştur. Ünlü sanatçı Aschenbach, Venedik’te kaldığı lüks otelde tanır Polonyalı Tadzio’yu. Onu büyüleyen çocuk Tadzio’nun solgun yüzündeki tanrısal güzelliktir. Hatta Eros heykeline benzetir. Onu izlerken duyduğu estetik haz biraz da okur içindir. Örtülü bir çocuk pornografisi mi, sansürcü ahlakçıların yaftasıdır bu.
Nabakov’un Lolita romanı yayımlandığında tepkiler gecikmez. John Ray, Lolita’nın yedeğinde ahlaki bir ders getirdiğini ileri sürmüştür. Buna karşı Nabakov, “Benim için bir sanat eseri estetik mutluluk diyebileceğim şeyi sağladığı sürece var olur. Bu da, temel ölçüt olarak alınan sanatın (merak, sevecenlik, yufka yüreklilik, haz) bir yerde herhangi bir biçimde öbür varoluş biçimleriyle kesiştiği bir varoluş durumudur,” der.
W.C Auden de Henry James’e yazma konusunda verdiği öğütlerde “Her şeyden önce otobiyografi yazma,” diye açıklar, “çünkü bütün sermayen çocukluğundur. “ Çocukluk dönemi sanatçıların pusulasıdır aynı zamanda. Geçmişine ve çocukluğuna delicesine bağlı olduğunu söyleyen Carlos Saura’nın filmlerinin malzemelerinin büyük çoğunluğu buradan kaynaklanır. Ünlü yönetmen, “Ben, kendi deneyimime dayanarak, çocukluğun insanın en mutlu dönemi olduğu fikrine katılmıyorum,” deyip sürdürür; “tam tersine, bence, çocukluk, her şey bir yana, tamamen büyüklerin yönetiminde olduğu, korkularla dolu geçtiği için yaşamımızın en güvensiz bölümüdür. Ve bütün bunlar hiç silinmeyecek izler bırakır.” Silinmeyen izler sanatçıya da okura da yeniden, defalarca kurgulanmaya açık temel işaretler verir. Pusulanın ibresi her zaman belirlenimciliğe dayanan kanaatleri göstermez elbette. Ama şu genelleme pek çok eserde karşımıza çıkar: çocuklar, yani yetişkinlerin kurduğu bozuk düzende ondan etkilenen yavaş yavaş ya da hızla bozulan masumiyetin yitirilişi.
Yazar bir çocuk karakter yaratırken yaşadığı ve geçirdiği bir dönemin izlerinden yararlanacaktır kuşkusuz. Henüz yaşamadığı ileriki yaşlarda bir karakter yaratmaya göre elinde yaşanmışlığın getirdiği bir üstünlük vardır. Aslında bu üstünlük yazarın gözlem ve karakterin iç dünyasına girebilme gücüdür. Öykü ve romanlarında çocuk karakterleri çok sık kullanan Mişima, sıklıkla çocukluğun ürkütücü doğasına eğilir. Ergenliğe yeni adım atmış oğlanların toplumca kabul edilmeyen davranışlarını işler. Pek çok eleştirmen bunu Mişima’nın çocukluğuna bağlama eğilimindedir. Otobiyografik verilerden yola çıkarak eseri çözümlemek, işte bu eleştirinin geniş coğrafyasında sadece bir noktadır. Mişima, Bereket Denizi Dörtlemesi’nde, Denizini Yitiren Denizci romanında, Sigara öyküsünde çocukluğa vurgu yapar. Denizini Yitiren Denizci’nin on üç yaşındaki Noboru adlı karakteri, arkadaşı Şef ve kurdukları çetenin diğer dört üyesi yetişkinlerin yanında onların görmek istedikleri gibi davranırlar ama bir aradayken içlerindeki karanlık boşluğu cinayet işleyerek doldurmaya çalışırlar. Yetişkinlere isyanın yollarından biridir bu. Ne var ki, ona boyun eğmemek için yaptıkları eylemler dizisi kendileri için aynı zamanda erkek olmanın kanıtıdır. Noboru’nun cinsel arzularını fark eden annesi onunla konuşmaya başladığında Mişima muazzam bir anlatı örer. Bir yerinde şöyle der:“Onu eğitmeye başlıyorlardı demek. O korkunç, o yıkıcı eğitim başlıyordu demek. On dört yaşına girmek üzere olan bir çocuğu büyümeye zorlamak. Olgunluk, ya da Şef’in deyimiyle çürümeye zorlamak.”(s.122)
James Joyce’un Sanatçının Genç Bir Adam Olarak Portresi kitabıyla Nicos Kazancakis’in El Greko’ya Mektuplar kitabı yetişkinliğe doğru koşan çocukluğu, üzerindeki baskı unsurlarıyla anlatır. Kazancakis, Mektuplar’ı dört temel üzerine kuruyor: İsa, Buddha, Lenin ve Odysseus. Kişinin olgun bir erkek olma hedefine ulaşmak için sırasıyla bu dört kutsal simge içinden geçmesi buyrulur. Portre’de ise Mektuplar’daki gibi dört temel aşamadan geçirdikten sonra karakteri Stephen’e sanatçı olmanın olgunluğuna eriştiriyor Joyce. Kazancakis, “Öz çocuklarını yiyen, dudakları, sakalları ve tırnaklarından kan damlayan kalpsiz Baba’yla”(s. 15) mücadelesini vurguluyor Mektuplar’da. “…insan yiyici bir canavar”(s. 13) “… bizi yemeni istemiyoruz, Baba,”( s.15) diyerek haykırıyor. Portre’de de Joyce aynı nitelemeyi İrlanda için yapıyor. “İrlanda nedir, biliyor musun?” diye soruyor Stephen arkadaşı Stevie’e, “İrlanda kendi yavrularını yiyen o kocamış dişi domuzdur.”(s. 220).
Öykülerinde çocuklarla yetişkinlerin arasındaki ilişkiyi çarpıcı gerilimlerle işleyen yazarlar deyince hemen aklıma Alice Munro, John Cheever, Salinger, Roald Dahl gelir. Genç yazarlardan David Vann’ın Bir İntihar Efsanesi adlı öykü kitabında da çocuklarını yavaş yavaş öğüten ana babalar anlatılır. Orwel’ın1984’ünde umutsuz bir geleceğin ellerine teslim edildiği çocuklar gibi.
0 yorum:
Yorum Gönder