Modern devlet, varoluş nedenini sınırların içinde sağladığı barışta bulur. Onun varlığını anlamlı kılan, şiddetten temizlenmiş bir uzam yaratması ve şiddeti sınırların dışına ötelemiş olmasıdır. El çabukluğu yapıp alışagelmiş yorumlara yaslanarak Thomas Hobbes’u, modern devletin oluşumunun kuramsal müjdeleyicisi olarak yerleştirirsek, Hobbes’un “kurt-insan”ının, modern siyasal yapı olarak devleti inşa etmesi; insanın “kurt”luğundan sıyrılmasıyla, elinde bulundurduğu şiddet tekelini, kendisinin parçası olduğu ama yine de kendisinden aşkın olan varlığa, egemene, devretmesiyle mümkün olur. İkili sürecin, devir ve feragatin, odağında şiddet tekelinin tek elde toplanması bulunur. Modern devlet, böylesi bir sürecin sonucunda zuhur eder ve şiddet tekelinin meşru sahibi olarak, uyruklarının eşitliğini ama aynı zamanda barış içinde bir arada yaşamasını garanti altına alır. “Kurt-insan”, sürecin sonucunda insana dönüşürken, “kurt”luk devletin bünyesinde yaşamaya devam eder: sınırların dışı hala savaşın ve mücadelenin alanıdır.
Şiddet Tekeli
Modern devlete ilişkin Hobbesyen kuramsal şema, olgusal gerçeklikle de çakışır. Devletin oluşumu, şiddet tekelinin el değiştirmesi süreciyle paralellik gösterir. Pieter Spierenburg, Cinayetin Tarihi adlı eserinde bu duruma işaret eder. Ona göre, dünya tarihi açısından üç tekelleşme aşaması gözlenmiştir: İlk olarak yetişkin erkekler, şiddeti tekellerine almışlardır. Daha sonra askeri-tarımcı toplumlarda, seçkin savaşçılar şiddeti tekellerine alarak diğer toplumsal grupları, esas olarak rahipleri ve köylüleri dışlamışlardır. Üçüncü aşamada ise görece özerk seçkin savaşçı grupları, giderek daha geniş örgütlere boyun eğmek zorunda kalmışlardır. Şiddet, bugün, devletler denilen kurumlar çerçevesinde tekelleşmiştir. Bu tekelleşmenin sonuçları istatistiki düzeyde de gözlemlenebilir. Ortaçağ boyunca giderek artan kişilerarası şiddet uygulamaları ve onun en uç görünümü olan cinayet oranları, Spierenburg’a göre, devletin kurumsallaşması ile birlikte azalma eğilime girer. Nicel rakamlar, kişiler arası şiddetin Ortaçağ yaşamında, Avrupa tarihinin sonraki dönemlerine kıyasla daha yaygın bir bileşen olduğunu gözler önüne serer.Pieter Spierenburg, Ortaçağ’da öldürme oranlarının çok yüksek olmasına karşın, şehir sakinlerinin bu yerleşik şiddetten pek korkmadıklarını belirtir. Ortaçağ insanlarının başta gelen ve en büyük korkuları, yazara göre, Tanrı’dan gelecek cezaydı. Şehirlerinden dışarı çıkmaya korkmaktaydılar, çünkü dışarıda onları tehlikeli soyguncular beklemekteydi. Bir komşuları doğal sebeplerle ama anlaşılmaz derecede ani olarak ölürse, endişe duyarlardı. Vatandaşlar arasındaki ölümcül çatışmalar bile gece uykularının bölünmesine yol açmazdı. 15. yüzyılın ikinci yarısında Fransa’da bir suç edebiyatı doğmuştu fakat bu edebiyat temel olarak cinayetleri değil, zina, adam kaçırma, tecavüz gibi olayları ve politik entrikaları merkezine alıyordu.
Fakat 16. yüzyıldan itibaren, Spierenburg, tepeden inme bir adalet sistemiyle, mahkemelerin giderek inisiyatifi ele almaya başladığının altını çizer. Çoğu yeniden tanımlanan cürümler, artık sadece kurbanın haklarına değil, daha geniş bir topluluğa ve devlet tarafından korunan kamu huzuruna tecavüz edilmesi olarak algılanır. Spierenburg’e göre suç kavramı yüzeye çıkar ve bu kavram kısa zamanda dilencilik, kaçakçılık gibi seküler ve bir kurbanı olmayan etkinliklere kadar genişler. Öldürme de, giderek kamu huzurunun ihlali olarak görülmeye başlanır.
Pieter Spierenburg, Norbert Elias’ın medeniyet kuramına yaslanarak, devletin kuramsallaşmasının, davranışların “yumuşamasıyla” da bağlantılı olduğunu gösterir. Özellikle şeref anlayışındaki ve şerefle ilgili davranış kodlarındaki değişimler modern devletin oluşumuyla paralel süreçlerdir. Ortaçağ Avrupası’nda şeref hürmetin, saygınlığın, nüfuzun, paye sahibi olmanın yahut üstünlüğün belirtisiyken; Ortaçağ’ın sonu ile birlikte hayran olunan bir davranış şeklinin, sağlam bir kişiliğin yahut neyin doğru neyin yanlış olduğuna ilişkin bir iç anlayışın belirtisi haline gelmiştir. Spierenburg, hakarete uğrayan veya kendisine meydan okunan kişinin, itibarını kurtarmak için şiddet kullanma ihtiyacının giderek azaldığını belirtir. Sonuç olarak, bir adam hem saldırganlıktan uzak durup hem de şeref sahibi olabilir. Bu sürece, Spierenburg “şerefin ruhanileşmesi” adını verir. Şeref, ruhanileşme ile birlikte, özel bir mesele haline gelir ve insanlar kendilerini hakki bir özbenlik tarafından belirlenen bireyler olarak görmeye başlar. 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren krala değil vatandaşlık görevlerine bağlılık ve dürüst ticari faaliyet şeref kaynağı olarak görülür.
Cinayet İmgesi
Şiddete devlet tarafından el konulması çeşitli süreçlerin üst üste binmesiyle pekişir. Kişilerarası ilişkiler şiddetten arınır ve boşluğa devletin çeşitli kurumları yerleşir. Görüldüğü üzere geleneksel erkek şerefi anlamını yitirince, şiddetin genel sıklığında da düşüş gerçekleşir ve psikiyatrik müdafaalar iyice yaygınlaşır. Böylece kişilerarası şiddettin en uç biçimi olan cinayet imgesi daha sıkı şekilde, karşı konulmaz tutkuların ya da sadistçe tercihlerin karanlık dünyasıyla bağdaştırılır hale gelir. Ortaçağ’ın anlam dünyasında kişilerarası şiddetin kanıksanan imgesine karşılık modern dünya, devletin varlığı altında, şiddeti patolojikleştirir.Polisiye romanları şiddete ilişkin bu patolojikleştirmeyi güzel bir biçimde yansıtır. Ernest Mandel, polisiye romanların bir yandan eskinin romantik haydudunu, örneğin Robin Hood gibi bir figürün, giderek canileştirdiğini diğer yandan da onun eylemini gayriakli bir edim olarak konu edindiğini belirtir. Polisiye romanın bu iki izleği, zihinsel kapasitesinde sorun olan suçlunun karşısına aklın ve bilimin temsilci olarak önce özel dedektifi, sonra ise polisi çıkaracaktır. Kişilerarası şiddet olağandışılaştırılarak, olağanın ve barışın temsilcisi olarak devlet ve temsilcileri toplumsal uzamı varlıklarıyla istila eder. Polis, delil toplayarak, analiz ederek, çeşitli bilimsel buluşlardan faydalanarak irrasyonelliği, “ratio”nun düzenine bağlar.
Fakat hem Spierenburg hem de Mandel şiddete ilişkin yukarda anlatılan dönüşümünün yeni bir mecraya aktığını ifade etmektedirler. Spierenburg, şiddet oranlarının – cinayet verilerini gözeterek – yeniden yükselme eğilimine girdiğini belirtir. Ortaçağ oranlarında olmasa bile istatiski düzeyde genel bir yükseliş eğilimi söz konusudur. Bireylerarası ilişkilerde şiddet yeniden boy veriyor gibidir. Aynı şekilde Mandel de polisiye romanlarda önceden pek işlenmeyen cinayete ilişkinin sahnelerin daha çok görülür olmaya başlandığını, kişisel adalet arayışının, polis müdahalesinin yerine geçtiğini belirtir. Başka birçok alanda görülen, siyasal birliğin modern formu olan devletin “aşınmasına” dönük fenomenler, Spierenburg ve Mandel’in çalışmalarında da izlenebilmektedir. Tamamen yeni bir çağa girildiği öne sürülmese bile uzunca zamandır siyasal birliği kendisinde cisimleştiren devletin bu niteliğinin sorgulanır hale geldiği açık. Her iki çalışmada bu duruma dair veriler sağlıyor. Dolayısıyla, bir yandan şiddetin ve barışın geçirdiği evrimi dikkate alarak, tarihüstü görünen kategorilerin tarihselliklerini işaretleyerek yeni siyasal formların, eşitlikçi ve demokratik, olabilirliğine ilişkin inancı yeniden ve yeniden gündeme taşımak gerekiyor.
0 yorum:
Yorum Gönder