Suçun Ritüelle Paylaştırılması (İlker AKÇASOY)

Ceza avukatı Jacques Vergès’in “Savunma Saldırıyor” isimli kitabındaki kısa biyografisinde dahi vurgulanmadan geçilemeyen, onunla bütünleşmiş meşhur bir sözü var: “Her suç topluma sorulmuş bir sorudur.” Ona göre hukuk sanatı ve sanatçısı tam olarak bu sorunun merkezine yerleşmelidir. Ancak hukuk sanatçısı bunu yaparken, özellikle “masumun suçlu, suçlunun masum” olduğu davalarda, yargılama düzenini yıkan ve davayı “kopuş davası” haline getirebilecek bir strateji devreye koymalıdır. Çünkü kopuşu seçen “oyunun” hakimi olacak, oyunun oynandığı “masayı devirecek” ve davayı ait olduğu alana götürerek “adaleti” tesis etme çabasına girecektir.

Bu çabanın önemini belirten Nurdan Gürbilek, Express Dergisi’nin 131. sayısındaki “Suç ve Ceza” başlıklı yazısında, “12 Eylül davasında Kenan Evren’in savunmasını Vergès yapsaydı” diye başlayarak kopuş stratejisine iki önemli eleştiri getirmiştir: Kenan Evren’in savunmasının kopuş stratejisi ile oluşturulmasında doğrudan açığa çıkabilecek, “suç ortaklığını açığa çıkarayım derken suçu [topluma] paylaştırarak önemsizleştirmek” ve “hukukun ardındaki çıkarı açığa çıkartayım derken adalet fikrine tutunacak dal bırakmamak” gibi iki tehlike söz konusudur. Bu tehlikenin zemin taşlarını yerleştiren şey ise, müvekkili nedeniyle savunma makamının davanın bir parçası olmasıdır. Dolayısıyla, Vergès’in “suç topluma sorulmuş sorudur” önermesiyle birlikte işletilen bir kopuş stratejisi, 12 Eylül davasına uyarlandığında, Gürbilek’in de altını çizdiği üzere “toplumun yüzde 92’si ne kadar suçluysa Kenan Evren de o kadar suçludur” ifadesinde vücut bulabilecek ve ortaya sadece “galibin adaleti” çıkacaktır.

Burada insanın aklına hemen birkaç soru gelmektedir. Mahkeme, savunma makamının davadaki stratejisinden bağımsız olarak, sadece işleyişi nedeniyle suçu topluma paylaştırabilir mi? Dolayısıyla devletin, Alevi katliamları, Roboski gibi gözler önünde işlediği suçları “topluma paylaştırabilmesinde” ve topluma yöneltilmiş bir soru karşısında toplumun sessizliğe gömülmesiyle birlikte olağanüstü yargılama rejimini olağanlaştırma konusunda mahkemenin nasıl bir rolü vardır?

Adaletsiz Adalet

Bir mücadele alanı olmasının yanı sıra mahkeme, ortada hukuktan söz edilemeyecek durumlarda dahi maddi varlığı nedeniyle, devletle toplum, toplumla kendisi arasındaki mesafeyi yeniden üreten bir işleyiştir. Haluk İnanıcı’nın derlediği “Parçalanmış Adalet” kitabı bu işleyişi gözler önüne sermektedir. Bu işleyişin mahkemeyi bir ritüel biçiminde örgütlemesiyle birlikte, söz konusu mesafeleri, var olan siyasal, toplumsal ve ekonomik düzeni inşa etme ve sürdürme rolü de açığa çıkmaktadır. Örneğin Seyid Rıza’nın yargılanması ve idam edilmesi, toplumda kimlerin kendi varlık nedeni olarak devleti bulması gerektiğinin altını şiddetle çizen bir egemenlik inşasıdır. Her ne kadar söz konusu egemenlik, Seyid Rıza’nın son sözlerinin altında ufalanmış olsa da…

Bu çerçevede mahkemenin sadece maddi varlığının dahi kurucu bir işlevi olduğunun, bu işlevin ise onun bir ritüel olarak örgütlenmesi nedeniyle söz konusu olduğu düşüncesindeyim. Çünkü mahkeme, hakikatinin kaynağı olarak sunduğu hukuktan ayrılsa dahi, ritüel olması nedeniyle adaletin sadece orada vücut bulabileceğini bizzat varlığıyla ifade eder. Bu nedenle mahkemeye dair oyun ya da gösteri tanımlamalarının, sorunu doğru formüle etmediğini, dolayısıyla da yürütülecek mücadelenin alanını işaretlerken yeterli olmadığı kanısındayım. Elbette, bir oyun ya da siyasal gösteri, toplumun bir varlık nedeni olarak devleti kutsayabilir. Hatta bunu yaparken, toplumun seyirciliğini, iktidarı kuran bir güce de dönüştürebilir. Ya da tarafların güç savaşını tarihselliğinden koparıp, bir “anın” içinde iktidarı kurabilmeyi de başarabilir. Ancak, bir oyun veya gösteride suça karşı hakikatin çağrılması, seyircilerin gözleri önünde olup biter. Marc Abeles’in Devletin Antropolojisi kitabında söylediği gibi, seyircilerin oyunu ya da gösteriyi beğenmemesi durumunda ıslıkla ya da yuhalayarak oyunu ya da gösteriyi iptal etmesi söz konusu olabilir. Öyleyse, her gün adaletsizliğinden yakındığımız mahkemeyi neden iptal edemediğimizi açıklamamız gerekir.

Dikkat edecek olursak, bir oyun veya gösterinin amacı, toplumun varlık nedenlerine saldırabilme ihtimalini bizlere sunabilecekken mahkeme, bu nedenleri her defasında yeniden üretmeye odaklanmıştır. Mahkemenin bünyesinde taşıdığı zaman, gündelik zamanın kıyısında ve ondan farklılaşmıştır. Bir ritüel olarak mahkemenin ürettiği nihai sonuç toplumun varlık nedeninin ya da nedenlerinin kutsanması ve bu nedenlerin toplumsal, siyasal bozulmanın dışında tutulması çabasıdır. Sadece bunlar da değil, aktörlerin tütsülenmiş halleri, tekrarlanan davranışlar, semboller, katı yasaklar ve en önemlisi tüm bunların toplumla devlet arasındaki mesafeye yerleşmesi nedeniyle topluma her şey yolunda mesajının verilmesi, bir oyun ya da gösterinin gücünü aşan, ancak kurucu bir niteliğe sahip ritüel aracılığıyla mümkün olabilir.

Bu nedenledir ki, gözler önünde cereyan eden ve failin bizzat devlet olduğu Hrant Dink cinayeti ya da Alevilere, Kürtlere yönelen katliamlar hakkındaki davalarda, toplumun kendi varlık nedenini bulduğu devletin, mahkemelerin “Türk Milleti” adına verdiği kararlarla geçmişin ve “şimdi”nin nasıl yeniden üretildiği ve nasıl korunduğu sorularına, oyun veya teatral bir gösteri değerlendirmesiyle verilecek cevap naif kalacaktır. Devletin toplumsal sistemi inşa edişini ya da koruyuşunu gözden kaçırabilecektir.

Hiçbir aklın ve mantığın kabul edemeyeceği delillerle insanların hayatlarına el konulurken “galibin adaletini” yuhalamak ise yıkıcı ve inşa edici bir anlam ifade etmiyor. Suç, toplumun hiç değilse bir kısmına sorulmuş, cevabı belli olan bir soru haline getiriliyor. Evet, ortada bir güç mücadelesi sahneleniyor, ancak bu oyun bir türlü iptal edilemiyor. Dolayısıyla bugün ÇHD’li avukatların ya da KCK tutuklularının başına gelen cadı avı, ensemizde tılsımlı, soğuk bir nefes olarak varlığını sürdürüyor.

AKP’ye muhalif örgütlenen siyasal tepkilerin dahi terörize edilmesi, hükümetin kendisine muhalif siyaset tarzını “makbulleştirme”, dolayısıyla yargı rejiminin içine çekerek siyaseti siyasetsizleştirme çabasına dönüşüyor. Bunu engellemenin yolu ise sorunun formülasyonuyla doğrudan alakalı bulunuyor. Bu nedenle mahkemeyi devletin toplum, toplumun ise dava ile arasındaki mesafeyi bizzat yaratması beklenen bir ritüel olduğunu hatırda tutan bir mücadele biçimi zorunlu olarak kendisini dayatıyor. Benim önerim, söz konusu ritüelin parçası olmayı reddetmek, dolayısıyla egemenin egemenliğini onaylatma çabasına sessiz bir isyanla cevap vermek, suç iddiasının sahibini iddiasıyla baş başa bırakıp önce mahkeme ile toplum arasındaki mesafeyi yırtmak ve sonrasında devleti, ritüelin içine yerleştiği yerden etmek için adliye önlerini bu mücadelenin alanı haline getirmektir. Toplumun varlık nedeni olarak devletin, ezilenlerin en temel haklarını nasıl tırpanlandığını, onları nasıl katlettiğini, varlık nedeni olarak ileri sürdüğü iddialarını nasıl yok saydığını gizlemesine izin vermememiz gerekiyor. Böylelikle, ezilenlerin isyanının sesinin duyulması için mahkemede hep birlikte sessizliğe gömülerek yürütülen ritüelin bir parçası olmayı reddetmek gerekiyor. Topluma pay edilen suçu, sahibine geri verecek bir kopuş stratejisiyle ve adaleti yok saymadan…

Jacques Vergès (2009) Savunma Saldırıyor, (çev.) Vivet Kanetti, İstanbul: Metis Yayınları.
Haluk İnanıcı (der.) (2011) Parçalanmış Adalet: Türkiye’de Özel Ceza Yargısı, İstanbul: İletişim Yayınları


0 yorum:

Yorum Gönder