Dava biçimi ve mahkeme düzeninin kendine has bir gizemi vardır. Dikkatlice hesaplanıp sıradüzenine sokulmuş mekânsal düzenlenişiyle, onun içerisine dağıtılmış soğuk yüzlü hukuk figürleriyle ve aşırı şekilde ritüelleştirilmiş boğucu usûlleriyle, yasanın temsil edildiği teatral bir sahneyi andırır. Üstelik bu, hakikat üzerindeki benzersiz hak iddiasıyla kendini diğerlerinden mutlak bir şekilde ayırmayı başaran, nevi şahsına münhasır bir sahnenin adıdır. Mahkeme: bir hakikat mekânı. Dava: bir hakikat oyunu. Hüküm: bir hakikat ilâmı. Oyunu kurallara uygun şekilde oynamak, gösterinin hakkını vermek gerekecektir. Gösterinin hakkının verilip verilmediğini tayin edecek olan şeyse, davanın, gizli kalmış bir hakikati gün yüzüne çıkarmış olarak değil, kendi hükmünü doğrulatacak bir hakikat söylemi üretmiş olarak son bulmasıdır. Aksi hâlde, dava tamamlanmış sayılmaz ―temyiz biraz da bunun için vardır. Ya adalet? Şimdi işler daha da karışıyor: Dava, hakikat-adalet-yasa üçlüsünün birbirine dolandığı muğlâk mecradır çünkü. Oysa hükmü onaylayacak bir hakikat söylemi üretmiş olmak, adaletin tesis edilmesiyle aynı şey demek değildir. Yasa derseniz; adalet istencinin yasaya indirgenemeyeceğini ve onun tarafından tüketilemeyeceğini hiçbir şeyden değilse bile, deneyimden biliyoruz. Bütün bunlara rağmen, mahkeme, adalet sorununun ortaya atıldığı ve bir çözüme bağlandığı yer olma iddiasından vazgeçmez ―adalet mi istiyorsunuz, dava edin, gereken orada yapılacaktır! Bunun, hakikaten bir oyunsa bile, oldukça müteyakkız kalmayı gerektiren tekinsiz bir oyun olduğunu kabul etmeliyiz.
Hukuk ve Oyun
Aslında, spesifik olarak dava ve mahkeme biçiminin yanı sıra, genel anlamda yasa ve hukuku da "oyun" nosyonuyla ilişkilendiren belirli bir düşünce hattı mevcuttur. Örneğin, Alexander Passerin d'Entrèves, Devlet Kavramı adlı kitabında, emir kipinde buyrulmuş bir yasa kavrayışı yerine; "dayatılmış" olmaktan çok "kabul edilmiş" olan, yani "emirler"den çok "direktifler"den mürekkep olan, "yaptırımları" bir egemenin güç uygulamasına bağlanmamış, onun tasarrufuna terk edilmemiş olan bir yasa kavrayışının varlığından/imkânından bahseder. Tıpkı bir oyunda olduğu gibi: Bir oyunun kurallarına riayet ediyorsam eğer, bunun nedeni söz konusu kuralların şu veya bu şekilde bana dayatılmış olması değil, benim tarafımdan "geçerli" kabul edilmiş olmasıdır. (s.129-130) Hannah Arendt, Şiddet Üzerine kitabında, d'Entrèves'nin çözümlemesini biraz daha ileri götürmeyi teklif eder: Bir oyunun içerisinde onun kurallarına riayet ediyor olmam, aksi durumda oyuna giremeyecek olduğumu kabul ettiğimi gösterir. Öyleyse: "Kabul etmemdeki saik, oynama isteğimdir". Arendt'e göre, oyunun kurallarını değiştirmek elbette mümkündür, ki devrimcilerin yapmayı vadettiği şeydir bu. Ayrıca oyunun kurallarını reddetmeksizin kendi tekilliği adına istisna talep etmek de mümkündür, ki suçluların yaptığı da bundan ibarettir. Lâkin bir ilke olarak kuralı veya oyunu yadsımak, insan topluluğuna dâhil olmayı reddetmekten başka bir anlama gelmez. (s. 103-104)Ancak şunu belirtelim ki hukuk ile oyun arasındaki yakınlığı belki de en dikkat çekici şekilde ele alan kişi Johan Huizinga olmuştur. Huizinga, Homo Ludens: Oyunun Toplumsal İşlevi Üzerine Bir Deneme isimli çalışmasında davaların giderek bir müsabakaya indirgenip yozlaştığını öne süren görüşün aksine, belirli kurallara tabi kılınmış ve belirli biçimler altında cereyan eden bir nevi müsabaka/oyun olarak davanın kadim bir form olduğunu söyler. Örneğin İlyada'da (Bölüm XVIII) betimlenen duruşmada bunu görmek mümkündür: Davalar, etrafı çevrilerek gündelik/profan dünyanın dışına çıkarılmış bir alanda, bir "kutsal daire"nin (hieros kuklos) içinde görülmektedir. Huizinga şöyle der: "Burası gerçek bir sihirli çember, insanlar arasındaki alışılmış mertebe farklarının bir süre için askıya alındığı serbest bir alandır". Bu, bir oyun olarak davayı mümkün hâle getiren şeydir ―olağan hayatın dışında, askıda bırakılmış bir alanın yaratılması. Huizinga, benzer bir eğilimi, yargıçların cübbe giyme veya peruka takma geleneğinde de görür. Perukanın işlevi, ilkel topluluklarda dans maskelerinin işlevi neyse ona benzemektedir: "Perukayı takan 'başka bir varlık' hâline gelmektedir". Burada adalet, kendini üç veçhe altında gösteren bir oyun/dava şeklinde zuhur eder: talih oyunu, yarış oyunu, sözel atışma oyunu. Ezcümle: Dava, şu veya bu şekilde güçlerin sınandığı bir oyundur. (s. 106-119)
Michel Foucault, az çok benzer bir şekilde, burada söz konusu olanın savaşın ritüel, türevsel, teatral bir devamından, yani bir tür güç sınamasından ibaret olduğunu ve bu hâliyle sınamanın, güçten hukuka geçmeyi sağlayan bir shifter gibi hizmet gördüğünü söylerdi. (1) Fakat Huizinga'dan farklı olarak Foucault, güç sınaması şeklinde tezahür eden bu eski formun aksine, mevcut hâliyle dava biçimi ve mahkeme düzenini tayin eden şeyin, yalnızca hakikate değil, aynı zamanda infaz gücü ve yetkisine de sahip bir üçüncü tarafın, davalı ve davacı tarafların üzerinde yükselmesi olduğunu da söylerdi. (2) Böyle bakıldığında, dava, eşit taraflar arasında cereyan eden bir oyun olmaktan çok, bir güç darbesiyle saptırılmış, yerinden edilmiş, yeniden düzenlenip sıradüzenine sokulmuş bir egemenlik alanı olarak görünmeye başlar. Nitekim bu andan itibaren, bir davaya atfedilen her özel değer aleyhte çalışmaya koyulur. Olağan hayattan koparılmış bir dokunulmaz kutsal çemberden mi bahsettiniz ―bu, derhâl tecrit edici yeni türde bir tahakkümün hizmetine sunulur: Mahkemeler işini yapıyor, bekleyip görelim! Kutsal bir görev yüklenerek başka bir varlık hâline gelmiş yargıçları mı göreve çağırdınız ―onlar, kendilerine atfedilen bu niteliği bir iktidar mevkisine tahvil etmekte gecikmez: Bana yargıçlarımız taraf tutuyor dedirtemezsiniz! Her durumda kesin olan şey, artık davadan salt bir oyun olarak bahsetmenin, en hafif ifadeyle naiflik olacağıdır.
Kendisine mekân bellediği adalet sarayının duruşma salonları ve koridorlarında, Honoré Daumier, oyunun yerini alan riyakârlığı kayda geçip hicvetmekte duraksamamıştır örneğin.(3) 19. yüzyıl ortalarından günümüze kalan sahnelerden birinde, bir avukatı, bir müvekkillik talebini geri çeviriyorken görüyoruz: Davayı üstlenmesinin mümkün olmadığını söylüyor. Çünkü en önemli kanıttan yoksunsunuz diyor ―ücretimi ödeyebileceğinize dair bir kanıttan! Bir başkasında ise, davalarını kaybetmiş olan dul bir kadın ve çocuğunun, avukatları tarafından nasıl "teskin edildiğini" görüyoruz. Şöyle diyor: Evet, belki davayı kaybetmiş olabilirsiniz, fakat hiç değilse benim savunmamı dinleme keyfine nail oldunuz!
Kafka’nın Davası
Franz Kafka, eleştiriyi daha da derinlere çekmek gerektiğini biliyordu. Davayı bir hakikat soruşturması olarak resmetmek veya onu adaletin ayrıcalıklı bir uğrağı olarak methetmek aklından bir an olsun geçmemişti. Ve işte, suçunu bir türlü öğrenememiş olmasına karşın hukuksal makineye yakasını bütünüyle kaptırmış olan Joseph K'nın tedirgin edici hayatında (Dava), hukuk bir anda en saf ve en tekinsiz hâliyle karşımıza dikilecekti: salt bir dava biçiminde, yani duruşmadan ve yargılamadan ibaret olarak. Giorgio Agamben, hukukun özünü oluşturan şeyin, yani hakikatten ve adaletten bağımsız olarak hukukun yalnızca yargı/hüküm peşinde olması gerçeğinin, Kafka tarafından bütün çıplaklığıyla görüldüğünün bir kanıtı olarak Dava'yı gösterir. Nitekim dava, üzerindeki cinler kovulur kovulmaz, hukukun mutlak temelsizliğini, yani bir güç darbesinden ibaret olduğu gerçeğini açık eden şeye dönüşmeye başlar. Kafka'nın işaretlerini, Walter Benjamin'in şiddet ile hukuk arasındaki mahrem bağı gösteren çalışmasıyla yeniden düşünen Agamben,(4) oyun nosyonunu parıltılı bir tersine çevirmeyle geri çağırır: Eğer hukukun oyunla bir ilgisi olduğu ileri sürülüyorsa, bu ancak hukukun şiddetle olan bağı kesildiğinde, yani hukuk, gücü ve uygulaması olmayan bir şeye dönüştüğünde zuhur edecek olan şeydir ―ve ancak o zaman, hukukun adaletle ilişkilendiğinden söz edilebilecektir: "Bir gün insanlık hukukla oynayacaktır, çocukların kullanılmayan nesnelerle oynadıkları gibi, o nesnelere kuralların öngördüğü kullanımlarını yeniden kazandırmak için değil, onları böyle bir kullanımdan kesin olarak kurtarmak için".(5) Nasıl ki oyun, "kutsalın tamamıyla uygunsuz ve yersiz bir kullanımı (ya da daha ziyade yeniden kullanımı)" yoluyla, kendinden çekilip alınmış olanı yeniden ait olduğu yere, profan olana iade ediyorsa öyle.(6) Yeniden Kafka'ya, onun "Yeni Avukat"ına geri dönen Agamben, artık uygulanmayan, yalnızca üzerinde çalışılan hukukun, belki de adalete doğru geçit açan şeye dönüşebileceğini söyler.Cinleri kovmanın çok daha "basit" yolları olduğunu düşünenler de vardır elbet. Jacques Vergès, savunulamazları savunan bu meşhur ceza avukatı, “Savunma Saldırıyor” başlıklı çalışmasında, "kopuş" stratejisi olarak adlandırdığı dava tekniğini, "uyum" stratejisinin karşısına çıkararak "adaletin gizli mekanizmalarına ışık tutmak" ister. Aslında ayrım karmaşık değildir: Uyum davaları, savunmanın hukuk ve mahkeme düzenini kabullenip bunun içerisinden konuştuğu anda başlar. Kopuş davaları ise masayı devirmek demektir ―savunma kendine dayatılan hukuksal düzeni reddeder ve davayı mahkeme salonundan çıkarıp ait olduğu yere, siyasal çekişmenin alanına sürükler. Yine de, aralarındaki bariz yakınsamaya rağmen, uyum davalarının adi suç davalarına, kopuş davalarının ise siyasi davalara karşılık geldiği söylenemez: Bir siyasi dava uyumla ayartılabileceği gibi, bir adi suç davası da pekâlâ kopuşla aydınlanabilir. Öyleyse: "Bir dava, kaderin kurduğu bir tuzak değildir. Bütün gelişimi, sanığın seçimine bağlıdır. Başka yerde bir insanın eline, bir araya gelmiş bu kadar gücü yenmek için bu kadar şans verilmez. Orada sadece silahlarını atan silahsızdır". (s. 92) Ve nitekim, kopuşun yaptığı şey de, "saf hukuk alanından ayrılıp savunmayı saldırı için, mahkemeyi sokak için terk etme yürekliliğini göstermiş olmasıdır".(s. 85) Vergès, davayı oyunla ilişkilendirmekten geri durmaz, fakat temkini elden bırakmadan: "Bir dava da her savaş gibi aynı zamanda oyuna benzer, ama bir talih oyunu olmayabilir". (s. 72) Çünkü, bahis konusu edilen şey insanlar ve hayatlarıdır: "Oyun, gösteri, teknik? Dava bütün bunlardır, ama oyun bedava değildir, gösterinin tek kaygısı güzellik değildir, teknik kişiliksizleştirilmemiştir, çünkü insanlar tarafından ve insanlar için söz alır". (s. 107)
Ceza adaleti bir sanattır, fakat kuşkusuz ki sanatların en trajik olanı! Nurdan Gürbilek, Expess Dergisi’nin 131. Sayısında yayınlanmış olan heyecan verici bir yazısında, Vergès'in kopuş düşüncesinin hakkına halel getirmeksizin, onu boynuzlarından yakalamayı bildi. Vergès'in "adalet sanatını", sanatın adaletiyle sınayan Gürbilek, Dostoyevski'nin Raskolnikov'una göndermeyle, adaletin çifte sorusuna kulak tıkanamayacağını söyler: Evet, yasanın ardında yatan şiddeti göstermek bir hukuk eleştirisinin koşuludur, ki adalet tartışması buradan başlamalıdır (Vergès bunu başarıyla yapar). Fakat bütün sorun eskisine son verip yeni bir yasa kurucu şiddeti devreye sokmaktan mı ibarettir? Ya neye hakkımız olduğu sorusunun yanıtı? Bu temel adalet sorusu, iptâl edilemez.
Dava'nın muammalarıyla yüzleşmeye hazır mıyız? Önce gözlerinin içerisine bakmamız gerekecek -ürkmeden!
DİPNOTLAR
1) Michel Foucault (2000) "Hakikat ve Hukuksal Biçimler", Büyük Kapatılma, Seçme Yazılar 3, (çev.) Işık Ergüden, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 163-278.
2) Michel Foucault (2000) "Halk Adaleti Üzerine. Maocularla Tartışma", Büyük Kapatılma, Seçme Yazılar 3, (çev.) Işık Ergüden, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 284-316.
3) Honoré Daumier (1989) Lawyers and Justice, New York: Tabard Press.
4) Walter Benjamin (2010) "Şiddetin Eleştirisi Üzerine", Şiddetin Eleştirisi Üzerine, (haz.) Aykut Çelebi, (çev.) Ece Göztepe, İstanbul: Metis Yayınları, 19-42.
5) Giorgio Agamben (2006) İstisna Hâli, (çev.) Kemal Atakay, İstanbul: Otonom Yayıncılık, 78.
6) Giorgio Agamben (2011) Dünyevileştirmeler, (çev.) Betül Parlak, İstanbul: Monokl Yayınları, 129-130.
0 yorum:
Yorum Gönder