Dublin’i boydan boya arşınlayan Liffey nehrinin kıyısındaki SIPTU’nun (Endüstri ve Teknik İşler Hizmet Sendikası’nın) genel merkez binasının yakınında, Birleşik Krallık askerleri tarafından vurularak öldürülen İskoçya doğumlu İrlandalı bağımsızlık savaşçısı ve devrimci işçi sınıfı önderi James Connolly’nin (1868-1916) bir heykeli bulunur. Connolly’nin heykeli altında şu yazar: “Emeğin nedeni İrlanda’nın nedenidir, İrlanda’nın nedeni emeğin nedenidir.” Bu heykelin biraz ilerisinde Gümrük Binası İskelesi’ne doğru “Kıtlık Anıtı” bulunur. “Kıtlık Anıtı” bir dizi heykelciğin oluşturduğu kompozisyondan ibarettir: Kadınlar, çocuklar, yaşlılar, yoksullar, köpekler hep birliktedirler. Onlar aslında İrlandalıların Manchester’daki fabrikalardan, Cardiff’teki madenlerden, New York’taki umut arayışlarından Dublin’e düşen kıtlık damlalarını temsil etmektedirler. Connolly Heykeli ve “Kıtlık Anıtı” içimizdeki İrlandalıları anlamak ve Dublinlilerin hikâyelerini anlamlandırmak için iyi bir başlangıç olmalı.
James Joyce (1882-1941) Dublinliler’de (1914) bu başlangıcı ıskalamaz. Çünkü böyle bir başlangıç olmadan bir kent, Dublin ve o kentin insanları, Dublinliler nasıl hikâye edilebilir? Bir başka ifade ile böyle bir başlangıç olmadan bir kent ya da bir kentin insanları ne kadar nev-i şahsına münhasır olabilir? Sanırım Joyce bu sorulara bir modernist olarak daha en başta cevap vermiş olmalı: Zamana ve mekâna yerleşen insanlık halleri, özgünlüğün ve otantikliğin kendisidir, diye düşünmüş olmalı. Tıpkı ilk modernistlerden Leibniz gibi.
O halde birkaç tarihsel gerçeği hatırlatarak Dublinliler’deki hikâyelere odaklanmak en iyisi gibi. Birleşik Krallık, özellikle 17. yüzyıldan sonra kıta Avrupası ile giderek acımasızlaşan bir ekonomik yarışa girmişti. 18. ve 19. yüzyıl boyunca Birleşik Krallık ile kıta Avrupası arasındaki bu yarış, tüm dünyanın tarihi, coğrafi, toplumsal dokusunu dönüştürmeye başlamıştı. Nitekim İrlanda da bundan nasibini aldı. Çünkü Birleşik Krallık’ın bu yarışta başarılı olması, İrlanda gibi yakın sömürgelerine ve ucuz emek-gücü kaynaklarına bağlıydı. İngiltere’deki büyük sanayi kuruluşlarındaki ucuz işçi sınıfı kitlesine bakıldığında ne kastetmeye çalıştığım kolayca anlaşılabilir. Kolayca anlaşılabilecek bir başka gerçek ise, hem emek hareketleri için hem de İrlanda’nın ulusal kurtuluş hareketleri için söz konusu yoksulluğun belirleyici bir faktör olduğudur. İşte bu gerçekler tüm İrlanda yazınını etkiler. Joyce’un hikâyelerinde de benzer şekilde bu gerçekliklerin etkisi vardır.
Joyce’un hikâyelerinde görünenle yetinmek, yukarıda ifade edilen gerçeklikleri damıtan bir anlayışı iptal etmek olur. Belki günümüz edebiyat dünyası bunu hemen kabul edebilir ama Dublinliler’in satırları arasına sıkışan hayatların kasvetli ama bir o kadar da kanlı canlılığını bilen okur, görünenle yetinmeyi asla kabul etmez. Birçok Joyce okuru ya da edebiyatçı onun çalışmalarında büyük harflerle tartışılagelen toplumsal ve kültürel konuları göremeyince, hemencecik Joyce’un “sıradan insanların hikâyelerine” odaklandığını ifade eder. Anlatımındaki yerel tematiğe, benzer konular etrafında dönen serüvenlere, metnin akışındaki çağrışımsal zenginliğe, anlatıların art arda gelmesiyle oluşan romansı havaya ya da biyografik düzenlenmeye dikkat çeker. Sonra da Joyce’un edebiyat anlatısına kazandırdıklarını hesaplar, dökümünü yapar. Oysa ortada duran şey elbette bunlardan ibaret değildir. Çünkü edebiyat çoğu zaman, ama Joyce gibi biri her zaman daha fazlasıyla ilgilenir.
Joyce’un daha fazlası nedir? Daha fazlası anlatılmadan kalan Dublin’in diğer mekânlarındaki olaylardır. Daha fazlası işaret edilemeyen, zapta geçirilmeyen auradır, gerçektir ve hakkı yenirse kötürüm kalacak hayattır. Bu yüzden Dublinliler’den sonra gelen bütün çalışmalarında da Joyce, sıkılmadan ve usanmadan Dublin’i ve Dublinlileri anlatmaya devam eder.
Joyce bu tutumunda haklıdır, çünkü İrlanda nüfusunun (5 milyon civarı) 3-4 katı İrlanda toprakları dışında yaşamaktadır. Yani İrlandalıların onca deneyimi mevcut yaşayan Dublin’e rağmen her zaman melankolik, nostaljik ve dramatik bir öğe olarak varlığını dışarıda korumaktadır. İrlanda edebiyatının çözmesi gereken empati düzeyi, işte bu dışarıya çıkmış ya da çıkarılmış olanlarla içeride kalmış ya da bırakılmış olanların empati düzeyinde bile olsa ortaklıklarının yaşatılmasıdır. Bu durumun kendisi bile, Joyce’un hikâyelerinin neden görünmeyeni görünür kılmak için bir başlangıç olduğunu, sokak sokak Dublin haritasına sadakat gösteren hikâyeler kurduğunu anlamamıza yardımcı olabilir. Bir başka ifade ile Mr Duffy için nasıl “Basmakalıp laflar, içtenliksiz duygudaşlık edebiyatları, sıradan ve bayağı bir ölümün ayrıntılarını gizlemek için para yedirilmiş bir muhabirin dikkatli sözleri mide bulandırıyor” (s.120) ise aynı şekilde Joyce için de, Dublin’de tamamen kasvetli bir ortamda gezinmeden neşeli şeylere yüzünü dönmek, aynı derece mide bulandırıyor olmalı. Hani haksız da sayılmaz. Dışarı da içeri de hep aynı yoksullukla terbiye edilmekte, din ile politik ayak oyunları ile idare edilmektedir. Bu yüzden Joyce okurken iki şeyi yapmamak gerekir: Birincisi alışkanlıkların ve gündelikliliğin basmakalıp olduğuna aşırı bel bağlayıp, bu hikâyeler sıradan insanlara odaklanmaktadır demekle yetinmemek, ikincisi her işaretin belirliliğine kanıp, işaretin açık edemediklerini aramaktan vazgeçmek.
Belki bütün bu açıklamalarımızı derleyecek bir iddia ortaya koyabiliriz. Joyce’un Dublinliler’inde kurguladığı bütün hikâyelerin kendi içinde bir bütünlüğü ve birbiri ile karşılıklı bakışımlılığı vardır. Bu yüzden her hikâye biraz monad gibi bir şeye benzemektedir: Hem tikel hem evrensel, hem öznel hem nesnel, hem sıradan hem sıradışı, hem anlaşılır hem anlaşılmaz, hem kendi içine kapanık hem tamamen birbirini tamamlar bir uyum içinde... Joyce’un Dublinliler’indeki hikâyelerin monad benzeri bir yapı olmasını biraz daha somutlayalım. Örneğin James Connolly’i ya da kıtlık yıllarını bilmeden de, Liffey nehrinin kıyısından yürüyerek Temple Bar’a gitmenin ne anlama geldiği hissetmeden de, Cornell caddesinde bir yürüyüşe katılıp, Postane binasının önünde polisle çatışmadan da Dublinlilerin hikâyesi anlaşılabilir ama her mesafenin gerçeklik duygusunu zedeleyeceği unutmamak gerek. Joyce işte bu mesafeyi, gerçeklik duygusunun korunması için ayarlamaya çalışıyor. Mesafe arttıkça acıların, sevinçlerin, her tür deneyimin tamamen soyut olarak kavrandığını bildiği için bir yandan siyah İrlanda birasından bir yandan Flynn, Eveline, Jimmy Doyle, Mooney, Doran, Lenehan, Corley, Chandler, Ignatius Gallaher, Farrington, Duffy, Sinico gibi İrlandalı isimlerden bir yandan da İrlandalıların sanki İrlanda’ya özgü gerginliklermiş gibi yaşadıkları kültürel ve sınıfsal çatışmaları anlatmaktan vazgeçmiyor. Bunlara sığınarak sadece gerçekliği korumaya çalışmıyor, aynı zamanda modernite ile baş edecek bir ortak deneyim ve/ya hafıza alanı yaratmanın yolunu deniyor ve böylece zamanı parçalayan bir yerelliği kurarak modern epik bir anlatıya sıçramaya çalışıyor. Bu yüzden Joyce’un akli fikri Homeros’ta. Bilindiği gibi Joyce, öyle bir Dublin anlatısı kuracağım ki, Dublin birdenbire ortadan kaybolursa benim çalışmam asıl o zaman yazılmış olacak, der.
Aslında Joyce’un bu isteği biraz farklı şekilde de olsa gerçekleşir. Şöyle ki, Homeros’un İlyada ve Odysseia’sını iyi etüt eden Alman asıllı amatör arkeolog Heinrich Schliemann Troya’yı ilk ziyaretinden sonra, Troya hazinesinin yerini doğru tahmin eder. Çünkü çoçukluğundan beri aşkla bağlanarak okuduğu bu eserler, Troya savaşının ve hazinelerin nerede olduğunu tahmin etmesini kolaylaştırır: Önce Pınarbaşı ile Hisarlık Höyüğü’nü inceler, ardından Pınarbaşı’ndaki kayalıkların Homeros’ta okuduğu Akhilleus’un Hektor’u kovaladığı şehre benzemediğini düşünür, Hisarlıktepe’nin ise İlyada destanında anlatılan Troya’ya en benzer yer olduğunu tespit eder. Tepenin büyüklüğü, ovaya hâkimiyeti ve İda Dağı’nın görünümü onu bu inanca sevk eder. Neticede Troya hazinelerini bulmayı başarır (1873). Dolayısıyla Joyce’un tüm çabası sanki Heinrich Schliemann gibi meraklı okura yöneliktir. Bir kenti, Dublin’i ve o kentin sakinlerini, Dublinliler’i her yerde ve her zamanda tanıdık kılmaktır, görünenle yetinmeyen okur için Dublin’i kolayca keşfedilebilir hale getirmektir. “Hayatta yürüdüğümüz yol böyle birçok acılı anıyla döşelidir: eğer hep bu düşüncelere dalıp gidecek olsaydık yaşayanlar arasında işimizi cesaretle yapacak yürekliliği bulamazdık: hepimizin yaşayan ödevleri ve yaşayan sevgileri var ve bunlar, haklı olarak, bizim zorlu çabalarımızı talep ediyor” (212).
0 yorum:
Yorum Gönder