Dostumuz Yaşamasız, Kömürümüz Kara (Ahmet BÜKE)

Saatler geçmiyor. Dedemlerim terasında dolanıp duruyorum. Hava ışıyacak güya. Kargalar karşı çınarların çıplak karnında didişip duruyorlar. Güneş açacak. Güya! Oysa gelen yağmur işte.

Bana kızacak kesin, diyorum içimden.

“Konuşmak için beni buraya çağırman şart mıydı?” diyecek. Kesin!

“Hava buz gibi, paltom da eskidi artık.” Bunları da bir ihtimal diyecek.

Ama eminim, “Burası şart mıydı?” zılgıtını çekecek. Okuduklarım beni şimdiye kadar hiç yanıltmadı. Huysuz ama esirgeyen birisi o. Tıpkı dedem gibi.

“Deden mi?”

Bunu ona söylemeyeceğim elbette.

Sonunda Ege Ekspresi’nin sesi duyuluyor. Kara dumanlar, karakargalar ve kara kıvılcımlar çıkıyor. Uzun uzun çığlık atıyor marşandiz.

“Ben çıktım,” diyorum.

Nenem arkamdan sesleniyor.

“Kıymalı pişi yapıyorum. Misafiri de getir.”

Hah, buldun sen gelecek adamı! Hayatta istemez habersiz misafirlik. Ben bilmem mi Vüs’at Abiyi. Bilirim. Okudum bütün öykülerini. Romanın arkasına saklanabilir yazarlar. Trençkotla siste yürüyen insanlar gibi. Vücut kıvrımlarını göremezsiniz. Sadece gittiği yönü anlayabilirsiniz yazarın. Ama öykü öyle değil işte. En sevdiğiniz öyküyü usul usul yeniden okuyun. Yazarı sizden gözlerini kaçırmaya uğraşacaktır. Ama nafiledir bu da. Bir sarraf tartısı gibi anlarsınız onun kıymetini.

Dedemlerin evi Gara çok yakın Allah’tan. Koşarak iki dakikaya tantanların oraya varıyor insan. Tantan deyince Cevat Abi’yi anmadan olmaz. Yüz yıldır tren yoluna çıkan hemzemin geçidi açıp kapıyor. Dedem “Ölünce, Tren Yolları mezarını oraya kazacak bunun,” diyor. Hiç dişi yok. Arada nohut ekmeği götürüyorum ona. Gülüyor.

Yanından geçerken yine güldü.

Nefes nefese Gara giriyorum.

Aha işte karşımda, gri paltosu ve aynı renk atkısıyla –hep uyumlu giyinir- sigarasını yakmış.

Vüs’at Bener!

“Abi hoş geldin.”

Sigarasından derin bir nefes alıyor. Etrafına bakıyor. Evet, hazırlandı işte.

“Evlat, burası neresi?”

“Akhisar Garı, abi.”

“Konuşmak için beni buraya çağırman illa şart mıydı çocuğum.”

Evet, işte bu!

“Üstelik kış kıyamet. Yağmuru da hiç sevmem. Hele böyle sinsi, için içini yağanı. Kasabaları alır içine bırakmaz günlerce. Bak paltom da rahmetlik benim gibi.”

Gülümsüyor burada. Biliyorum ben bu işi. Geçti işte huysuzluğu.

“Hem trenleri sevdiğimi nereden çıkardın da İzmir bileti aldın bana.”

Dikdörtgen yeşil biletini uzatıyor: Ankara-İzmir (Basmane). Ortasında iki simetrik delik. Kontrol edilmiş özenle.

“Kondüktör iyi adamdı Allah’tan. Yemekli vagona geçtik. İki tek attık. Gizli gizli yudumladı benim kadehten.”

Demek rakısını paylaşmış. Sarılıp öpsem yanaklarından o olacak!

“Ne tesadüf biliyor musun edebiyata çok meraklı çıktı. Tiyatroya da ha keza. Benim oyunumu okumuş. Ihlamur Ağacı’nı. ‘Neden daha çok yazmadın abi,’ deyip durdu. Sonra Oğuz Atay’ı sordu bana. Oğuz, Beckett’in oyununu, Godot’u Beklerken’i çeviriyordu aynı yıl. 962. Dile kolay evlat.”

“Ee abi?”

“Bulamıyormuş o çevirinin ilk baskısını. Bazı insanlarda var bu hastalık. İlk baskıları toplayacaklar illa. Sen ömrünü Ankara-İzmir arasında sidik kokan kompartımanlar arasında geçir. Jandarma mevcutlu katiller, evden kaçan kızlar, ölmeye giden yaşlılar, umutsuz memurlar ama mutlu kasaba esnafları arasında bilet kes dur. Sonra da akşam olsun. Marşandizler sussun. Basmane’deki tek o oda lojmanına gir. Çingen pilavı, altınbaş. Biraz kendine gelince tahta sandığını aç, ilk baskı kitaplarını divana dizip izle onları. Vay be!”

“Vay be,” dedim ben de heyecanla.

“Abi, şu anda öykü yazdın.”

Güldü. Elini salladı, “Bizden geçti,” dercesine.

Serkisof marka büyük duvar saatinin altına oturduk. Yolcu salonu boş gibiydi. Eşyalarıyla hep aynı yerde yüzü duvara dönük uzanan deli teyze ve uyuklayan bir iki lise talebesi vardı içeride. Ekşi yoğurt, ekşi yol kokuyordu ortalık.

Sigara yaktı. Subay marka.

“Abi, eski asker olduğun için mi bunu içiyorsun?” dedim.

“ Yok. Hiç de sevmem. Ama başka sigara bulunmuyor bizim orada.”

Simitçi girdi tablasıyla içeriye. Naylon çekmiş üzerine. Ses etmeye mecali yok.

“Bir sigara abi,” dedi.

Uzattı Vüs’at Abi. Subay marka paketten çekti kendine bir tane. Gitti uzağımıza oturdu.

“Sen,” dedi. “Hiç tiyatro sever birine benzemiyorsun.”

“Pek izlemiyorum doğrusu abi,” dedim.

“Ne olacak böyle?” dedi.

“Öyküye de aynısı olur mu sence abi,” dedim.

Hışımla döndü bana. Öksürdü önce.

“Vay beyimiz korkuyor mu? Öykü de giderek okunmazsa ne olur diyorsun öyle mi? Bence kork! Yaşarken insanın işine yarayacak en güçlü his korkmak çünkü. Korkarsan hele de buna onsuz ne yaparım, endişesi eklenirse işte o zaman bir umudun vardır.”

Tam burada sigarasını aniden yere attı ve iki elini yumruk yapıp sıktı.

“Korkarsan deli gibi sarılırsın hayata. Kaybetmemek için daha çok seversin. Sevdikçe için ona geçer. Lehimler seni hayat… Eğer öykü bitecek diye korkarsan daha çok yazarsın. Geceleri uyanıp ter içinde düşünürsün. Öykünün ham halini biliyorsun değil mi?”

Sakinlemişti. Gülümsedi.

“Hiç dalga dubara yapma bana. Biliyorum sen de yazıyorsun. Kilden ama daha kurumamış balçıktır ya o. Böyle kızıl destiler içinde gelir. Kulağını dayarsın içinde insanlar, kediler, rüzgâr kokusu ve kadınların etek sesleri falan vardır. Daha da vardır da kamaşır durur işte o henüz olmamış hal. Kanlı ama hücreleri daha bölünüyordur. İşte o ham hali nasıl korkutur insanı değil mi? Ama yine de kaçamazsın ondan.”

Deli teyzeye baktı.

“Böyle işte bu işler. Korkmak iyidir evlat. Bol bol kork sen.”

Güldü.

“Abi,” dedim. “Anneniz Mediha Hanım, en çok ‘Kömür’ öykünüzü severmiş. Öyle mi?”

Daldı gitti.

Benim annem en çok hangi öykümü sever acaba. Ben ölmeden sorsam mı acaba?

Vüs’at Abiyi bir sonraki trene bindirdim.

“Benim iş 2046 filmine benzemesin evlat,” dedi.

Vay be! Öykücü dediğin böyle olur işte. Nerede olursa olsun güzel filmleri, oyunları izler.

0 yorum:

Yorum Gönder