İtiraf etmeliyim. Cengiz Çandar benim için hep Turgut Özal'ın danışmanıydı. Dolayısıyla ultra-milliyetçiydi. Arada Filistin'le ilgili eski bir kitabına ve bazen gazete yazılarına göz atsam da, benim için pek ehemmiyeti olmadı. Ta ki geçtiğimiz aylarda İletişim Yayınlarından çıkan “Mezopotamya Ekspresi” kitabına kadar… Bu kitaptan beklentilerim vardı, çalkantı içindeki Ortadoğu coğrafyasında en nihayetin bu konulara tanıklık ve bir biçimde aktörlük etmiş bir gazeteci kendisiyle mi hesaplaşacaktı?
İlk önce kitabın hakkını teslim edelim. Cengiz Çandar, Orta Doğu'nun 1. Dünya Savaşı sonrası nasıl şekillendiği, 70'li yıllardan günümüze, Filistin ve Kürt Hareketinin gelişim seyrine dair, bize kendi cephesinden çeşitli bilgiler sunuyor. Ayrıca bazı tarihi kimliklere göz atma olanağı elde ediyoruz. Özellikle 1. Dünya Savaşı sonrası coğrafyanın nasıl şekillendiğini bilmek, Ortadoğu coğrafyasında bu gün yürüyen yeniden biçimlenişi anlamak için anahtar rolü oynayabilir. Öte yandan diplomasi denilen insanlıktan uzak dünyanın koridorlarını Çandar'ın aktardığı kadarıyla görme imkânı buluyoruz.
“Ömür” Sözcüğü Etrafında Dönen Bir Kitap
Ömür sözcüğünün birçok kere kullanıldığı bu kitapta ister istemez içtenlik beklentisi oluşuyor. Ya da benim için öyle oldu. Ne de olsa şöyle bir geriye doğru bakarken hangi insanoğlu her şeyi pürüzsüz olduğunu söyleyebilir ki? Demek ki söyleyebilenler olabiliyormuş. “Ömür” birçok kere büyük iddialarla bezenmiş bir biçimde yer alıyor. “Ömrüm Türk-Kürt kardeşliği için çalışmakla geçti” “ömrüm darbeler karşı olmakla geçti” vb. Kitabın ilerleyen sayfalarında (s.301) bu pürüzsüz tarih anlatısının şahikasıyla geçmişte ve bu gün savunduğu savaşları aklarken karşılaşıyoruz. En temelde bakış açısındaki yanlışlığı, burada tarihe determinist açıdan baktığını söyleyerek ele veriyor. Bu gün Suriye örneğinde de gözüktüğü üzere savaşın nedenlerini sorgulamaksızın, olası sonuçlarından hareketle her seferinde niye müdahale etmeyeli mi dayatıyor. Aynı mantık zaman zaman dezenformasyon eşliğinde her türden saldırganlığı meşrulaştırmak için kullanılıyor. Temelde mantık hatası yapıyor, tarihi bir zorunluluklar silsilesi olarak okuyup, insanları nesneleştiren, olup biteni anlamaktan çok kabullenen bir düşünme biçimine bizi hapsediyor.Irak Savaşı örneğine dönecek olursak, “olması gerekiyordu oldu” gibi bir totolojiyi, bize büyük bir bilgelik diye sunabilmesi Cengiz Çandar'ın sanırım asıl yeteneği olsa gerek. Diğer açıklama çabalarını hor görerek kendisinin yanılgı noktalarından biri olarak tespit ettiği Irak Savaşı sonrası açığa çıkan direniş tamda determinist tarih anlayışının saçmalığını gösterir. Acaba artık o gün bombalamalarda 100 kişiden aşağı ölü sayısı varsa haber bile olamayan Irak hakkında ne düşünüyor? Kendisinin de içinde yer aldığı demokrasi havarilerinin ütopyası bu muydu?
Sorularımıza devam edelim. Ömrünü adadığını söylediği davalardan biri olan Filistin meselesini, Filistinliler için bir hapishane hayatına dönüşürken, acaba hemhal olduğu ABD’li yetkililere,”ya arkadaş bu kadarda olmaz!” demiş midir? Diğer ömürlük meselesi Kürt halkına gelelim. Bu konudaki hayalini biraz Özal döneminden beri biliyoruz. Türkiye ve Güney Kürdistan'ın bir biçimde aynı çatı altında yer alması. Bunun yerine neden dört parçanın bir araya geldiği müstakil bir Kürdistan ya da neden Ortadoğu'da bütün halkların birliği ya da neden sınırsız sömürüsüz bir dünya düşlemiyor? Bütün bunlar olamayacağı, reel politiğe uymadığı için mi? Yoksa bölgesel güç olma sevdasındaki sermaye kesimleri pek de ütopyalara yüz vermediği için mi? Yoksa düşündüğü sadece, birbirine zincirli Türk ve Kürtler aynı kapitalizmin bataklığında eşit ölçüde çırpınırken Türk ve Kürt oligarşisinin keyifle onları izlemesi mi?
Hem Türkiye ve Kürdistan ilişkisinde neden acaba Türkiye'nin rolünü sürekli bir hamilik olarak tanımlamaktadır? Yoksa o kendisinin de eleştirdiği, Kürtleri aciz gören milliyetçi bakış açısına bir yerlerden ortak mı oluyor? Yoksa Neo-Osmanlıcılık bir tür ultra milliyetçilik olmasın?
Bir de Sayın Çandar'ın “iflah olmaz darbe karşıtlığı”na gelelim. 12 Martı biraz biliyoruz, işin açıkçası 12 Eylül'de ne yaptığını bilmiyorum. Ama daha sonra kendi sözcükleriyle 12 Eylül'ün organizatör ve sürdürücülerinden olan Turgut Özal'a danışmanlık yaptığını biliyoruz. Vicdanına bir anda ne olmuştur ki bu terör rejimi mesullerinden birinin sevdalısına dönüşmüştür? Şimdi ona çok uzak hatıra gibi gelebilir ama olayın sadece şu kısmına bile baksa sanırım geçmişinden biraz rahatsız olur. Özallı yıllarda gözaltı süresi asgari 15 gündür. DGM savcılıkları isterlerse bu süreleri polisin isteğine göre daha da uzatabiliyorlardı. Gözaltı demek işkenceyle eşitti. Bu işkenceli sorgularda canını veren, sakat kalan yüzlerce insan oldu. Sayılara pekte meraklı olan Sayın Çandar (nitekim ABD’nin Irak müdahalesini meşrulaştırmak için Bush şu kadar öldürdü, Saddam bu kadar öldürdü hesapları yapıyor) isterse bu yıllara ait İHD arşivlerine bir göz atabilir.
Ülkeye “çağ atlatan” Özal bütün bunlara karşı bir şey yapmak yerine “Semra şu kaseti koyda neşemizi bulalım” demeyi tercih etti. Cengiz Çandar'sa Özal'la birlikte” bir koyup, üç almak için masaya Türkmen kartını mı sürelim Kürt kartın mı ?” gibi pekte insanca olmayan bir dille “yüksek” politika senaryoları peşindeydi.
Bu hatırlatma çabalarımın ve sorularımın safça olduğunun farkındayım. Çünkü Çandar birçoğumuzun görürken bile utandığı bir fotoyu (s. 75) sanırım övünç payı çıkarıyor olsa gerek ki kitabına almayı ihmal etmemiş. Tarihin putlarıyla poz vermek acaba hangi “put kırıcıya” yakışıyor?
Kişisel hayatıyla ilgili verdiği ipuçları da yukarıdaki tabloyu doğrular nitelikte. Yani etrafı pek umursamayan şişkin bir ego... Aile tarihinde yer alan büyük büyük dedesi Çandarlı Kara Halil ve Osmanlı İmparatorluğu'nun beş sadrazamını çıkarmış bir sülalenin mensubu olarak biz fanilere sıradanlığımızı bir kez daha anımsatıyor. Ara sıra tanınmış bazı romancılarla kendini karşılaştırarak övünmeyi de ihmal etmiyor. Ve çeşitli konularda zamanında ne kadar isabetli düşündüğünü yenileyip duruyor.
Sanırım ona sorsak böyle bir sülaleden gelen biri tabii ki yine bu gün yaptıklarını yapardı, yani padişahın akıl daneliği. Ama başkalarını suçlasa da kendi tercihinin sonuçlarını yaşıyor, bazı arkadaşları gibi farklı bir yerde bulunup Filistin toprağına düşebilirdi, ya da Türkiye'ye dönüp savaşmayı da seçebilirdi. Ama o ikbalini düzenden yana olmakta buldu.
Son bir soru: mevzumuzla pek alakalı olmasa da, o zamanki PDA' lı yoldaşları emniyette çözüldü, artık karşı tarafla çalışıyor olabilir diye doğru da olabilecek bir varsayıma itimat ederken, acaba ABD'nin önde gelen “demokrasi” ihraç etme sevdalısı kurum ve yetkilileriyle kendisi enseye şaplak kıvamında ilişki geliştirmiş olması sonucu, bu konuda yapılan imalar onu neden rahatsız etmektedir?
0 yorum:
Yorum Gönder